KABALAYA GİRİŞ KURSLARI
Ders - 1 Kabala’ya Giriş
Giriş
Kabala: İnsanın üst dünyaları algılaması, anlaması ve hissetmesi için uygulanan bir
ilim metodudur.
Kabala gerçeğin 5 seviyede oluştuğunu açıklar, 5 farklı bilinç seviyesi ve gerçeğin
algılanması.
Bu dünya dediğimiz Olam Hazeh’de etrafımızdaki gerçeklerin sadece küçük bir kısmını
algılayabiliyoruz. Ama hepimizin içinde daha fazla birşeylerin olması gerektiği hissi var,
bu dünyanın ötesinde, daha büyük birşeyler.
Dünyalar aşağıdaki gibi de çizilebilir.
Resmin tümünü göremiyoruz. Algılayışımız sınırlı. Peki neden bu üst dünyaları
algılayamıyoruz?
Kabala insanın 5 duyusu olduğunu anlatır ve bu 5 duyu sayesinde çevremizden bilgi
ediniriz. Bilgi beynimizde analiz edilir ve sonunda kafamızdan gerçek diye algıladığımız
bir nosyon ortaya çıkar.
Kabala üst dünyaları 5 duyumuzla hissetmemizin mümkün olmadığını söyler.
Dolayısıyla ek bir duyu geliştirmemizi öğretir, 6. bir his - buna perde denir, “Masah”. Bu
Masah sayesinde üst dünyaları algılarız.
İnsan ne zaman 6. hissini geliştirebilecek ve inşa edebilecek duruma gelir? Sadece üst
dünyalara olan merakı ve arzusu içinde yüzeye çıkıp geliştiği zaman.
Bugün ilim sayesinde, fiziksel görünümümüz, karakterimiz ve çeşit çeşit arzuların
içimizdeki genler vasıtasıyla bizi doğuştan yönettiğini biliyoruz.
Kabala içimizde ek bir genin olduğunu anlatır, ruhani bir gen, insanın içinde herşeyi
algılayabilmek ve bilmek arzusunu ve ihtiyacını uyandıran.
Bu gen insanın içerisinde bir çok hissi oluşumu geliştirdikten sonra uyanır, bu
oluşumdan tüm insanoğlu geçer.
Yukarıdaki tablo insanın arzu seviyesine göre nelerin peşinde koştuğunu gösterir.
Arzunun gelişimi binlerce yıl ve yüzlerce reenkarnasyon sonunda olabilir.
Bu arzuların ortak noktası nedir? Bu arzuların hiçbirinde gerçek mutluluğu bulamayız.
İki ana problemle karşılaşıyoruz:
1. Arzularımızdaki mutluluğumuz çevremizdeki insanlara ve onların arzularına bağımlı.
Mesela ne kadar para kazandığım yada ne kadar bilgili olduğum sadece diğer
insanların zenginliğine ya da bilgeliğine bağlı. Bu arzuların hepsi çevremizden aldığımız
arzular. Sadece çevremize kıyasla mutlu oluyoruz.
Tüm arzularımız ve bu arzulardan edindiğimiz mutluluklar çevremize kıyaslandığı
zaman mutluluğa dönüşüyor.
2. Arzular her zaman doyuma ulaşır. Doyumun doruk noktası ise arzuyla doyuma
ulaşma arasındaki noktadır.
Mesela yemek: Çok acıkmış olabilirim. İlk lokmayı alır almaz arzumun seviyesi anında
düşer ve hele kinci ve üçüncü noktadan sonra sadece yemek için yenir çünkü arzu
kaybolur.
Arzu tatmin edilir edilmez verdiği mutluluk kaybolur. İnsan tekrar elde sıfır olarak
hayata devam eder ve elinde yarım bir arzuyla ölür.
Ana okulundayken ilkokula gitmeyi arzuluyordum, sonar liseye ve sonar üniversiteye.
Sonrada askerliği bitirip iyi bir işe girmeyi. Sonra biraz dünyayı gezip görmeyi ve
sonrada kendi işimi kurup patron olup para kazanmak istiyordum…
Neyim ben geri zekalı falan mı? Yada beni neyin motive ettiğini bilmiyorum. Benim
üzerimde işleyen bu yasalar neler?
İnsan yaratılışından beri burada kendi yerini bulmaya çalışıyor, çevresinde sükunet ve
bütünlük hissi içerisinde yaşayacağı bir yer edinmeye çalışıyor, sürekli mutluluğu
hissedebileceği bir yer.
Hepimiz bunu hayatımızın her safhasında yaparız, çevremizle ideal bir şekilde
bütünleşmeyi: arkadaşlarımızla, ailemizle ve iş yerinde insanlarla kaynaşmayı ve
çevreye uyum sağlayabilmeye çabalarız.
Kendimizi dünyaya da adapte ederiz. Soğuk olunca üzerimize bir şeyler giyeriz,
güneşte yanmamak için gölgede dururuz ve tüm bu davranışlarım her seviyede sanki
otomatik olarak vücudum tarafından bilinçli bir şekilde yapılır.
Hiç dikkat bile etmeden vücudumu hareket ettirip daha rahat bir şekilde olmasını
sağlarım vs...: içimdeki enerji hep orta noktayı bulur, hep durgun ve hareketsiz bir
noktayı arar. Tüm objeler bu durgun noktayı arar ve bu bu durgun noktada kalmak
ister. Bu ideal durumu insanın edinebilmesi için ve kendisini bir bütün, sükunet
içerisinde, ve sonsuzluğun iyiliğini hisseder durumda olabilmesi için insan bu hislerin
ne olduğunu anlamalı ve öğrenebilmek için çevresini araştırmalı.
Bazıları geçmişi, bazıları ise geleceği araştırır ve bazıları insanın içindekileri, bazıları da
dışarıda ki şeyleri. Aslında hepsinin amacı aynı. Ne olduğumuz, nereden geldiğimiz ve
nereye gittiğimizin cevabı. En mükemmel halimizin ne olduğu ve buna nasıl
ulaşabileceğimiz? Neden hayatımız boyunca amaçsızca oradan oraya koşuyoruz?
Neden sadece olup bitenle mutlu olmamız mümkün değil?
İnsanın içinde bu sorular yüzeye çıktığı zaman, kabalada o insanın ruhani geni gelişmiş
derler, yada başka bir deyişle kalbinde ki kıvılcım, (kalp = tüm arzuların toplamı).
İnsan kendi çevresinde olmayan bir şeyleri aramaya ve arzulamaya başlar, daha yüce
bir şeyi arar.
İnsan çevresinde olan bitenlerin herşey olmadığını ve daha büyük, daha gerçek,
kendisinden gizli birşeylerin olduğunu hisseder. Etrafında bir sonsuzluğun olduğunu
ama henüz hissedemediğini görür.
İçlerinde bu soruların uyandığı insanlar ve üst dünyaları edinebilmenin bir metodunu
bulanlar bize bu dünyanın üzerinde daha üst bir gerçeğin olduğunu anlatırlar ve bu üst
dünyaların alt dünyalarla bir mükemmellik içerisinde yaratıldıklarını anlatırlar. Üst
dünyalarda mevcut olan her cisim ve varlık bu dünyada da kendi formunda var.
Biz alt gerçekte yaşıyoruz ve üst dünyalardan inen herşeyi anlamadığımız sürece, her
düşünce, her hareket her his – başımıza gelen şeylerin nedenini asla anlayamayız.
Sokakta yürürken kafanıza saksı düşmesinden, hep dikkatli araba kullanmanıza
rağmen trafik kazasında ölmeniz gibi. Her bir sonraki saniyemiz bizden gizli…
İnsanın içindeki bu üst dünyaların arayışına iten güç, kendisini ve altıncı hissini
geliştirmeye doğru sürükler ve bu noktada insanın karşısına kabala çıkar ve kabalanın
bilgeliğini kullanır. Kabalayı kullanarak kendisini geliştirir ve üst dünyaları hissetmeye
başlar.
Altıncı hissin geliştirilmesi binlerce yıldır bizler gibi gerçeği arayanlar ve neden
yaşadıklarını öğrenmek isteyip sonsuzluğu, bütünlüğü bulmak isteyenler tarafından
çalışılmış ve geliştirilmiştir. Bu çalışmaların sayesinde üst dünyaları algılayıp detaylı ve
tam olarak kabala kitaplarında anlattılar.
Sonuç: Başlangıçtan beri hep bütünlüğe ve sonsuzluğa ulaşmaya, sükunet içerisinde
yaşama arayışındayız. Yaptığımız her hata, yoldan çıktığımız her an bizlere acı ve
boşluk olarak geri geldi. Eğer bu değişimde aktif olarak yer almak istersek, içimizde bu
hissi geliştirmek istersek ve üst dünyaları hissedebilmeyi başarırsak iyiden daha da
iyiye doğru gideriz, kendi kontrolümüzün altına ve anlayarak ilerleriz.
Metot hazır ve sizlerde buradaysanız büyük ihtimalle hazırsınızdır. Sonuç olarak insanın
ilerlemesi kendi seçimi.
DERS – 2 KABALA ÇALIŞMANIN YEGANE YOLU, KÖKLER VE
DALLARIN YASASI
Kabala diğer öğretilere göre nasıl farklı?
Kabala çalışan bir insan kendisi ve çevresi hakkında öğrenir. Kaynağa bağlanmayı
öğrenir, hakikati yöneten tek güce. Çalışarak kişi kendi içinde şuana kadar kendisinden
gizlenmiş olan gerçeğin bir kısmını algılamaya başlar.
İnsanın gerçeği algılama seviyesi artar.
Bir önceki derste gördüğümüz gibi kabala insanın beş hisle yaratıldığını anlatıyor ve bu
5 his sayesinde çevremizden bilgi alıyoruz ve kafamızda belli bir işlevden sonar bir
sonuç elde ediyoruz. Biz bunu gerçek olarak tanımlıyoruz.
Kabala ayrıca üst dünyaları 5 duyumuzla algılamamızın mümkün olmadığını ve bunun
için 6. bir his geliştirmemiz gerektiğini söyler, buna kabalada perde ya da Masah denir.
Kabala diğer çalıştığımız şeylerden farklı, çünkü amaç kişinin kendisini geliştirmesini
imkan sağlamaktır, yani şuan ki eğitim sistemimiz gibi insanı tek kalıptan çıkarmaya ve
tek amaca yönelik bir çalışma değil, bu tür bir eğitim aslında insanın tüm kendine özgü
kişiliğini yok etmekte.
Kabalacılar hepimizin birbirinden farklı ve eşsiz olduğunu söylerler, ve ruhanilikte ilk
yasa zorlama olmaması gerektiğidir – bir insanın nasıl ve ne olması gerektiğini tayin
etmek yasaktır.
Hepimizin özel bir ruhu var, bu ruhun arzuları, karakteri ve yapısı önceden belirlenmiş.
İhtiyacımız olan tek şey yukarıdan gelen üst gücü hissetmek, yaratılışın arkasındaki
düşünceyi ve en üst noktadaki gerçeği.
Kabalada bu güce, çevreyi saran ışık denir (Ohrmakif). Ohr makif hepimizin içini
açacak ve kitaplarda yazdığı gibi: “İnsana ruhu öğretecek.”
Anlayamadığımız için hayatımızda yaptığımız en büyük hatalardan biri çocuklarımızı
toplumun ideal olarak Kabul ettiği standartlarda eğitmek: zengin ve eğitimli, doktor,
mühendis vs.
Bunu yaparak herbirinin özünün materyalleşmesini engelliyoruz, çocuğun “ben”
kısmını, ve bu yüzden içimizde hep kendi istediğimizle toplumun istediği arasında bir
mesafe olduğu hissine kapılırız. Bazen toplumun bizim için hazırladığı hedefler.
Meslekler, nerede yaşadığımız sanki hiç bizim arzularımız değil ama içine itildiğimiz
yapay bir yer.
Şimdi hep beraber birkaç soruya cevap vereceğiz ve bu soruların cevapları kurs
ilerledikçe değişebilir, o yüzden cevaplarınızı atmayın. Yedinci haftada bunların
üzerinden tekrar geçeceğiz. Unutmamalı ki kabalada başarı tümüyle kişiye endeksli,
sadece kendi çabanızla olabilir.
Aşağıdaki soruların cevabını bir kağıda yazınız:
1. Gerçek olan nedir?
2. İyi ve kötü nadir?
3. Gerçeğin amacı var mı?
4. Gerçekten nasıl mutlu olabiliriz?
5. Neden uyuşturucu kullanımı ve bağımlılığı artıyor?
6. Hayatımın hangi kısmında özgür seçimim var?
7. Benim özüm ne?
8. Herşey nerede başladı? Yaratılan/ Hayat-Gerçek
9. Hayatta neden kötülük var?
Giriş dersinde hatırlarsanız kök ve dal dilinden bahsetmiştik.
Kök ve Dal Yasası: – peki nedir bu kök ve dal kanunu?
Daha önce gördüğümüz gibi kabala gerçeği iki parçaya ayırıyor. Üst hayat(gerçek) ve
alt hayat (gerçek) yada üst dünya ve alt dünya.
Dünya birbirine tümüyle tekabül eder ve dolayısıyla üst dünyada mevcut olan herşey
ve her cisim alt dünyada fiziksel bir yansıması olarak bulunur. Böylelikle üst dünyalarda
hiçbir düşünce ve his alt dünyaya yansımamazlık etmez.
Peki ama neden üst dünyalara ulaşmam bu kadar önemli?
Yaşadıklarımızla da öğrendiğimiz gibi sebep/neden olan alt dünyada bir anne rahminde
gibi çevrilmiş, toplumun baskısı altındayken, dengeli ve sükunet içerisinde sürekli
yaşamamız mümkün değil. Özetle insan bir etki yaratan sebep içerisinde mutlak
mutluluğu hissedemez.
Bu bizim için yeni bir şey değil. İnsan yüzyıllardan beri ne kadar zengin, ne kadar
güçlü ve bilgili olsa da hiçbir zaman kendi arzuladığı seviyede yada şekilde hayatı
biçimlendirmeyi başaramadı.
Yaşlı insanlara bile sorsanız sizlere söylerler, hayat geçti ama fazla değişen birşey yok
çünkü maddeyi kontrol etmek mümkün değil – bu fiziksel materyal dünyayı. Madde üst
dünyaların düşüncelerinin ve güçlerinin burada yansıması.
İnsanoğlu her zaman neyi istedi? Sokakta herhangi birisine sorun – herkes çocukları
için daha iyi bir hayat istiyor. Peki bunca teknoloji ve bilimsel gelişmeye rağmen neden
hala mutlu olmayı beceremiyoruz?
Materyal dünyayı kontrol edemiyoruz ve sürekli yeni bir virüs yada hastalıkla şaşkına
dönüyoruz. Doğal afetler yada sürekli bir yerden çıkan terör olayları tüm dengeli ve
durgun düzeni alt üst edip bizi bütünlükten ve dengeden uzaklaştırıyor.
Eğer insanoğlu köküne doğru yükselmezse bu bütünlük ve dengeli halden git gide
daha da uzaklaşacak, çünkü nedenini ve amacını anlayamayacak.
Eğer amacı anlayamazsak ve yaşadığımız gibi yaşamaya devam edersek, sadece
keyfimize bakıp sanki uyuşturucu almış havasıyla ilerleme kayıt etmeden yaşarsak
hayattan aslında ne kadar kopuk olduğumuzu ve bu kopukluğun ne kadar kötü
olduğunu anlarız. Çünkü içimizde hep hayatın sanki bir amacı olması gerektiğini
hissediyoruz, bizden gizli bir amacı olduğuna ve tüm bunların sebepsiz yaratıldığına
kendimizi inandıramıyoruz. Peki bunlara bir çözüm var mı yoksa hepimiz bu şekilde acı
çekerek devam mı edeceğiz?
Kabalistlerin kullanımıyla kök ve dal – Bir çözüm var. Tarih boyunca bazı özel
insanların, üst dünyaları keşif ettiklerini, bu dünyalara girdiklerini, kendi yaşamları
üzerinde kontrol ve anlayış elde ettiklerini ve bizlerinde bu algılayışı elde edebilmemiz
ve arzulamamız için kitaplar yazdıklarını görürüz.
Peki farklı bir düşünce içeren bu güçler ve gerçekler nasıl tarif edilebilir? Eğer ben bir
şeyi tatlı ve güzel olarak algılıyorsam bunu anlatabilmem için bir kalıba oturtmam
lazım ki bir başkasına bunu anlatabileyim.
Kabalacılar tarafından kullanılan dile kökler ve dalların dili denir. Dünyamızdan bir dal
alırlar ve ruh aleminde bu dala tekabül eden kökü anlatırlar.
Kabala, tıpkı diğer metotlar gibi, kendine has bir dile sahip – doktorların Latin
kelimeler kullandığı yada müzisyenlerin nota kullanması gibi, kabalacılar da Hibranice
dilindeki 22 sembol ile son 5 harfi hissettikleri duyguları anlatmak için kullanırlar.
Bu yüzden yıllarca kabalacılar kutsal kitaplarını Hibranice yazdılar (kutsal demek
kendine kutsal edinmek demek. Aslında kutsal olan kitap değil, o kitaptan kişinin neler
aldığıdır.) Bunu yapabilmek için bu dünyadan temalar alıp ruh alemini anlattılar, kutsal
tek olan gerçeği. Ancak anlayışsızlığımızdan ve bilgimizin yetersiz olmasından dolayı
anlatılanların sanki bu dünyada fiziksel olarak olduğunu düşünüyoruz.
Üst dünyaları ilk keşfeden insan Hz Adem’di (ilk insan), ve bulgularını Melek Raziel
(The Angel Raziel) adlı bir kitapta bir araya getirdi, ve yazarken kök ve dallar dilini
kullandı.
Bir sonraki kabalacı ise Mezopotamya’da yaşayan ve yıldızların arkasında neler
olduğunu araştıran çok eski bir Pers’li olan Hz. İbrahim’di. O da bizlere Yaratılışın Kitabı
(Sefer Hayetzira) adlı bir kitap yazdı.
Kime Yahudi denir? İbrahim çadırının önünde oturur ve üst dünyaları öğrenmek
isteyen insanlarla birlikte çalışırlar. Tüm bu öğrencilerden bir grup insan oluşur ve bir
toplum olurlar. Bu topluluğa Hibraniler denirdi, bu kelime laavar (karşıya geçmek)
kelimesinden türemedir – üst gerçeğe geçen insan, ya da yehud kelimesinden türeyen
Yahudi(birleşmek) tüm evreni yöneten üst güçle.
Buradan görüyoruz ki Yahudi toplumu, ortak amaç için bir araya gelen bir grup
insandan ibaret – üst gücü hissedebilmek ve ortaya çıkarmak. Yani belli bir bölgede
yaşayan bir grup insanın nüfusunun artarak oluşturduğu bir toplum değil.
Dolayısıyla günümüzde yaşanan tüm problemler ve Yahudiliğin tanımı ve bir ırk olarak
algılanması tümüyle bizlerin yanlış anlaması.
Yahudilik doğuştan elde edinilmez. Bunun en büyük örnekleri Yahudi doğmayan ama
çok büyük Yahudi olan Kral Davut ve ayrıca Kabalacı Akiva. Bu konuyu ileride daha
detaylı olarak açıklayacağız.
Sonuç: Etrafımızdaki herşeyin işleyişini anlayabilmek için daha üst bir bilince sahip
olmamız gerekiyor. Eğer bunu başaramasak bütünlüğü ve erdemli bir mevcudiyeti elde
edemeyiz. Kendimizi yüceltebilmek için kim olduğumuzu, gerçeğin ne olduğunu,
yasaların ne olduğunu ve dışımızda olan düşüncenin yapısını bilmemiz gerek.
İnsan gerçeği yöneten evrensel yasanın ne olduğunu nasıl öğrenebilir ve kendisini
buna nasıl eşitleyebilir? Bu konuya önümüzdeki ders devam edeceğiz.
Ders – 3 Benzerlik Kanunu – İsrail ve Diğer Ülkeler
Şuana Kadar: Gerçeğin ikiye ayrıldığını gördük – dışımda olanlar (yada dışımda olarak
algıladığım dünya) ve içimde hissettiklerim.
Tekrar 5 duyumuzu gösteren tabloya bakalım.
Artık biliyoruz ki aslında her şey benim içimde, tüm dünyalar ve tüm gerçek, kendimi
tüm bunlardan ayrı görmemin nedeni de bilincimin yetersiz olmasından.
Ayrıca öğrendik ki algıladığımız gerçek sadece düşsel, algıladığım her şey zıt ilişki
içerisinde: sıcak – soğuk, yüksek – alçak, tatlı – acı. Sırtımda üçüncü bir olum olmasını
hayal bile edemiyorum çünkü yaşadığım gerçekte bunun tersi yok. Yani beş hissimle
her şeyin tersine göre gerçeğinin nasıl olabileceğini düşünebilirim (unutmayın Olam
Hazeh düşsel bir yer).
İyi ve Kötü – Aynı şey iyi ve kötü içinde geçerli. İyi ve kötü ne demek? Mükemmel
adalet diyebileceğimiz bir şey var mı ? Eğer ben mutlu olma arzusundan yaratılmış bir
yaratıksam, beni mutlu eden şeyleri iyi, bana acı veren şeyleri de kötü olarak algılarım.
Eğer devlette bir bürokrat para çalıp yolsuzluk yapıyorsa kötü, ama bu amcamsa ve
bana bu parayla bir spor araba alırsa biraz daha iyi. Fırtına kötü birşey, ama ben
çiftçiysem ve rakiplerimin hasadını fırtına yok ettiyse bana olabilecek en güzel şey bu.
Ayrıca gördük ki insanoğlu hep deniyor. Realitedeki tüm diğer objeler gibi, durgun ve
bütünlük ve sonsuzluk içerisinde ne dışarıdan nede içeriden baskısız bir hal içerisinde
var olmanın yolunu arıyor. Bu dengeli hale ulaşabilmek için önce insan nasıl
yaratıldığını öğrenmeli ve etrafındaki realitenin de nasıl yapılandırıldığını bilmeli.
Eğer insan kendisine zıt olan bir varlıkla kendisini kıyaslayamazsa, iyi yada kötü, yada
daha farklı bir anlayışla, kendisini nasıl algılayabilir ki? Ama öğrenebilirse, edineceği
bilgi kendi durumunu kontrol etmesini sağlayacak, doğal, durgun ve bütünlük
duygusunu içinde hissettirecektir.
İnsan kendisini analiz etme yeteneğinden mahrum kaldıkça, bilimsel ve teknolojik
ilerleme dahil olmak üzere, hiç bir şekilde hayatın gerçek tadına ulaşabilmenin yolunu
bulamayacak. Tam tersine bu şekilde geliştikçe herşey daha da kötüye gidecek.
Görüyoruz ki daha da ilerledikçe daha da fazlasını istiyoruz ve etrafımızda hep bir
eksiklik olduğunu hissediyoruz.
Bu noktada aslında hiç birşeyin kontrolünün elimizde olmadığını görüyoruz. Etrafımızda
hiç kimsenin de, ne kadar güçlü olsalar da aslında hiç birşeyi değiştiremediklerini
görüyoruz.
İnsanın içindeki bu daha büyük bir şeylerin olduğu merakı uyandıkça, kalpteki kıvılcım
dediğimiz arzu insandan gerçeği, bütünlük ve sükuneti aramayı talep etmeye başlar.
İnsan bu yoldan geçerek binlerce yıldır gerçeği arayan insanlar tarafından kullanılan
kabala adlı metoda gelir.
Araştırmaları ve çalışmaları sonucu üst dünyaları keşf eden kabalacılar, edindiklerini
bize kökler ve dalların diliyle yazdıkları kitaplardan öğretirler. Gerçeğin ikiye ayrıldığını,
üst gerçek ve alt gerçeğin, etki ve etken olarak birbirleriyle ilişki içerisinde olduğunu
anlatırlar.
İnsan hayatını anlayabilmek ve kendi kontrolüne alabilmek için üst dünyaları algılamak
zorunda.
Bu sürecin nasıl başladığını ve içinde yaşadığımız gerçeğin nasıl yaratıldığını daha önce
öğrenmiştik.
Yaratan’ın arzulama duygusunu yaratarak, ruh aleminden çıkıp ve beş dünyadan inerek
kendisinden en uzak dünya olan Olam Hazeh’e indiğini daha önce görmüştük. İşte bu
dünyadan tekrar yukarıya doğru yükselmek istiyoruz. Ama nasıl?
Kabala yaratılanın etrafını saran (yaratılan = arzulamak duygusu) durgun ve sonsuz bir
ışığın olduğunu anlatır – buna yaratılışın düşüncesi adını vermişler. Bu kanun bana
sürekli iyilik yapıp birşeyler vermek istiyor ama özelliklerim onun özelliklerine ters
olduğu için onu hissedemiyorum. Ondan uzak ve ona nazaran daha ilkel bir varlığım.
Tüm dünyalar bana ondan ne kadar uzak ve onun yapısına ne kadar zıt olduğumu
gösterir. Aslında ruhani açıdan, üst – alt, zaman ve yer dediğimiz hiç bir şey yok. Bu
kanuna kabalada eşitlik kanunu denir.
Eşitlik Kanunu
Yaratılanlar, yaratılışın düşüncesi olarak adlandırdığımız alan içerisinde dağılmış
vaziyetteler. Öğrendiğimiz gibi Yaratan’a yakınlaşmak ve O‘nu hissedebilmek bizler
tarafından mutluluk olarak hissediliyor. Bunu ilk Behia Alef’te (ilk görünüm) gördük.
Yaratan’dan uzaklaşmak ise ızdırap olarak hissedilir. Bu demektir ki Yaratan’ı
hissedebilmek için O’nu öğrenmemiz ve çalışmamız lazım ki O’na benzeyebilelim.
Kabala kişinin kendisini ve çevresini incelemesine ve araştırmasına, sonunda da
dengeli hale ulaşabilmek için ne yapması gerektiğini anlamasına yardımcı olan bir
ilimdir.
Üst dünyalardan geçerek yukarıya doğru yükselebilmek Yaratan’a ne kadar benzer
olduğumuza bağlı.
İnsan bir çok arzudan ibarettir. Kabalada insan yapısı 613 parçaya ayrılmıştır (Tariag)
(613) arzu + 7 ek, toplam 620 arzu (Tarach). İçimizde Yaratan’a yakın arzularda var
O’na uzak olanlarda. O’na uzak olan arzulara kendisi için isteyen arzuların himayesi
altında denir.
Kabalada arzuları beş kategoriye tekabül eden beş görünüme ayırabiliriz. Keter: Kafa
Tası, Hohma: Gözler, Bina: Kulak, Tiferet: Burun ve Malkut: Ağız.
Burada bu terimlerin fiziksel hiç bir objeyle bağlandırmamız gerektiğini tekrar
hatırlatmak isterim. Kabalada fiziksel hiç birşeyden bahsetmiyoruz. Sadece bu
dünyadan benzer şeylerin isimlerini kullanarak ruh alemini açıklamaya çalışıp
anlamaya çalışıyoruz. Dinlerdeki problemlerin hepsi bu ayırımın yapılmamasından ve
ruhani hislerin fiziksel davranışlar olarak algılanmasından kaynaklanıyor.
Bu deyimleri içimizde hissetmeye çalışmalıyız, içimde ne olduğunu algılamaya
çalışmalıyım. Zamanla göreceksiniz ki bu terimlerle ilgili içinizde farklı hisler doğacak.
Arzular iki ayrı ana gruba ayrılır:
Özgecil olarak işlev gören arzularımıza İsrail denir. İsrail kelimesi Yaşar –El
kelimesinden türemiştir ve Yaratan’a Direk demektir - Yaratan’a yönlenmiş olan arzu.
Kendisi için isteyen arzuların içinde olanlara da dünya milletleri denir.
Kökler ve dalların kurallarına göre, bizim realitemizde de İsrail ve Dünya Milletleri var.
Peki İsrail denilenler kim? Kalbinde o kıvılcımı, Yaratan’ı arama ve gerçeği bulma
arzusunu taşıyanlara İsrail ulusu denir (Tahmin ettiğiniz gibi bu dininizle yada ailenizin
diniyle ilgili bir şey değil – sadece o kişiyle ilgili ve tümüyle ruhani bir durum). Bu
arzuyu taşıyan insanlar ışığı ilk alacaklar – kitaplarda da dediği gibi “Ben her kimi
istersem ışığıma onu alırım”.
Dolayısıyla İsrail’e (yani Yaratan’la bütünleşme arzusunu taşıyan insanlara) bir görev
düşüyor, “Milletlere ışık”.
Hikayemizin ilk başlarına doğru gidersek, kabalacılar Hz. İbrahim’in çadırı önünde
oturduğunu ve etrafına ruhaniliği edinmek isteyen insanları topladığını anlatıyorlar. Bu
grup insandan Yehud kelimesinden türeyen Yehudim (Yahudi) – Yaratan’la
bütünleşmek- anlamına gelen bir kabala grubu oluşturduğu anlatılır.
Her bireyde olduğu gibi, kendi arzuları büyüdükçe, içten bir tatminsizlik duygusu kişiye
baskı yapmaya başlar – bir boşluk hissi olur. Dolayısıyla İsrail denilen bu grup insan
üzerlerine düşen görevi yapmadıkça çevrelerinden (yani diğer milletlerden) baskı
görürler. Dolayısıyla hayatımızın neden ızdırap dolu olduğunu anlayabilirsek, çözümünü
bulabiliriz.
Ne kadar iyi olmaya kalkarsak kalkalım, diğer insanlara ne kadar benzeyip onlara
uyum sağlamaya kalksak ta üzerimize düşen Yaratan’la bütünleşme görevimizi yerine
getirmeden hayatımızdan acılar eksik olmayacak.
Kitaplarda bu yüzden dünyanın tüm problemleri İsrail yüzünden diye yazar. Terör, açlık,
savaşlar vs ...Bu yüzden bu grup insan içinde daha yüce bir varlığın olduğunu ve onu
bulması ve anlaması gerektiğini hisseder ve arayışa geçer. Bir insan kabalaya bu
arzunun vasıtasıyla gelir.
Peki İsrail denilen bu grup insan kim? Bu grup insan dünyanın her yöresinden,
ırkından, dininden oluşacak. Bu grup insanın yaratılış nedeni bu, diğer insanları da alıp
üst dünyaların kapılarını onlara da açmak. Eğer bunu başarabilirsek hayatın bize tüm
bakış açısı değişecek. Tüm dünya bize yardım edecek ve herkes özgecil benzerliğiyle
Yaratan’ı hissedecek.
Ders – 4 Özgür İrade
Bu dersin amacı: 1. “Ben” Kimim?
2. İnsanın özgür seçimi nedir?
Bu derste kim olduğumuzu anlamaya çalışacağız. İçimdeki “ben”i hisseden parça
nedir? Bunu anladıktan sonra özgür iradenin ne olduğunu ve hayatımızı nasıl
etkileyebileceğimizi anlayabiliriz.
Tarih boyunca insanoğlunun özgürlüğü için nasıl mücadele ettiğini gördük; kölelikten,
ülkelerden, kişisel hak uğruna verilen mücadeleler…vs. Bu sadece insanlar için değil,
hayvanlar içinde geçerli. Hayvanları da kafeslere koyunca ne kadar mutsuz olduklarını
ve nasıl yavaş yavaş öldüklerine tanık oluyoruz. Herkes özgür, mutlu ve bağımsız
olmak istiyor.
Bağımsızlık nedir? Bu kelimeyi o kadar çok kullanıyoruz ki gerçek anlamının ne
olduğunu unuttuk. Özgür olmayı isteyebilmek için, özgürlüğü her insanın elde
edebileceğini var saymalıyız. Özgürlük fikrinin içimizde yer edindiğini bilmeliyiz, yoksa
özgürlüğümüzü edinmeyi arzulamamız nasıl mümkün olabilir ki? – Doğada hiç bir israf
yoktur.
Zevk ve Acı: Ancak insanın davranışlarını gözlemledikçe, hep zorunluluktan hareket
ettiğini görüyoruz. Peki bu ne demek?
Eğer hepimiz mutluluk ve zevk almak için hareket ediyorsak, o zaman otomatikman
acı veren herşeyden kaçıyoruz anlamına gelir ve mutluluk veren herşeyinde peşinden
koşuyoruz demektir – tıpkı diğer hayvanların hepsinin yaptığı gibi. Hayvanlar bu
şekilde anlık davranırlar, insan ise uzun vadeyi hesaplayabilir. Mesela bugün işe
istemeyerek gidiyorum, bana acı veriyor – ama kafamda hesaplıyorum; gidersem para
alıcağım ve arkadaşlarımla eğlenebilecek param olacak yada yemek yiyip başımı
sokacak bir yere sahip olacağım. Yani çekeceğim acı alacağım zevkten daha fazla ise o
acıya katlanabilirim. Bu hesapları hayvanlar da bizde sürekli menfaatimiz için
yapıyoruz. Ne yaparsam daha çok menfaat sağlarım ? Beni ne daha çok mutlu eder?
Genelliklede evdeki hesap çarşıya uymaz ve beklentimiz kadar ki mutluluğu elde
edemez ve kendimizi kötü hissederiz – zarara mal satmış bir esnaf gibi. Dolayısıyla bu
noktada hiç özgür irademiz yok. Eğer 10kg’lık mutluluk ile 20 kg’lık mutluluk arasında
bir seçim yapmam gerekirse direkt olarak 2okg’ı seçerim, bu şekilde zevk ve acı
arasında sürekli yönlendirilirim.
Eğer içimize bir bakacak olursak, beynimizin son derece gelişmiş bir makine gibi
sürekli mutluluk edinmemiz için nasıl yüksek hızda hesap yaptığını görürüz.
Mesela başkaları uğruna hayatlarını bile verebilen insanlar var. Başkaları uğruna bu tür
fedakarlıklar yapan insanları eskiden taktirle karşılardık. Ama artık biliyoruz ki
akıllarında bir hesap vardı. O koşullar altında yaşamaktansa ölmenin daha makul
olduğu hesabı; ülkem için yeterli herşeyi yapamadım korkusu yada o insan olmadan
hayatımın bir anlamı olmadığı düşüncesi yada başka herhangi bir düşünce.
Hesabımız her zaman işin sonunda ne kadar elde edebileceğimiz. Hepimizin hesabı da
her zaman farklıdır. Bazılarımız arkasını döner ve kaçar ve hiç kendini suçlu hissetmez.
Bir insanın davranışı diğer bir insanın sergilediği davranışa tümüyle zıt olabilir. İki
insanda tümüyle zıt davranmasına rağmen, ikisi de egoistçe bir hesap yaptılar. İki
kişide en fazla nasıl kazanacağının hesabını yaptı, dıştan davranışları ve içten onları
motive eden şeyler bize tümüyle farklı gözükmesine rağmen.
Hatta daha da ileri gidebilir ve bu iki kişininde o koşullarda en çok zevk veren davranışı
yaptığını söyleyebiliriz.
Ben kendi adıma mutluluğun ne olabileceğini aslında seçmiyorum, bunu içinde
bulunduğum toplum benim için seçiyor. Toplum benim adıma herşeyin kararını veriyor;
nasıl başarılı olmam gerektiğini, üniversiteye gitmem gerektiğini, hangi işte çalışmam
gerektiğini, paranın güzel olduğunu, evleneceğim kadına kadar herşeyi etrafımdaki
toplum dediğim yakın çevrem belirliyor. Nasıl giyineceğimden, oturup – kalkışıma ve
hatta nasıl konuşacağıma kadar onlar belirliyor. Dolayısıyla çevrem bana uyum
sağlamamın daha rahat etmem için ve az acılı olduğunu gösteriyor.
O zaman benim özgürlüğüm nerede? Neden bir “ben” olduğumu hissediyorum?
Gerçekten özgürlüğüm yoksa o zaman acı ve mutluluk hisleri arasında oynatılan bir
kukla değil miyim? Ne özgür ne de bağımsızım? Aslında istediğim birşeyi yapmıyorum,
dolayısıyla ödül veya ceza diye bir şey söz konusu değil; katilleri hapishanelere
atmanın ve kahramanlara madalya vermenin bir anlamı yok.
Burada bir problem var, ve basit bir problem değil; dindar insanlar Allah’ın herşeyi
yönettiğini ve O’na güvenmemiz gerektiğini savunurlar, peki laik insanlar bu duruma
karşı nasıl bir değerlendirme yapıyorlar? Hepimiz kör doğanın esiri miyiz? Kendini akıllı
sanan, mantıklı ve erdemli, biz insan denilen yaratıklar arkasında hiç bir düşünce
olmayan bir mekanizma tarafından itilip kakılıyor muyuz yani? Sonumuzun ne olacağı
kim bilir?
Etken (Neden) Yasası
“Ben”i ve nereden geldiğini anlayabilmem için, doğadaki herşeyi dikkatle incelemem
lazım; duran, büyüyen, yaşayan ve insan denilen tüm varlıkların davranışlarının
nedenini ve etkisini anlamalıyım. Her yeni hal (durum) bir önceki halden kaynaklanır
ve bir sonraki halin oluşmasına neden olur. Kendi halimizi anlamak için, şuan ki
halimizin bir önceki durumunu ve nereye doğru gittiğimizi bilmemiz lazım, yoksa
gerçeği hiç bir şekilde anlamamız mümkün olamaz. Nedensiz ve tecrübesiz, geçmişin
ve geleceğin hislerini bilmeden insan ne yapacağını nasıl bilebilir ki?
Dört Faktör: Sitenin makaleler kısmında Özgürlük adlı makalede 4 faktör
anlatılmakta. Bu noktada makaleye dönüp bu kısmı okumalısınız.
Bizim gerçek diye algıladığımız herşey yoktan yaratılan bir varlığın içinde var oluşunun
anında yaratıldı.
Bu noktadan itibaren bizim gerçeğimizdeki her detay, düşünce, nesne dört faktör
denilen safhada gelişerek son mükemmel, durgun halini alır. Buna biz de dahiliz.
Özetle, dört faktör:
1. Temel
2. Temele bağımlı olan etken ve etki – temelin sabit karakterine endeksli özellikler
3. İç etken ve etki – Dış faktörlerle iletişim sonucu temelin etken ve etki
vasıtasıyla değişmesi.
4. Temelin, dış nesnelerin veya güçlerin etken ve etki vasıtasıyla üzerinde etki
yapması.
Kısaca her birini açıklayalım:
Temel:
Dediğimiz gibi doğada hiç bir şey yaratılandan sonra yaratılmadı, herşey bir önceki
durumdan kaynaklanıyor. Yaratılışın ilk anında yaratılan özü dış değişimden geçer ve
buna temel denir. Özün içerisinde mükemmel ve dengeli bir hal mevcuttur, ve amacı
budur – sürekli değişmeye yöneltmek.
Doğal Olan Etken ve Etki:
Eğer ekilmiş bir parça buğdayın çürüyüp tohum oluşunu ele alırsak, buğdayın özü
temelidir. Bu temelin içinde sabit değişemeyen karakteristikleri vardır. Buğdayın özü
büyümüş bir başaktan tohuma dönüşebilir, çürük bir buğday tanesinden una ama asla
bir bezelye tanesi yada üzüm olamaz. İçerisinde bulunduğu düzende bir evrimden
ibaret: çürüyor, büyüyor, olgunlaşıyor – büyümesi duruyor ve çürüyor vs. Örneğin su;
su her zaman sudur içinde bulunduğu durum değişse bile, buhar da olsa, bulut da olsa
ve yağmur olup nehirde olsa – özündeki hali hiç değişmez.
Dış güçlerin vasıtasıyla etken ve etki:
Eğer buğday örneğiyle devam edersek, buğdayın dış etkenlerden dolayı filizlendiği
zaman kalitesinin farklı olduğunu görebiliriz. Güneş – su – toprak gibi etkenlerin tohum
aynı olmasına rağmen ya kötü yada bir tarla boyu altın sarısı ve olgun ekin verebilmesi
mümkündür. Bu demektir ki üçüncü faktörde temelin karakterini etkilemekte. İkinci
faktördeki etkilerin bir değişim yaratmamasına rağmen üçüncü faktörde kalitede ve
miktarda çevre koşullarından dolayı temelde değişim olabilir.
Dış etkenlerin etkisi:
Dış etkenlerin buğdayla direkt bir bağı yok. Yağmur, nem, rüzgar, etrafta yaşayan
solucan yada kurtları topraktaki mineraller vs.
Bu dört faktörün nasıl birbiriyle alakalı olup her hali nasıl etkilediklerini ve her halin
yaratılışını nasıl etkilediklerini – miktar ve kalitenin belirlenmesindeki rolleri görmek
gayet kolay. Bu bileşimler tüm varlıklarda olduğu gibi bizim içimizde de var.
İnsandaki 4 parça:
1. Temel – bir varlıktan diğer bir varlığa geçen ana madde, özü kişiye doğum veren
anne ve babadan geçen zihinsel meyve olan akıl. Bu damla tohum içerisinde gizli
güçler barındırır, tıpkı buğdayı geçirdiği değişimler gibi nesilden nesle doğal olarak
geçer. Bunların sonucunda insanda farklı eğilimler oluşur ve bu eğilimler yüzeye çıkar:
eleştirme eğilimi, materyalist eğilim, cimrilik, hoşgörü, cesaret, kıskançlık, utangaçlık,
inanç vs...
Temel insanın uzantılı beyninde, bilinç altında, ve tüm eğilimler orada yüzeye çıkar.
Eğilim ayriyeten mevcudiyetinin tersi olarak da yüzeye çıkabilir, dedikleri gibi babanın
kalbinde gizli olan oğlunda ortaya çıkar.
Örneğin baba çok bonkör olmasına rağmen oğlu çok cimri olabilir. Anlamamız gerekir
ki kabalada doğuma sebebiyet veren biyolojik bir babadan bahsetmiyoruz. Baba bir
önceki haldir: BABA = BENİM BİR ÖNCEKİ HALİM !!!
2. Doğal olan sabit özelliklerim – insan çevresinin içine (toplum) ham olarak konulur
ve tıpkı örnek verdiğimiz güneşten, sudan, topraktan etkilenen buğday tanesi gibi
çevresinden etkilenir ve toplumun genel huyunu tecrübe edinip hisseder.
Örneğin insan cimri doğduysa toplumda bu huyunu kendisine makul kabul ettirecek
davranışlar arar ve cimriliğin aslında iyi olduğunu ve bu huyun kendisinin her zaman
bir parçası olduğuna kendisini inandırabilir.
Başka bir örnek; eğer toplumda her zaman bir numara olma ihtiyacıyla doğmuşsa
kendisi için bir numara olmanın zengin birisimi yada bir bilim adamı olmak mı
olduğunu içinde bulunduğu toplum belirler. Toplumun etkisiyle ya bilim adamı olur
yada zengin olmanın yolunu sürer.
3. Alışkanlık Doğal Davranış Olur – bu dış etkenlerin huyları değiştirdiği anlamına gelir.
Peki ama nasıl değişiyorlar? Toplumun alışkanlıkları insanın içine işleyerek insanı
değiştirir.
Toplumun alışkanlıkları ve hayat tarzı insanın içine işler. Örneğin sürekli yere tüküren
bir insanı her tükürüşünde toplum tokatlarsa o kişi bu huyundan vazgeçer – çünkü
acıya daha tükürmek aklına gelir gelmez hisseder. Böylelikle insanın eğilimleri değişir,
ve bazen bu değişim tersine de olur. Bu tür değişim buğday tanesinde söz konusu
değildir çünkü bitkisel hal eğilimlerini değiştiremez.
4. Bu safha temelin dış güçlerin bağımsız olarak üzerinde etki yaratması sonucu
yaşadığı tecrübelerdir – doğal afetler, ekonomi vs kendi yasalarıyla işleyen
mekanizmalar olup üzerinde hiç bir kontrolümüzün olmadığı durumlar. Bu bağımsız
olaylar insanı iyide etkiler kötüde.
Özgür Seçim – yukarıdaki açıklamadan temelimizi değiştiremememize rağmen – acı
ve zevk parametreleri arasında bizi kukla gibi oynatan halimiz - diğer 3 durumu
çevremizi değiştirerek ve alışkanlıklar edinerek eğilimlerimizi etkileyebilir ve doğamızı
değiştirebiliriz.
Kısaca, mutluluk ve mutsuzluk arasında gidip gelmeyi değiştiremem ama yaşadığım
ortamı seçersem çevrem beni gitmek istediğim hedefe doğru iter.
Sonuç: Dolayısıyla bariz olan tek şey var. Özgür seçim hakkım sadece çevrem. Çevrem
sayesinde gelişebilirim. Açıklandığı gibi buğday ekildikten sonra tümüyle çevresinin
etkisi altında büyür. Bu yüzden kabalistler bulundukları ortamın ruhani kalitesinden
taviz vermezler ve bir arada olurlar. Ortamlarını para yada diğer materyal şeyler için
değiştirmezler. Dolayısıyla hepimiz etrafımıza doğru dostları alır ve doğru kitapları
okursak kendi doğamızı ve geleceğimizi etkilemiş oluruz.
Ders – 5 Evrenin Gizlilikleri
Kanun/ yasa nedir? Sabit olan ve kanun olarak adlandırdığımız şey nedir? Bu formül
aslında bir algoritma – her var oluş seviyesinde ve her varolanın parçasında olan bir
formül.
Kabalada bu genel yasaya, doğa, yaratılışın düşüncesi denir. Bir başka deyişle
yaratılanlara karşı özgecil olma arzusu, çünkü her kim bu düşünceyi elde edebilir veya
hissedebilirse; tüm niyetinin sonsuz özgecillik olduğunu hisseder.
Ancak yaratılışın düşüncesi yaratılanlara karşı özgecil olabilmek için yaratılanları
yaratması lazım. Yaratılanların yaratılış oluşumuna Or Yaşhar’ın 4 Behinot'u denir.
Behinot = gözlemlenilenler; Or = ışık = Yaratan’ın hissedilmesi/ mutluluk; Yaşhar =
direkt = kaynaktan direkt olarak gelen.
4 Behinot De Or Yashar
Behinat (Behinot kelimesinin tekil hali) Şoreş: Yarattıklarına özgecil olma arzusu =
yaratılışın davranışı.
Belirttiğimiz gibi özgecil olabilmesi için yaratılışın düşüncesi özgecil davranacak
yaratılışlar yaratmak zorunda – yoksa özgecil davranacak kimse olmaz. Dolayısıyla
Behinat Şoreş bir kap (Kli) yaratır = özgecil davranarak mutluluk hissetmek arzusunun
oluşması.
Işığın kapı yarattığı ve mutluluk hissettirdiği safhaya Behina Alef (bir) denir.
Behina Alef’in, aldığı ışığa Or Hohma = mutluluk almak denir. Işık Kli'yi kendisiyle
mükemmel bir uyum içerisinde yarattı. Kli ışığın verme seviyesi kadar ışık almayı
arzular.
Behinat Alef’deki Kli hem mutluluğu hisseder hem de mutluluğun sonunda mutluluğu
vereni de hisseder. Dolayısıyla kendisine sürekli bu mutluluğu veren birisi olduğunu
hisseder.
Kli mutlu olmak arzusuyla yaratıldığı için bir anda ışığı verenin daha mutlu olduğu
hissini edinir. Dilenciye para vermek gibi; eğer dilenciye para verirsem mutlu olur ama
benim yerimde olup para verebilecek konumda olursa daha da mutlu olur.
Bu yüzden Behina Alef, Behina Bet’i çeker ve özgecil olan gibi olmaya çalışır.
Behinat Bet – özgecil olmak arzusu
Bu safhada alınan ışığa Or Hassadim denir – özgecillikten duyulan mutluluk.
Ancak sadece cebimde olanı verebilirim. Behinat Bet, Behinat Aleften aldığı herşeyi
verdi ve artık verecek birşeyi kalmamasına rağmen hala vermek arzusu içerisinde. Bu
durum Behinat Gimel’i doğurur.
Behina Gimel Kli'ye giren ışık olan Or Hasadimin, Or Hohmayla ışıklandırılması
durumudur – özgecil olmaya devam edebilmek için, içine biraz ışık alır.
Behi G’de özgecillik ve almak arasında bir karşılaştırma yapılır. Daha önceki hallerimde
sadece almak ve sadece özgecil olmak durumlarını yaşamıştım – sanki sadece gece ve
sadece gündüz varmış gibi, aydınlık ve karanlık arasındaki farkı bilmeden. Ancak şimdi
geceden sonra gündüzün geldiğini biliyorum ve o zaman bir karar verebilirim.
Behi G tıpkı Behi A gibi, sadece almak için yaratıldığının farkına varır ve gerçek
mutluluğun bu olduğunu anlar ve bu durumdan Behinat Dalet doğar.
Behi A ile Behi D arasındaki fark ise Dalet’in geçirdiği safhalar. Bu safhalar sayesinde
kendisiyle ilgili yeni bir şeyler öğrendi.
Şimdi bu çizimlerle yaratılışın düşüncesinden sonraki varlığımızla yaşadığımız gerçek
arasında bir bağlantı kurmaya çalışalım.
Behi Ş’den Behi A türedi, Hohma: yaratılan bilinçsiz bir durumda ve sadece isteyip
almak arzusu içerisine yaşamakta. Hiç bir özgürlüğü ve bağımsızlığı yok. İçindeki arzu
cansız durumda, doğadaki cansız varlıklarda bu arzudan dolayı var. Cansız varlıklar
yaratıldıkları şekilde kalırlar ve işlevleri bu şekilde varlıklarını sürdürmektir. Ancak Baal
Hasulam şöyle anlatıyor: “ Cansız çünkü kendi iradesi yok, dolayısıyla doğanın
onun adına verdiği arzuları yaşar.” Demek ki doğa cansız varlıkları kendi istediği
şekilde etkilemekte ve oldukları şekilde değişmeden tutmakta.
Yaratılış safhalarının – Şoreş, A, B, G ve D – oluşmasıyla üst dünyaların da sırasıyla
oluştuğunu söyleyebiliriz: Adam Kadmon, Atzilut, Bıria, Yetzira, Asiya. Ek olarak
yaratılışın seviyeleri de oluşmuş oldu: kök, cansız, büyüyen (bitkisel anlamda),
canlı (hayvan) ve konuşan (insan).
Yaratan tüm düzeni yukarıdan aşağı doğru yarattı ve yaratılan aşağıdan yukarı doğru
çıkmak durumunda bu yüzden bazen tanımlar ve açıklamalar birbiriyle çelişkili gibi
gözükür ve hata yapmaktan korkmak yerine, tek tek yazılanları okuyup bu şeklide ters
gelen açıklamaların ne anlama geldiğini gözlemlemeliyiz.
Gelişen bir sonraki seviye olan Behi B – Bitkisel hayat. Yaratılanın doğasına ters
davrandığına şahit oluruz – özgecil davranır, ancak davranışı bilinçsizce. Davranışı
Yaratan’ın üzerinde yarattığı etkiden kaynaklanmakta, Yaratan’ı hissedebilmesinden
kaynaklanan bir davranış ve daha fazla mutlu olmak istediği için yapılan bir davranış.
Baal Hasulam şöyle yazar: “bitkisel. Kendi çapında biraz bağımsız olan birisidir,
bazı davranışlarıda doğanın yapısıyla çelişkili olsa da”.
Yani genel kanunun arzusu, yaratılanın doğadan mutluluk alması ama yaratılan özgecil
olmak istiyor. Ancak henüz bağımsız değil ve özgecilliği sanki arzulamanın ters
tarafından istiyor.
Bu tür davranışı bitkilerde de görebiliriz, bitki büyüdükçe içinde yer çekimine karşı bir
güç oluşur ve artık cansız değildir. Arzusu çok küçüktür ve ve genel toplamın bir
parçasıdır. Dolayısıyla aynı çeşit bitkileri ele alırsak, aynı zamanda yetişir ve aynı
zamanda ölürler – bağımlı oldukları yasalar aynıdır. İki tanesini gözlemlersek bire bir
aynı olduklarını görürüz, bağımsız değiller. Tüm bitkiler cansız varlıklardan farklıdır
ama aralarında bir fark yoktur.
Bu demektir ki bitkinin gelişmesi ve ilerlemesi bağımsız ve özünden değil ama
yukarıdan gelen kuralların etkisi dahilinde – köklerin suya yönelmesi, yaprakların ışığa
doğru dönmesi vs.
Bir sonraki Behi G- Behi G bilinçli olarak istiyor, neden? Özgecil olmayı sürdürebilmek
için. Yani bilinçli olarak sürekli yukarıdan gelen arzuyu uyguluyorum. Ancak bu
durumda da tümüyle bağımsız olmak söz konusu değil, Behina B’nin bir uzantısı olarak
özgecil olmaya devam ediyor, hiç bir kuralı çiğnemeden.
Baal Hasulam şöyle yazıyor: “Canlı: hayvanlar, görüyoruz ki her biri kendine
özgü bir kaliteye sahip ve doğanın esiri değil, sanki herbirinin bir hissi ve
kendine özgü kalitesi var.”
Hayvan bu seviyedeki olan herkesi içerir bu dünyada olan bizleri de, canlı seviyede
olan kitleler – her insan ve hayvan kendi arzularına zaten sahip.
İnsan, cansız (yemek, sex vs), büyüyen (maddi güvence), hayvan (onur ve kitleleri
yönetme, çevresinde büyük olmak) ve insan; tüm bu diğer arzuların üzerinde bir
arzuya sahip olan.
Hayatta olanların özellikleri hala çevrelerine bağlı ve yıl yada ay içerisinde belirlenmiş
dönemlere tabi hareket ederler; çiftleşmek, kuşların göç etmesi, balıkların
yumurtlamaları gibi. Dolayısıyla kişisel özellikleri çevreye bağımlı, ve çevredeki en
büyük ve en önemli olmak gibi bir arzuya sahip olabilir – ancak ona çevresi neyin
önemli olduğunu gösterir: zenginlik/ şöhret sahibi olmak/ bilim adamı vs. İnsan bu
dünyaya kral bile olmak istese hala içinde bulunduğu çevreden kopmak gibi bir arzusu
yok.
Son safha ise Behi D. D’nin içinde yaratılan arzu yepyeni bir arzudur; bağımsızca
kaynaktan istemek arzusu ve aldım verdim oyunlarını artık oynamak istemeyen bir
hal. Behi D’de yaratılan durum şöyle; geçirdiği tüm safhalardan sonra onu Yaratan’ın
özünü hissedip algılamasıdır ve bu durumdan, arzularından mutlu olmak değil ama
Yaratan gibi olmak arzusu doğar.
Benden başka birisinin olduğunu hissetmeye başlarım, farklı, işte insanı hayvandan
başkasını hissetme özelliği ayırır. Benim dışımda, farklı bir varlığın hissi ve ilerleyen
safhalarda göreceğiz Behi D bir sürü farklı durumlardan geçip Tızimtzumlar
(sınırlamalar) gerçekleştirip, Kaynağa benzeyebilmek için bir perde geliştirerek Yaratan
gibi olabilmesini sağlayacak.
Baal Hasulam şöyle yazıyor: Konuşan. Ayrıcalıkları olan: a) sahibinin arzusuna
karşı hareket edebilen, b) çevresinden bağımsız, c) birbirini hissedebilen –
Behi D. İnsanın kalbinde uyanan ruhani arzuya - bu dünyanın üzerinde olabilmek,
çevremizin üzerinde, Kabalada; kalpteki nokta denir. Arayan insana zaman, yer ve
hareket çerçevelerini aşan ve bu yolda ilerlerken hissetmek nosyonunu kullanan denir.
Anlaşılması gerek herşeyin aslında içimizde dahil olduğudur. Eğer insan kendinden bir
parça düzeltirse tüm insanoğlunun Yaratan’a yaklaşmasını sağlar. Dolaysıyla insan
sadece kendisini düzeltmelidir. Yükselen kişi tüm insanoğlunu da yükseltir – bu yüzden
“tüm dünyalar insan için yaratıldı” denir.
Ruhani dünyalar sırasıyla şöyle:
Cansız seviye: “Hayhalot” (Saraylar)
Büyüyen seviye: “Levuşhim” (Kıyafetler)
Canlı seviye: “Malahim” (Melekler)
Konuşan seviye: “Neşamot” (Ruhlar)
Düzeltilmesi gereken Yaratan’a olan tavırlarım, ve bu arzu sadece “insan”a verildi.
Cansız, büyüyen, canlı seviyeler, insan seviyesinin altında yer alır ve arzuları insanın
içinde olup sadece bu dünyaya aittir.
İnsanın ruhu (olan en büyük ve gelişmiş arzu) olduğu için tüm yaratılanları
düzeltmekle yükümlü. Dolaysıyla bu dünyada kalbinde nokta (ruhun embriyosu) olan
ve bunu geliştiren kişi hem fiziksel dünyada hem de ruh aleminde en önemli olarak
nitelendirilir. Bu insan Yaratan’la bağ kurabilecek güçler edinir ve O’nunla aynı olur;
yani O’na benzer hale gelir.
Sonuç: Bu dünyada yaratılan herkesin tek bir nedeni var, Yaratan’ın seviyesine
ulaşabilmek ve yaratılışımızın nedeni olan sonsuz iyiliği ve mutluluğu hissedebilmek.
Ancak düzeltmeler seviyelerin sıralamalarına göre yapılır, ve bu yüzden tüm dünyayı
bu noktaya doğru götürecek bazı insanların olması gerekir. Bu insanlar Hz. İbrahim
zamanında olan arzuları vasıtasıyla seçilmişlerdi. Görev bu insanlara ait ve bu yüzden
o insanlara seçilmiş insanlar denir. (Burada dikkat etmemiz gereken unsur bunun ırkla
ilgili olmadığıdır. Seçilen ruhtur. Ruhlar reenkarnasyondan geçer ve gelişmesi için en
verimli ortama kaderleri itibariyle konulurlar. Dolayısıyla bu seçilmiş insanlar her türlü
dil, din ve ülkeden yani Dünyanın dört bir yanından gelecekler.)
Bu konu ilerleyen derslerde işlenecek.
Ders – 6 İsrail ve Diğer Ülkeler
Geçen derste istemek arzusundan 4 Behinot'un Behinot de Ohr Yaşhar’dan nasıl
oluştuğunu görmüştük. Tüm algıladıklarımızı beşe ayırabiliriz yada 5 safhaya.
Şimdi ayırımın sadece 5 arzunun olduğunu mu yoksa geçirilen safhalardan sonra
doğduğunu mu göreceğiz. Tızimtzum Bet, Kli'nin parçalanması, ilk insanın ruhunun
çıkması, bilgelik ağacı günahı ve vs.
Öğrendik ki istemek arzusundan yaratılmışız, ama bu arzu sadece beşe mi ayrılıyor?
Yoksa sonsuz kadar arzuya mı – isteklerimiz tükenmek bilmez gibi değil mi ? Arzuların
bölünmelerinin bir anlamı var mı? Mantıklı mı yoksa kaos mu?
İnsan bir sürü arzudan ibarettir. Kabalada insanın yapısı 613 parçaya ayrılır, 613 arzu
ve + 7 ek arzu toplam 620. İçimizde Yaratan’ın arzularına yakın olan arzular ve O’na
uzak olan arzular vardır. Uzak olan arzular kendisi için isteyen arzulardır.
Kabalada arzuları 5 kategoriye ayırmak mümkün: Kafa tası, gözler, kulak, burun, ağız.
Bu 5 ayırım geçen derslerde gördüğümüz 5 ayırıma tekabül eder.
Keter = Kafa Tası, Hohma = Gözler, Bina = Kulak, Tiferet = Burun, Malkut = Ağız.
Tekrar hatırlatılması gereken şey bu tanımların bizim dünyamızdan imajlara benzetilip
ruhani bir güç gibi görülmemesi gerektiğidir. Bu tanımlar içimizde hissedilmeli, içimizde
ne anlama geldiğini hissetmeliyiz. Zamanla bu tanımlar içimizde bazı hisler
uyandıracak, tıpkı tanıdığınız bir insandan size bahsedersem bazı hisler uyandıracağı
gibi.
Bu arzular bu şekilde ikiye ayrılabilir:
Özgecil karaktere sahip arzulara ve bu şekilde işlev gören arzulara İsrael denir Yashar-
El (direkt Yaratan’a kelimelerinden türemiştir), kaynağa doğru yönelmiş, Yaratan’a.
Kendisi için isteyen arzulara diğer ülkeler denir. Tekrar altını çizerek hatırlatmalıyız ki
bu tanımlar sadece ruhani terimler ve kesinlikle ırk – din – fiziksel toprak parçası bir
ülke olarak algılanmamalıdır.
Kabala sadece bu dünyadan örneklerle ruhani alemleri anlatır.
Tüm realiteden bahsettiğimiz için bu arzular kişinin içinde var olduğu gibi tüm
bütünlüğün içinde de mevcut – Baal Hasulam Zohar Kitabının sonunda yazdığı gibi.
“…bütünlük tüm detaylar ortaya çıktıktan sonra detayların kalitesine göre gösterilecek.
Kişinin yaptığı kendi değeri doğrultusunda, bu kafaları fazla karıştırmamalı, tek kişi
davranışlarıyla tüm dünyayı yücelte de bilir alçalta da. Bu kanun çiğnenemez – kişi ve
bütünlük aynı parçadır, tıpkı iki su damlasının aynı olduğu gibi
(65) “Bilmelisiniz ki İsrael denilen dünyada hem iç hem de dış mevcuttur. İç kısımda
İsrael dış kısımda da diğer 70 ülke vardır. Dolayısıyla İsrael’de iç ve dış bulunmaktadır
ve diğer ülkelerde de iç (haktan olanlar) ve dış (kaba ruh olanlar) bulunmaktadır.
İsrael halkında ki iç ve dış, Kabala’nın içindekileri algılayan ve gizemini anlayabilenler
olup dış olanlar – kendilerini sadece pratik olan yüzeysel hareketlere verenlerdir.
İçinde İsrael olan her insanda bir iç kısım bulunmaktadır, buna İsrael’in özü denir –
kalpteki o gizli nokta. Dış kısmı da içinde mevcut olan diğer ülkelerdir – yani esas
vücudu. İçinde olan diğer ülkelerin yapısı bile kendisine yabancıdır çünkü içine olan
bağlılığıyla diğer ülkelerin, İsrael’in yapısına sarılan haktan yana olan halkına
benzerler.”
66) “İsrael’den olan içindeki İsrael’e saygı duyar ve onu diğer ülkelerin arzularından
üstün tutar ve yüceltir. Dolayısıyla tüm çabasını ruhunu yüceltmek için kullanır ve az
bir çabasını diğer ülkelerin hayatını sürdürebilmesi için verir – yani vücudunun
ihtiyaçlarını giderir. Böylelikle hareketleriyle tüm dünyasının içinde ve dışında, İsrael
denilen kişiler kendi bütünlüklerini daha da yüceltirler, buna şahit olan diğer ülke
halkları da İsrael’in değerini anlarlar.
Ve eğer bunun tersi olursa, İsrael’in tek bir insanı dışına içinden daha fazla önem verir
ve dışını yüceltirse, giderek daha da alçalır – ve hem tüm İsrael’in hem de tüm
dünyanın inişine neden olur. Diğer ülkelerin İsrael’i ayaklarının altına almasına neden
olur ve diğer ülkelerin İsrael’in üzerine çıkmalarını sağlar.”
Kök ve dalların yasasına göre, gerçeğimizde de İsrael ve diğer ülkeler var. İsrael ışığı
alıp diğer ülkelere dağıtmak zorunda, bu yüzden kalbinde İsrael olan insanların bu
görevi almaları gerekmektedir. Geçmişe bakarsak ve İsrael’in doğuşunu incelersek, Hz
İbrahim’in çadırına üst dünyaları edinmek isteyen insanları topladığını ve bu
insanlardan bir kabalist grup oluşturduğunu biliyoruz – bunlara Yahudi (Yehud
kelimesinden gelen Yaratan’la bütünleşen yada Laavor kelimesinden gelen Hibrani
(öteki tarafa geçen) adı verildi.
Tıpkı normal hayatımızda eksikliğimizi gidermek için çaba sarf ediyorsak, içinde İsrael
olan kişiler de hayatın acı baskısına maruz kalır ve içlerinde bir eksikliğin olduğu
hissiyle yanarlar. Bu dünyada bunun yansıması fiziksel olarak Yahudi dininden olanlara
yansımaktadır ve fiziksel İsrael ülkesi de barış görmemektedir. Bu yüzden Yahudilere
karşı olan genel nefret bu dünyada ruh aleminden yansır.
Bu yüzden dünyadaki tüm kötülükler kalbinde İsrael olan insanların görevlerini yerine
getirmemesinden kaynaklanıyor. Dünyadaki terör, açlık, savaşlar vs hepsi bu insanların
kendilerini düzeltmeyi üstlenmediği için. Bu yüzden kitaplarımızda da yazar, Dünya’nın
tüm derdi İsrael yüzünden.
Eğer tavrımızı değiştirirsek tüm dünyayı yüceltiriz ve tüm insanlardan destek görürüz.
Kitaplarımızda da yazdığı gibi tüm halklar İsrael’i omuzlarında kutsal tapınağa
taşıyacak – kutsal tapınak = malkut = tümüyle özgecil ve düzeltilmiş, kutsal = ruhani,
ayrılmış.
Kabalist Prof. Michael Laitman’ın bir röportajından:
“Kendi kaderini ve tüm dünyayı yönlendirebilmek için Yahudi olmak gerekir – yani öteki
tarafa geçmiş olmak. Yahudiler bir ulus değildir, ruhani aleme geçmenin yani Yahudi
olmanın metodunu öğrenmiş bir grup insandır – bu dünyadan diğer aleme geçmenin
yolunu bilenler. Dolayısıyla Yahudi ırkı diye bir ırk bulunmamaktadır çünkü böyle bir ırk
başlangıçta bile hiç olmamıştı.
Hz. İbrahim Kabala metodunu almadan önce – Tevrat – bu grup insan bir avuç çöl
insanıydı tıpkı Mezopotamya bölgesinde yaşayan bir sürü diğer insan gibi. Yahudi'yle
diğer bir insanın arasındaki fark insanın yaratılışının amacını öğrenmesidir, dolayısıyla
bunu tüm insanlara gösterme sorumluluğunu üzerine almış olur. Bu sorumluluğu
yerine getirmediği sürece tüm dünyayı kötülük götürür.
Mısır’dan çıktıktan ve İsrael topraklarına ulaştıktan sonra, 1. ve 2. tapınak dönemleri
dahil olmak üzere bir çok Yahudi yüksek bir ruhani seviyedeydi (Mısır kabalist
kitaplarda egoizmi temsil eder ve Yahudi daha önce belirttiğimiz gibi öteki tarafa
geçmiş olan insana denir. Bu yüzden fiziksel ülke ve fiziksel din mezhebinden olan
insanlarla karıştırmayın).
O dönemde kabalistler eski dünyaları koruyabilmek ve bu dönemlerdeki düşüşü
durdurabilmek için duruma müdahale ettiler. Bu dönemde insanın egosu daha
yeterince gelişmediği için hala Yaratan’ın seviyesine ulaşmak gibi bir arzu henüz
insanda belirmemişti. İkinci tapınağın yok oluşundan sonra ise Yahudilerin görevi
dünyaya yayılıp diğer insanlarla kaynaşmaktı. Bu yüzden kabalistler bu devirde
dünyanın her köşesinden, dininden ve ırkından gelebilir. Bu karışma safhasında ve
reenkarnasyonların oluşmasıyla Reşimot denilen ruhani hafıza bu dünyanın hayvansal
arzularından, “Adam” seviyesi olan Reşimot'a doğru geliştirilmiş oldu – insanın kaderini
algılayabilme seviyesine, ruhani hayata ve gerçeğin yönetimini anlayabilme seviyesine
gelinmeye başlandı.
Peygamberler bizim zamanımızla ilgili özellikle şöyle derler: sizler özel ve kutsal bir
ulus olacaksınız ve diğer ülkelere ışığı taşıyacaksınız. Bu durumdan kendimizi
öğrenmemiz lazım ve diğer insanlara kendilerini öğrenmeleri için Kabalayı öğretmemiz
lazım ki ruhları gelişsin ve üst dünyaları ve Yaratan’ı hissedebilsinler.
Ders – 7 İnsanoğlunun İçinde Bulunduğu Çıkmaz Durum
Şu ana kadar gördük ki gerçeğin kanunu insanoğlunu hep iyiye ve mutluluğa doğru
götürmek için var. Peki bu yolda neden bu kadar üzüntü ve acı var? Madem üst
dünyalar bize iyilik gönderiyor, neden kendimi kötü hissediyorum ve mutsuzum?
Öğrendiğimiz kadarıyla insan gerçeği zıtlık kanunuyla yaşıyor: soğuk – sıcak, acı –
tatlı, ama gerçeği incelemeye başladığında olan bitenlere anlam veremiyor. Nasıl olur
da doğanın yasaları hep bizlere karşı özgecil oluyor ama ben buna karşılık kendimi
kötü hissediyorum.
Peki nasıl oluyor da bir yandan doğa bize özgecil ve iyi davranıyor diyebiliyor ve öteki
yandan da kendimizi kötü hissediyoruz. Genelde her hangi bir insana sorsanız size
Allah’ın iyi olduğunu ve O’nun duaları kabul edip gerçekleştirdiğini söylerler- ama
kötülüğün neden var olduğunu anlamamız ise çok zor – kötülüğün, iyiliğin geldiği
yerden geldiğine ve aynı kaynaktan olduğuna ilişkilendiremeyiz.
Dünyadaki terörü, depremleri, savaşları ve iflasları O yapmıyor mu? Eğer O yapıyorsa
neden yapıyor? Ve O yapıyorsa neden binlerce yıldan sonra bunları yapmayı bıraksın
ki? Uçmak istediğimiz zaman yer çekimi birden bire durup bizi havaya uçurmuyor.
Bu çelişkiyi bir örnekle açıklayalım:
1. Safha – insan olgunlaşana kadar doğa ona iyi davranır; duran, büyüyen, yaşayan,
konuşan. Her safhada belli bir düzen var, doğa kanunları işlemekte ve insana annesinin
yada babasının, akrabalarının ve çevresindeki dünya vasıtasıyla büyüyüp gelişmesi için
herşey o kişiye verilir.
2. Safha – insan doğa tarafından büyütülüp olgunlaştırılınca; insan bağımsızlığına
kavuşur kavuşmaz ve gelişme sürecini tamamladıktan sonra, aynı doğa ona tam zıt
şekilde davranmaya başlar. Acımasız, zalim ve talepkar davranır, sanki kişiden bir şey
istiyormuş gibi. Ama neyin talep edildiğini insan anlayamaz. Peki olanlardan ne
anlamalıyız? Doğada bir düzenin olduğunu, bağışlayıcı ve yardımcı olduğunu mu? Yada
doğanın tümüyle bir kaos halinde kuralsız, düzensiz herkesin istediğini yapabildiği bir
halde yürütüldüğüne mi?
BARIŞ adlı makaleden; yazar Baal Hasulam
İlahi Taktir ve Çelişkileri
“Kendi önündeki gerçekleri inceleyen bir kişi gerçeğin iki zıt kutba ayrıldığını görür.
Gerçeği ve yaratılanları her haliyle araştıran kişi tüm yönetimin hem ilk yaratılışın hem
de sürekliliğin sağlanması olarak nasıl erdem ve beceriyle işlediğini görür.
Örneğin insanın yaratılışını ele alalım: anne ve babasının sevgi ve mutluluğu ilk sebep
ve ona bakılmasının garantörü bu sevgi ve mutluluk. İlahi taktir onu babasının
beyninden bir damla alarak hayat almasını ve güvende olmasını sağlar. Ona günlük
yiyeceğini verir, annesinin rahminde güvenli bir ortam sağlar. Ona sürekli bakan bir
bakıcı gibi anlık bile ondan dikkatini ayırmaz ta ki dünyaya gelmeye hazır olana kadar.
O zaman ona etrafındaki duvarları yıkacak güç verir ve tıpkı eğitilmiş bir asker gibi
kendisini dünyaya getirecek yolu bulur. Doğduktan sonra bile ilahi taktir onu yalnız
bırakmaz, ona zorluklardan geçmesinde yardımcı olsunlar diye anne ve baba
diyebileceği iki insan verir. Sadece insan değil tüm hayvanlar ve bitkilerde bu şekilde
sürekliliklerini sağlarlar.
Doğanın bu sürekliliğini inceleyenler büyük karışıklıklar görürler, sanki lidersiz ve ilahi
taktirin olmadığı bir düzen varmış gibi. Kötülük her tarafa el atmış ve iyi insanların
üzerinden acımasızca geçiyor.
Unutmayalım ki bu çelişkili görüntü mantıklı her insanın gözleri önünde ve yıllardır da
akılları düşündürmekte. Bir çok metot var olan bu zıt kutupları açıklamaya çalışır.”
Doğayı yöneten düzenli bir yapı, mutlak hesaplamalarıyla ve formülleriyle işleyen bir
kanun var mı? Doğada hiç israfın olmadığını görüyoruz, yada hiç bir kuralın olmadığını
– herşey sanki bir kaos ve ben her istediğimi ne zaman isterse yapabilirim.
Bu sorulara olan cevaplara bir göz atalım. Baal Hasulam’ın açıklamasıyla insanoğlu
dört ana açıklama getirdi:
Doğa
Bazılar bu çelişkilerin düzeltilmesinin mümkün olmadığını ve bu gerçeği yaratan ve
sürekliliğini sağlayanın hiç bir zeka ve hissi olmadığını savunur. Erdemli ve mutlak bir
şekilde işleyen bir gerçeği yaratmasına rağmen bu gücün bilgi ve hisleri yok. Dünyayı
hiç bir plan olmadan yarattı ve herşey bu şekilde olu verdi, zira zekası ve hisleri olsaydı
bozuklukların olmasına izin vermezdi ve yaratılanlara böyle acımasızca davranmazdı.
Eğer erdem ve his sahibi olsaydı bu kadar savaş, hastalık, ölüm, trafik kazlarında ölen
bebekler olmazdı. Bu mantıkla bu düzenin hiç bir zeka ve his sahibi olmadığına kanaat
getirdiler ve dolayısıyla kızacak yada dua edecek kimsenin olmadığı sonucuna geldiler.
Bu kanuna “Doğa” dediler.
İki Otorite
Bazıları biraz daha ekiydi ve dolayısıyla Doğa Teorisini kabul edemezdi. Doğayı
inceledikçe herşeyin ne kadar kusursuz organize edildiğini ve hiç bir insanın asla bu
düzeni kuramayacağını ve daha da iyileştiremeyeceğini gördüler. Sonuç olarak hisleri
ve zekası olduğuna kanaat getirdiler. Ancak hala iyi ve kötü arasındaki bu çelişkiyi
açıklayamadılar ve iki gücün – iyi ve kötü – olduğuna kanaat getirip bu iki gücün
sürekli birbiriyle kontrol için çarpıştığını savundular. Bu varsayımdan bir sürü kanıt,
hikaye ve sembol, gelenek vs. türettiler.
Çoklu Tanrı
Bu teori İki Terinin bir uzantısı, zira gerçeğin çok daha komplike olduğuna ve sadece iki
güçle tanımlanamayacağını savunarak, her hareketin ve maddenin bir güç vasıtasıyla
işlediğini savundular. Örneğin güzelliğin, zenginliğin, gücün vs sembollerini yarattılar
ve bu güçlerin bağımsız olarak hareket ettiğini ve bu nedenden dolayı çelişkiler
olduğunu öne sürdüler. Bu teorinin farklı düşüncedeki savunucuları kendi arzularına
göre farklı tanrılar yarattılar.
Dördüncü Yaklaşım
Daha güncel olarak, bilim ve insanlık ilerledikçe ve giderek daha çok şey keşif ederek
önceden gizli olan ve birbirleriyle bağlantılı olan bazı şeylerin yüzeye çıkması sağlandı.
Tüm evrenin nasıl tek bir düzen dahilinde, tıpkı insan vücudu gibi işlediği ortaya çıktı
ve dolayısıyla tekrar iyi ve kötü arasındaki çelişki yüzeye çıktı.
Bu noktada bazıları her kim bu düzeni kurduysa tüm evreni erdemle yönetmekte ve
hislere sahip olduğu varsayımında bulundular. Ayrıca bu Yaratıcının erişilmez olduğunu
ve bu dünyanın O’nun için çölde bir kum tanesi kadar önemsiz olduğunu ortaya
koydular. Dolayısıyla bizler O’nun umurunda değiliz ve doğru düşündüğümüz herşeyi
yapabiliriz.
Tüm bu metotlara rağmen, evrenin kanunlarıyla oluşan gerçekleri birbirine daha
yakınlaştırmaya çalışırken binlerce yıldır hiç birşeyi değiştiremedik. Dünya her zamanki
haliyle işlemekte ve hatta anlamaya çaba sarf etmemize rağmen, daha iyi bir gelecek
yaratmak arzusunda da olsak sanki o iyi his denilen huzur ile aramızdaki mesafe daha
da fazla.
Peki neden herşey insandan gizli?
Barış adlı makale hakkında bir sohbetten / Prof. Michael Laitman
“Neden herşey insandan gizli? Görmesi yasak olduğundan değil ama bu kadar çok şeyi
görürse delirir. Üst dünyaların, Yaratan’ın ve ruhani zevklerin bizim algılarımızın
ötesinde olduğu ve bizden gizli olduğu söylenir çünkü bunların tadına varır varmaz
insanın bu zevklerin bağımlısı olacağı bir gerçektir. Bu bağımlılık insanın kendi bencilliği
içerisinde yüzmesinden farksız olur, tıpkı herkesin önünden kaçan hırsızın, yakalayın
hırsız diye bağırması gibi. Bu yüzden gizliler. İnsanın arzusuna bağımlı olmaması için.
Eğer insan ruhaniliğe özenmezse ve bunu arzulamazsa ruhani zevklere karşı bir saygısı
olmaz.
Farklı bir Kliyle, farklı bir eksiklik hissiyle ruhaniliği özgecil arzularla ister, Yaratan’a
yakınlaşmak ve O’na sarılmak için. Bunu kendi isteği için yapmaz. Barış adlı makalede
Baal Hasulam bu yolu tümüyle rededer ve insanın bilimsel olarak, mantıkla ve
nedenlerle düzeltilme yolunda ilerlediğini ancak düzeltilme yolunda ilerlemesinin daha
verimli olacağını anlatır.
... o zaman Yaratan kim? İnsanın düzeltilmiş yanları insana Yaratan’la ilgili
bilgi verir, O’nun formuyla ilgili yapıyı algılamasını sağlar. Ama bunlar
Yaratan değil, sadece kişinin içinde düzelttiği O’na ait özellikleri, yapısı,
karakteri. Bu yanlarını Yaratan’a endeksli olarak düzeltti, dolayısıyla Yaratan
gibi tabirini kullanabilir. Neden? Çünkü bu şekilde insan Yaratan’a yakın
olmak ister çünkü karakterleri birbirine benzer olur.
İnsan Yaratan’la aynı özellikleri taşıdığını nasıl anlar? Çünkü bu yanı zevkle
dolu olur. Ama zevkler Yaratan değil. Bir koşul var, zevk sadece Yaratan’a
benzerliği kadar Kliyi doldurur. İnsan asla Yaratan’ın özüyle bir iletişime
girmez, O’nun kim olduğuyla, ne olduğuyla ilgili hiç bir bilgimiz olmaz.
“Davranışlarından Seni biliyoruz” sözleri bunu ifade eder. Bize olan
davranışlarından O’nu tanırız, yoksa O’nu tanımıyoruz ve bilmiyoruz.
Kabalada en büyük ilke, algılamadığımız ve mutlak olarak bilmediğimiz hiç bir
şeye isim vermeyiz ve hakkında konuşmayız. Sadece kesin bilinen bir şeye
isim verilir ve hakkında konuşulur.
Sonuç olarak şu soruyu sorabiliriz: Belki aradaki mesafe ve çelişki işleyen bu güçte
değil ama kendi içimizde?
Çocuk örneğine geri dönelim. Çocuk büyüyene kadar ona bir şekilde doğa göz kulak
oluyor ve büyümesini sağlıyor. Aynı erdemlikle büyüdükten sonrada bir güzel fırçalıyor
ve zalimce davranıyor, belki de kişisel gelişmesi için bunu yapıyor? Peki neye göre
gelişmem gerekiyor, neden gelişmeye ihtiyacım var? Hiç gelişmeden çocuk olarak
kalsam nasıl olgunlaşırım? Evlenip kendi hayatının dizginlerini eline alınca. Bunu
yapana kadar büyüdü kabul edilmez.
Ancak doğanın gelişim olarak bizden istediği henüz belli değil. Doğayı araştırdıkça nasıl
derin bir erdemle tüm evreni sardığını görüyoruz, herşeyi nasıl hazırladığını ve bize
olan acımasızlığının bizden ilerlememiz için bir istek olduğunu. İnsan sadece
kendisinden ne istendiği sorusu üzerinde yoğunlaşsa bunun cevabını sorgudan
bulabilir.
Doğanın düzenlemiş olduğu bu doğal gelişim dışında kendi özgür irademi nasıl kullanıp
ilerlemeye ve gelişmeye devam edebilirim? Bu yüzden insan sanki kendi seçimleriyle
büyüyormuş hissini alır, sanki doğa herşeyi onun özgürce seçebilmesi için önüne
koymuştur. Bu varsayımdan yola çıkan insan, hayatı boyunca başına gelen şeylerin
mantıklı bir açıklamasını geliştirir. Tüm gözlemlemeleri dahilinde herşey gayet açık ve
nettir, doğanın kanunları belli olur. Doğanın kanunlarına uymadığımız zaman doğa bize
vurur ve bu yasalara uymamız için bizi hizaya getirir.
Yüzme bilmiyorsam nehre bağırıp çağırmamın bir anlamı yok, o yüzden gerçeği
kendime göre değiştirmeye çalışmaktansa kendimi gerçeğe yönelik çevirmek daha
uygun. Üşüdüğüm zaman üzerime birşey giyerim, peki daha derin konulara inildiğinde
neden dünyanın bana göre değişmesini bekliyorum da kendimi değiştirmeye
çalışmıyorum? Bu soruları insan kendisine sordukça cevap aramanın doğru olduğu
kanaatine varır, doğanın kanunları dahilinde nasıl yoluna devam edeceğini bulmaya
çalışır.
İnsan iyi ve kötünün bir amaç için yaratıldığını anlayınca, tıpkı doğadaki herşey gibi,
özgür seçim hakkının verilmesi konusunda şikayetçi olmayı bırakır ve artık büyümeye
başlar.
Artık küçüğün küçük olarak kalmak istemediğini anlar, doğal yollardan büyümenin
daha doğru ve iyi olduğunu anlar. Büyüğün daha kontrol sahibi, daha büyük ve onurlu
olduğunu anlar. Bazen kendi rahatı için çocuk olmaya geri dönmek istese de doğa ona
baskı yaparak büyümesini zorla gerçekleştirir.
Doğa aslında sürekli bizi bir üst noktaya doğru iter. Doğanın motoru bu, bizi arkadan
öne doğru iter, Baal Hasulam buna “gelişimin baskısı”der. Bu itiş büyüdükten sonrada
durmaz, bu yüzden ızdırap çekeriz. Bizi iten güç aynı güç sadece üzerimizde farklı
işliyor. Dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz çelişki ve mesafe doğadan yada üst
dünyalardan kaynaklanmıyor, kendi içimizden kaynaklanıyor. Yasa tek ve sabit,
değişmez, tek formül, tek düşünce; tüm resmi göremediğimiz için mesafe ve boşluk
hissediyoruz. Parçaların nasıl bir araya geldiğini bilmediğimiz içinde sürekli asabiyet
yapıyoruz ve stres yaşıyoruz. Problem bizim anlayışsızlığımızdan kaynaklanıyor,
nedenleri, hayatın işleyişinin nasıl tek amaca yönelik olduğunu, iyi ve kötüyü, karanlık
ve aydınlığı, düzen ve kaosu birbirine bağlayamadığımız için sürekli sıkıntı çekip
bunalıma giriyoruz.
Ancak insan tüm bu işlevlerin bir amaca yönelik olduğunu görünce o amaca yönelmeye
başlar ve özgür idaresi dahilinde etrafında olan herşeyi bu amaca ulaşabilmek için
kullanır, bağımsız olup bir üst dünyaya yükselebilmek için. Ondan sonra boşlukların
aslında olmadığını anlamaya başlar, herşeyin nasıl önceden mükemmel bir şekilde
organize olduğunu görür. İnsanın daha yücelebilmesi niyetiyle bu kötü hisleri
yaşadığını ve acı/zevk hisleri arasında bir kukla gibi oynatıldığını görür – ama artık
özgür iradeyle yükselmeyi seçebilir.
Sonuç olarak insanoğlunun problemini anlamış bulunuyoruz ve nasıl mevcut teknik ve
metotların bir çözüm getirmediğini de görüyoruz. Ayrıca hayatta yaşadığımız tüm acı
ve baskıların bir amacı olduğunu artık kavradık – insanı karanlıktan aydınlığa çıkarmak
ve kendi iradesiyle büyümesini sağlamak için.
Ders – 8 Ruhani Dünyaların Yapısı
Ana Bölüm:
Kabala’da gerçeği beş Dünyaya ayırırız. Dünya kelimesi Hibranicede He’Elem
(gizlenmiş) kelimesinden gelir. Bir Dünya tüm arzulardan oluşur; arzular, kelim (Kli'nin
çoğulu) ve ışıkların spesifik bir hal içerisinde permütasyonlarla ilişki içerisinde
olmasıdır.
Neden 5 Dünya?
Daha önce dört Behinot'un Direk Işığı açıklamasında gördüğümüz gibi tüm dünyalar
aynı kalıptan yaratıldılar: beş duyu, Yaratan’ın özellikleri, dört Behinot, Galgalta ve
Eynaim (kafa tası ve gözler) + AHAP (Af/Hotem, Awzen, Peh: burun, kulak, ağız) ve
vs.
Dünyaların sırası
Gerçeğin her halini tanımlayan durum nedir?
Gerçekteki her safha ışık ve Kli'nin birleşmesiyle olur, Yaratan ve yaratılan, karanlık ve
Işık. Kli olmadan ışığın olması mümkün değil, çünkü Kli'yi dolduracak yada
hissettirecek bir şey olmaz.
Ayrıca ışık olmadan da Kli olmaz, çünkü Kli'ye ışık hayat verir, dört Behinotta
gördüğümüz gibi. İnsan bilinçli olarak sadece niyetinin yaklaşımını değiştirip düzelterek
gerçeği hissedebilir; doğmuş olduğu yapısından özgecil bir yapıya bürünerek. Bu
yaklaşıma Masah (perde) denir, ve arzu = Kli. Arzu Masahla beraber işlev görür buna
Partzuf (yüz) denir. Gerçek Partzuf'un içinde görünüm alır, dolayısıyla gerçeğin her hali
ona ait yüzle izah edilir.
Ruhani Partzuf
Tekrar edelim, Partzuf, Masah ve Kli nedir?
Partzuf = Kli (almak için arzulamak) + Masah (6.his, özgecil olmak niyeti ya da
perde)
Partzuf 3’e ayrılır:
Roş (Kafa), Toh (İç kısım) Sof (Son).
Roş = kendi içimde durumu değerlendiren ve kararları veren yanım.
Toh = arzumun içerisinde ışığı alan kısım, mutluluk, Yaratan’ın hissi.
Sof = Işığın/ Yaratan’ın yapısına ters olduğu için içimde ışığı hissedemeyen/ içine ışığı
alamayan kısım.
Roş ve Toh’u birbirinden ayıran kısma Peh denir (ağız).
Toh ve Sof’u ayıran kısma Tabur (göbek) denir;
Partzuf'un sonuna Sium (sonek) denir
Partzuf hangi parçalardan oluşur
Partzuf, gerçekteki herşey gibi 10 Sefirot’tan oluşur
Roş = Keter, Hohma, Bina (KaHaB),
Toh = Hesed, Gevurah, Tifferet (HaGaT) ve
Sof = Netzah, Hod, Yesod, Malkut (NeHYM)
Her seviye için yeni bir Partzuf vardır ve her Partzuf Yaratan’la yaratılan arasında ki
benzerliğe tekabül eder. Malkut’un (istemek/arzulamak) Yaratan’ın özelliği olan Bina’ya
(özgecillik), kendi içinde eşitlemesi.
Aşağıdaki diyagram bir Partzuf'un şekil olarak çizimidir, unutmayalım ki bin bir farklı
şekilde bunu çizebiliriz – çizimler sadece algılamayı daha fazla arzulamamız için bir
araçtır ve gerçeğin böyle olmadığını, bu çizimlerin insanın bir iç halini, arzularını ve
düşüncelerini sembolize ettiğini hiç unutmamalıyız.
içerisinde olduğunu vs
Partzuf ruhani bir halin temsili, ruhani bir seviye olduğundan, yaratılanı Yaratan’a
doğru götüren basamakları Partzufim’e (Partzuf'un çoğulu) ayırırız ve dolayısıyla beş
dünyayı da Partzufim'e ayrılabiliriz.
Her dünya 5 Partzufim'den oluşur:
Atik: (Çok Eski)
Arih Anpin: (AA) (Uzun Yüz)
Abba ve İma: (AVI) (Baba ve Anne)
Zer Anpin: (ZA) (Küçük Yüz)
Nukva: (Kadın/ Dişi)
Her Partzuf ayrıca kendi içerisinde de 5 Partzufim'e ayrılır. Yani AVI kendi içerisinde de
Atik, AA, AVI ve ZON (ZA ve Nukva’ya bir arada ZON denir) bulundurur.
Sonuç olarak 5 Partzufim x 5 Partzufim x 5 Dünya = 125 basamak eder; Yaratan ve
insan arasındaki mesafe. Bu mesafe aşılınca Yaratan’la yaratılan eşitlik ve bütünlük
sağlar.
Eğer üst dünyaları anlayabilir ve algılarsam kendi dünyamızın gerçeklerini
anlayabilirim, tüm bunları bu yüzden çalışıyoruz, bu yüzden bizi ilgilendiriyor.
Daha yüce bir seviyeye gelebilmek için, bir çocuk oyuncaklarla oynar ve hayalinde
gerçekmiş ve oyuncağın gerçeğini sanki kontrol ediyormuş gibi bir zeka geliştirir,
“oyuncak araba yarıştıran bir çocuk gerçek bir araba yarışçısının zekasını edinir”.
Tüm bu dünyaların yapısı içerisinde, Adam Harişon (ilk insan; Adem) adında bir Kli
yaratılmıştı. Adam’ı Tarzan gibi ormanda çıplak dolanıyormuş gibi hayal etmemeliyiz.
Bizim dünyamızda bulduğumuz şeylerle alakası yok, sadece ruhani bir güç.
Adam HaRishon adındaki bu ruh Bilge Ağacı günahı denilen bir işlemden geçer ve
bunun karşılığında 600,000 parçaya bölünür, ve giderek parçalanmaya devam ederek
HaOlam Haze’ye (bu dünya) iner.
Kendimize bu noktada şunu sormalıyız, neden dünyalar var ve bu dünyaların içinde
yaşayan bir ruh neden var? Bir ruhu yaratmak neden yetersiz?
Bu zamana kadar öğrendik ki Yaratan ve yaratılan yapı olarak birbirlerine tümüyle ters.
Yaratan özgecil bir kanun ve yaratılan sürekli kendi mutluluğu için bir şeyler isteyen bir
varlık. Dolayısıyla yaratılan Yaratanı anlayamayacak durumda ve O’nunla direkt olarak
bir bağ kuramamakta; ancak bir iletişim mekanizması kurmanın ihtiyacı var.
Nasıl iki insan aralarındaki hisleri ve düşünceleri paylaşabilmek için ortak bir dil
konuşmak durumundalarsa bizde bir iletişim yolu oluşturmak durumundayız. Tıpkı bir
anne ve çocuğu gibi; annenin tüm tecrübe ve aklını çocuğuna vermek istemesi gibi,
ama bu imkansız. Dolayısıyla özel bir ilişki geliştirir; çocuğuna yapabilmesi için izin
verdiği şeyler ve ona yasakladığı şeyler, ödül ve ceza – böylelikle anne kendi aklını
çocuğuna taklit yoluyla geçirir. Eğer anne sobaya uzanan ele tokat atarsa, çocuk bu
davranışın tavsiye edilmediğini anlar.
Bu durum üniversitede öğretmen ve öğrenci ilişkisinde de vardır. Hocanın aklını
öğrenciye bir program gibi yükleyemezsiniz. Ancak belli metot, sistem ve testler
sonucunda öğrenci kendisini hocasına endeksler ve gelişir. Bu yolla öğrenci problem
çözdükçe hocasının aklını edinir.
Yukarıdaki açıklamalardan da dünyaların (Olamot), Yaratan’la bir konuşma sistemi
olduğunu kabul edebiliriz.
Ruhu ve Olamotu anladık, peki ruhu neden kırıp böldü?
Kabalistler Adam Harişon denilen ruhun Yaratan’la bütün (Dvekut) halinde yaratıldığını
söylüyorlar, ama hala Yaratan’a bağımlı olarak ve habersiz. Bu şekilde yaratılmış.
Adam Harişon’un bir melek olduğu yazar.
Bu durum özellikle yaratılan varlığın bağımlı durumdan bağımsız duruma geçmesi için
düzenlenmiş. En zıt ve karşı kutuptan, bağımsız olarak Yaratan’ın halini edinebilmek
için, aksi taktirde Yaratan yaratılana ne kadar mutluluk verse de yaratılan hep utanç
hisseder.
Dolayısıyla Yaratan’ın yaratılanı kendisinden uzak tutmasının nedeni O’nun kötü olması
değil, tam tersi O hep sevgi dolu ve özgecil – insanı hep mükemmelliğe ulaşabilmesi
için yönlendiriyor ve yaratılanı kendisine bağımlı kılmak istemiyor. Ancak bu durumu
algılayamayan yaratılan durumu hep kötü olarak tecrübe edinmekte.
İnsan Yaratan’a doğru yükseldikçe, bağımsızlığını edinir. Kendisi bilinç seviyesini artırır,
önce Olam Haze’den başlayarak ve sonunda sonsuzluğu (Ayın sof) edinene kadar.
Dünya’nın aslında ne kadar zengin ve mükemmel olduğu ve bizim algılarımızın ne
kadar kısıtlı olduğu ortada. Kabalistlerin neden şu anki halimizin hayatın alında
olduğunu, çünkü şuanda hayatta değiliz, anlamaya başlayabiliriz. Bu yükselişe
başlayabilirsek, gerçek hayatı keşif edeceğiz; mükemmelliği, mutluluğu ve sonsuzluğu.
Hepimiz gözlerimizi açıp uyanmalıyız, gerçeği görüp yaşamalıyız.
Ders – 9 Ruhani Çalışma (İç Efor)
Bir önceki ders de insanın etrafındaki gerçeği kullanarak çabuk ve bağımsız olarak
dengeli bir şekilde büyüyüp gerçeği edinmesi gerektiğini gördük – insanın kendi içinde
gerçeği yansıtan yasaların işleyişini ve gerçeği edinmeyi. Bu ders de insanın hayatı
boyunca izlediği yolları ve içinde bulunduğu hallere değineceğiz.
Bilincin Sınırları adlı makaleden, “Kabala denilen tecrübe”, Kabalist Michael
Laitman:
Ruhaniliği anlamak için sadece mantıklı bir yaklaşım yeterlimi?
“Ruhaniliği anlamaya hiç bir mantık yardımcı olamaz, çünkü tümüyle mantığımızın ve
aklımızın ötesinde – bu yüzden ruhaniliği hissedemiyoruz. Duyularımız ve mantıkla
işleyen beynimizle sadece algılayabileceğimiz şeyleri araştırabiliriz – bu bilginin
tümüne “bu dünya” denir.
Üst dünyaları hissedebilmek için, yeni duyulara sahip olmamız lazım – perde diye
adlandırdığımız. Sadece bir perdeyle üstümüzde olanları, şu anki kalıbımızın daha
üzerindeki gerçeği ve doğal hislerimizin algılayamadıklarını hissedebiliriz. Üst dünyaları
algıladıkça, mantığımız da değişecek – farklı bir mantık ve farklı bir zeka edineceğiz.
Başlangıçta, üst dünyalarla ilgili bilgi ve mantık ediniriz – edindiğimiz bu bilgi ve
mantık kadar da üst dünyaları hissederiz. Perdeyi kabala’nın erdemini kullanarak
edinebiliriz.
Dünyamızda olan herşey üst dünyalardan (üst köklerden) yansıdığı için, bu dünyanın
sınırlı bilgisiyle var olup tam olarak olayların neden olduğunu anlamak mümkün
değildir. Kurulan bu sistemin çoğu bu dünyayı araştıranların dışında. Dolayısıyla birisine
davranışlarının sonucunu bilmeden, herhangi bir konuda tavsiye vermek mümkün
değildir.
Kişi belli bir metodu uyguladıkça, zamanla kontak kurduğu objelerin derin bilgisine
ulaşır. Dünyamızda olan herşey keşif ederek bilmek, alışkanlık olarak edinmek ve bu
şekilde anlamak üzerine kuruludur. İlk etapta Yaratan’la aramızda büyük farklar olup
çevremizi anlamak imkansız gibi gelse de gelişim bu şekilde devam eder.
Etrafımızdaki objeleri kendimizden ayrı olarak hissederiz. Yani obje algılanan bir
cisimdir ve anladığımız şey anlaşılan objedir. Algılama esnasında, algılanan objeyle
algılayan arasında bir bağ olmalıdır, bu bağ insana çevresiyle olan bağın hissini verir.
Duyularının verdiği bilgileri ve hisleri öznel olarak kabul eder, ancak bu bilgileri öznel
ve doğru kabul etmek bir hatadır. Kabalaya göre yaratılan ve Yaratan’dan başka hiç bir
şey yok, dolayısıyla diyebiliriz ki gördüğümüz ve hissettiğimiz herşey Yaratan’ın bizim
gözlerimizde ve hislerimizdeki hali. Her ruhani seviyede, O’na daha yakın bir görüntü
elde ederiz, ancak gerçek görüntü en üst seviyeye ulaşınca ortaya çıkar – tüm
dünyalar, dışımızda hissettiğimiz tüm objeler bizi çevremizdeki dünyayla bağlayacak iç
hisler olur, kendi yegane halimizde.
İki Hal - Kendi ruhani halini geliştirmeye çalışan ve gerçek çabasıyla iç hislerini
değiştirmeye çalışan bir kabalist sürekli iki hal içerisindedir – ruhani inişte yada ruhani
yükselişte. Ya tüm dünya kaos ve karmaşık olarak her zaman ki haliyle belirsiz ve
düzensiz gibi gelir ya da herşey bir bütünmüş ve Yaratan’ın arzuları dahilinde
gelişiyormuş gibi algılanır. İnsan bu duyguları hissederse neden bu hali yaşadığını ve
neden durum içerisinde olduğunu anlar.
Öteki tarafta bu gelişimden geçmeyen bir insan etrafında olanların nedenini bile
anlamadan ve çevresindekileri fark etmeden yaşar.
Amaç – ruhanilikte amaç insanın bir seviyeye ulaşmasıdır, bu yolda kişi için her saniye
çok değerlidir ve geriye dönüşü olmayan bir haldir. Kararlılık sürekli insana bu iki uç
hissi verir, ve daha da uç noktaya ulaştıkça bir halimizden diğer bir hal hakkında bilgi
ediniriz: - bu dünyada olduğu gibi, gece ne kadar karanlık olursa gündüz sanki o kadar
aydınlık ve tersidir. Bu çelişkilerle insan bulunmak istediği hali tanımlar, daha yüce olan
üst güce kenetlenmiş hali.
İnsan bu yoldayken rahatsızlıklar gönderilir, bu insanı yavaşlatır ve ayrıca neden bir
bütünlük hissi içerisinde olmadığının bir göstergesidir. Ancak bu rahatsızlıkları aşarsa,
yani bunların zaten tek bir düşünceden kaynaklandığını görüp, kendisinin sadece bu
hisse uzak olduğunu görmesi, kişinin iç halinin kabala kitaplarında yazdığı safhalardan
geçtiğini gösterir.
Bahsedilen bu haller neler? – Gelişimini gözlemleyen bir insanın algıladığı
gerçekler neler?
İlk hale “ızdırap” denir.
İkince hale “Kutsal Şehina” denir; İnsan ya Yaratan’ı tüm dünyaların (ruhani ve
materyal) mutlak yöneticisi olarak kabul eder, ya da ızdırap çeker. Izdırap nedir?
Izdırap kişiyle gerçeğin hissi (bütünlük hissi) arasındaki mesafedir. Peki ızdıraba neden
gerek var?
Izdırabın Kullanılışı - İnsan gerçeğe olan tavırlarını egoistlikten özgecilliğe geçmek
için değiştirmeden önce, yani tek gücü edinmeden (tüm gerçeği içeren tek yasa
denilen - Şihina), kendi dünyasını egoistliğinin içinde acı dolu olarak hisseder çünkü
tatminkar değildir. Aslında acı ve üzüntü insanı ilerleten pozitif bir güç, hala
düzeltilmemiş Kelim'in de karanlık ve sırtı dönük denilen kavram.
İnsan içindeki kötülüğün hissini kullanarak neyin düzeltilmesi gerektiğini anlar, bu
anlayış insanı gelişmeye iter. Bedendeki ağrı gibi, eğer sinir bağlarımın beynime olan
bağını kopartırsam acı hissini öldürürüm, o zaman kendime zarar verdiğimi hiç
hissetmem – mesela elimi ateşe koyarsam bunu hissetmem. Acı insan için faydalı,
insanın kendisine zarar vermeden ilerlemesini ve dolayısıyla doğru davranmasını
sağlar. Bu mekanizmanın aynısı ruhanilikte de vardır.
İnsan fiziksel acıya karşı kendisini korumaya zorlayan davranışlarının, daha üst
seviyelerde mevcut olduğundan habersizdir – zihinsel ve ruhani hisler de aynı şekilde
yaratıldılar. Acı insanın kendisini nasıl yönlendireceğini fark etmesi için var, kendisine
daha fazla zarar vermesini önlemek ve daha iyi yaşayabilmesini sağlamak için. Acı
zarara gelmeden önceki sınır noktasıdır, bu noktaya kadar gelmemize izin verilir.
Zihnimin bu durumun farkında olması kendimi iyiye yönlendirmeme yardımcı olur.
Aslında herşeyi hislerim tayin eder ve herşeye hislerim yön verir.
İnsanın hissi gerçeği belirler – evet, eğer insan altıncı hissini açarsa, ruhunu, ve
gerçeğimizin arkasındaki gerçeği görürse, işleyen güçleri, mekanizmaları işleten
düşünceyi – o zaman görür ki sadece bir tek düşünce var “Yaratan”. Anlar ki herşeyin
yöneticisi O ve çelişkiler, zıt kutuplarda yer alan hisler bile o bütünlüğün içerisinde –
tek bir parça olarak.
Şu an bile hepimiz o bütünlük halindeyiz, ışıkla dolu bir halde, mükemmel ve sonsuz.
Ancak insanın hayatı ne kadar hissettiğiyle sınırlı, gerçekte ne olduğuyla değil.
Bu ne demek? Tıpkı dünyamızda olduğu gibi, herşeyimiz olabilir: para, saygınlık, aile,
çocuklar vs ve hala ızdırap çekiyor olabiliriz – sanki bu hayat ölümden betermiş gibi.
Hiç bir şeyi olmayanlar – mutlu ve sakin, herşeyi olanlar ise endişe dolu ve mutsuz,
şikayetçi ve huzursuz. İnsanın neye sahip olduğu aslında hiç öneli değil, önemli olan
sahip olduğu şeyden aldığı hisler. Neyi görüp neyi görmediği. Herşeye sahip olup hala
hiç bir şeyi olmadığına kanaat getirebilir, gerçek istediği – onu tatmin edip doyuracak
olan şeye sahip değildir.
Aynı şey ruhanilikte de geçerlidir, tek fark ruhanilik daha elle tutulabilir, çünkü
belirlenen bir hal gerçek anlamıyla görülür, insanın içinde gerçekten hissettikleridir. Bu
dünyada insanın evi, ailesi, parası olup hiç birşeyi olmadığı hissini yaşayabilir. Bunun
nedeni aslında fiziksel herşeye sahip olduğudur ama hislerinde hiç bir kıpırdama
yoktur. O zaman insan sahip olduklarını görür ve neye sahip olduğunu anlar, algıları o
cisimle olan ilişkisi dahilindedir, gördükler dahilinde. Bu yüzden sadece gördüklerimizi
düzeltmemiz gerekiyor.
İnsan hislerini arındırdıktan sonra tüm insanlığın, dostlarının, ailesinin ne kadar
mükemmel bir durum içinde olduğunu görür – hatalı hiç bi şey yoktur. Ancak bu
durumu kendisini düzeltebildiği dereceye kadar görür. Bu yüzden “Her kim eleştiri
yaparsa kendi hatalarıyla yapar” derler.
Peki düzeltme yaptığım zaman geçmişin bıraktığı acı hala kalır mı?
Baal Hasulam’ın şimdiki zaman ve hissedilen ile ilgili gizli bir hikaye olarak açıklaması
var. Baal Hasulam, sanki üzgün bir melodi gibi diyor, tüm melodiler bir dil gibi ve
melodi söylenilmesi gerekenin yerini alıyor. Peki neden bazen insanlar kendilerini
ağlatan ve üzüntü hissettiren melodileri severek dinlerler? Çünkü melodi şimdiki
zamandaki acıyı yansıtmaz, ama insan her zaman şimdiki anda yaşar – melodi sadece
geçmişte yaşamış olduğu ve zamanla tatlanıp boşluğu kapatılmış olan bir üzüntüyü
hatırlatır.
Bu ne demek? Eğer insan geçmişte üzüntü çektiyse ve bu halini düzeltip şimdi daha iyi
bir haldeyse, geçmişteki acısını hatırlamaya değer. Hatırası içindeki Kli'yi uyandırır;
eksikliklerini, üzüntülerini ve bu halleri atlattıktan sonra beraberinde gelen doyumu.
Böylelikle hatıraları ona bir doyum verir. Gözyaşlarını tebessüme çeviren bu doyum (iyi
his) nereden gelir? Kli'nin doyumla birlikte uyanmasıyla gelir – içinde önceden
hissettiği ışıktan. İnsanlar bu hisleri yakalayabilmek için çok para harcarlar; sinema,
tiyatro vs. Ruhanilikte hiç birşey kayıp olmaz, önceki Kliler bile. Unutulan hiç bir şey
yoktur, herşey Kliyle bütünleşir ve giderek kli büyür. Tüm acılar ve tüm doyumlar
birbirine eklenir, böylelikle insan giderek daha fazla izlenim sahibi ve daha fazla
düşünce içerisinde olur.
İnsan bu izlenimleri nasıl biriktirir?
İnsan yaşadıkça hiç bir şeyin tesadüfi olmadığını görür, “şans eseri”, “kısmete bak” gibi
tabirler, olan olaylar karşısında ne kadar bilgisiz ve has bel kader yönlendirildiğimiz
hissini verir. Sadece insanın gücüyle Yaratan’ın gücü arasındaki bu benzer ve eşsiz
çelişki insanın tesadüf ve yetersiz bilgi sahibi olduğu hissini verir.
Işık yarattığı Kli'nin içerisinde bir izlenim bırakır, yani Kendisini (Yaratan) Kliye tam
tersi olarak kopyalar – tıpkı bir damganın ters olup kağıt üzerinde anlaşılır olması gibi.
İşte insanı uyanmaya iten tüm huzursuzluk, düşünceler buradan kaynaklanıyor, insanın
içinde uyanan herşey gerçeğin tam tersi. Bu durumun avantajı ve niyeti şöyle, insan
bu ters noktadan, ışıkla ilgili edindiği her izlenim ve düşünce sayesinde ruhaniliğe ve
sonsuzluğa doğru ilerler.
Bu incelemelerden sonra insan tüm arzularını ve düşüncelerini çabalayarak daha
faydalı hale çevirdikten sonra Yaratan’ı anlamaya başlar ve Yaratan’ın izlenimlerini
edinir. İnsan ters yönde ilerler, önce izlenimleri kendisine aittir, sonra Yaratan’ın
bilgeliğine ulaşır, davranışlarına ve O’na benzemeye başlar.
Dolayısıyla insan elementler arasındaki bu bağıları, negatif ve pozitif uçları, etken ve
etki, “ödül ve ceza”yı birbiriyle ilişkilendirmek için çaba sarf etmeli. Bu çabasının
sonunda, aslında bir kanunun olduğunu, ve bu kanunu uygulayan bir güç olduğunu
görür. Uçurumdan atlamak gibi, sonucun ne olacağını bilsekte bilmesekte fark etmez,
çünkü doğa kanunu olan yerçekimi sevsekte sevmesekte üzerimizde işler – bu duruma
kanun ve o kanunun yöneticisi var denir. Demektir ki, kanunlar var ve bu kanunların
arkasında bir düşünce var, kanunların işleyiş şekillerinin arkasında bir neden var.
Aslında tüm kanunların arkasında tek bir genel kanun var; “O’nun yarattığı canlılara
karşı özgecil olmak arzusu”, ve O’nun bu isteği, insandaki arzulamak duygusunu
bütünleştirip mükemmel bir hale getirmek ister. Bunun dışındaki herşeye ise
“varoluşun düşüncesi” denir. Varolan güçler bu düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkar
ve amaç arzulamak duygusunu tekrar bu düşünceye geri getirmektir. Varolan bu
güçlerin hareketine “bir yasa var ve bu yasanın bir de yöneticisi var” denir.
Ödül ve Ceza – insan genel olan bu kanuna uymaya başladıkça ödüllendirilir – O’na
yakınlaşmaktadır ve Kli'sinin doyumunu hisseder. Bu yasadan uzaklaştıkça
cezalandırılır. CEZA kavramı bizlerin bu dünyadaki ceza kavramı değildir. Ruhanilikteki
cezayı şöyle örnekleyebiliriz – sanki elimi ateşe uzatıyorum ve elim yanıyor, ve bu acı
hemen elimi ateşten geri çekmeme neden oluyor. Ceza kavramı budur. İnsanın içinde
hissettiği acıdır ve bu acı insana nedenini bilmeksizin verilir, insan bunun bir ceza
olduğu kararına varır. Aslında bu his bir ceza değildir, ruhi bir düzeltmedir. Zira içimizde
hissettiğimiz acılar bizi daha güçlü kılar ve davranışlarımızda daha düzgün hale gelir.
Bizleri problem olan kötülükten (egoizm) korur ve uzak tutar.
Bu düzeltmeler cehaletimiz yüzünden, bizim dünyamızda ceza olarak düşünülür. Ceza
çektiğimiz acı değil, “elimizi ateşe uzatmak”. Ceza ben acıyı hissetmeden gelmiş
oluyor. Dolayısıyla acının gelmemesi için neyi yapıp neyi yapmamayı bilmem faydalı
olur.
“ İki Hal” adlı makaleden / Prof. M Laitman
Tıpkı bizim dünyamızda olduğu gibi, insan herşeye sahip olabilir: para, saygınlık,
aile, sağlıklı çocuklar vs ve hala ızdırap çekiyor ve ağlamaklı olabilir. Sanki hayat
ölümün kendisinden daha betermiş gibi. Gerçekten mutsuz sayılan insanlar ise hiç bir
maddi varlıkları olmayıp mutlu olanlar, ne kadar çok şeye sahip olan insan ise o kadar
çok sıkıntılı. Bu demektir ki insanın neye sahip olduğu önemli değil, önemli olan sahip
olduğu şeyleri nasıl hissettiği ve aldığı. Gördükleri ve görmedikleri. Herşeye sahip olup
hala hiş birşeye sahip olmadığı kanaatine varabilir, gerçekten kendisini tatmin edecek
şeye sahip değildir.
Aynı şey ruhanilikte de geçerlidir. Ancak ruhanilikte biraz farklı, herşey somut, çünkü
belirlenen şey görülen, içimizde hissedilen. Bu dünya da insan ev sahibi, aile sahibi,
para sahibi olabilir ve hala hiç birşeye sahip olmadığını hissedebilir. Materyal olarak
sahiptir ama sahip olduğu şeylerin hissine sahip değildir. Ruhanilikte ise, materyal olan
hiç bir şey yok, sadece arzu ve niyet gerçeği var. O zaman insan sahip olduğu şeyleri
dar görüşüyle görür ve anlar. Hiç kimse onu rahata erdiremez. Demek ki görüşümüzü
düzeltmemiz lazım.
Baal Hasulam, insanın özgecil olma noktasına ulaştığı zaman, tüm Klilerin Yaratan gibi
ışıkla dolu olacağını anlatır. Ve insan görür ki tüm gerçek, tüm insanoğlu, dostları,
herkes haktan yana ve düzeltilmiş bir durumdalar, kötü olan hiç birşey yoktur. Ancak
dünyayı kendisinin düzeltilmiş seviyesi dahilinde görebilir. Bu yüzde “Her kim eleştiri
yaparsa kendi hatalarıyla yapar” tabiri kullanılır. Kanunu bilmek ve anlayabilmek için
insan gizli olan herşeyin ötesini aramalı, hayatında ne olursa olsun insan bu yasayı
edinmek için çabalamalı. Buna gerçeğe yönelik doğru tavır edinmek denir, “O’ndan
başka hiç bir şey yok” ve bu tavır vasıtasıyla insan gelişir. İçinde oluşan tüm
sorgularını ve arzularını mükemmelliğe ulaşabilmek için kullandığı zaman büyümeye
başlar ve dua denilen noktaya gelir, kalbinde oluşan gerçek arzuya ulaşır. Dua denilen
bu gerçek arzu insanı yücelten kapıyı aralar. Bununla insan gerçeğin tümüyle kaynağa
bağlanır, köküne, özüne ve buradan gerçekte mevcut olan en güçlü enerjiyi üzerine
çeker. Bu güç insanı daha yüksek bir seviyeye yüceltir.
Peki şimdi, burada ve bu halimde ne yapmalıyım?
Denemeliyim, tüm hissettiğim karışıklıklara rağmen, hislerimle içinde bulunduğum her
halimi O’nunla bir bağ yaratmak için kullanmalıyım. Etrafımda gelişen her durumu ve
her hissimi O’na ulaşabilmek ve O’nu edinebilmek için kullanmalıyım.
Başıma gelen her mutluluğu ve üzüntüyü, hislerimde yaşadığım her şeyi O’nunla bir
bağ kurmak için kullanırsam duayı (Klimi) yaratmış olurum. Kli'yi yarattıktan sonra
ışığın dolduracağı bir kap oluşmuş olur ve ruhaniliği (ışığı) bilinçaltı halimizle
hissetmeye başlarız.
Bu noktada “O’ndan başkası yok” adlı makaleyi www.kabbalah.info/turkishkab
adresli İnternet sitesinden okumanızı tavsiye ederiz.
Ders – 10 Dini Bazı Prensiplerin Kabaladaki Anlamları
Bu derste biraz kutsal kitaplarda yazan bazı şeyleri gözden geçirip kabalistlerin aslında
bunları yazarken ne demek istediklerini göreceğiz.
Kutsal kitaplarda anlatılanlar insanın iç ruhani halini açıklamaktadır.
Kutsal kitaplarda anlatılan tüm hikayeler insanın içindeki ruhani uyanışları ve hisleri
anlatmaktadır. Mısır'dan göçün hikayesi çok özeldir. Çünkü ruhani gelişimdeki en
önemli basamakları anlatır.
Firavun iç bir haldir, bu halin içinde insanın egoistliğinin temel doğası tümüyle açığa
çıkar. İnsan egoistliğini düzeltmeli ki Mısır'da ki köleliğinden, kendi doğasının
zindanından çıkabilsin ki böylelikle ruhani dünyaya girebilsin. Firavun, insanın en
büyük arzusudur, Yaratan'ın kendisine hizmet etmesini arzular ve der ki: "Yaratan kim
ki O'na itaat edeyim?" veya "Kendi üzerinize aldığınız bu gayret nedir ki?". Demek
istiyor ki; Yaratan'ın arzusu için çaba sarfetmek istemiyor. Veya O'nun sözünü
dinlemek istemiyor. Hatta tam tersine Yaratan'a yönelmiş olan arzuların (İsrail) kendi
menfaati adına olmasını istiyor.
İlk başta Mısır'da kendilerini iyi hissediyorlardı, insanın egoistliği sanki sağlıklı ve iyi bir
şeydi. Ta ki Mısır'ın tahtına yeni bir Firavun oturana kadar, insanın içinde tokluk
bilmeyen ve doldurulamayan bir arzu çıktı. Bu yeni arzu insanı kölesi haline getirir.
İnsan bu arzuyu doldurmak için sürekli arayış içerisinde bir yerden bir yere koşar. Bu
hale Mısır'da olmak hissi denir, insan kendisini dar ve sınırlı, kötü bir yerde hisseder.
Haggadah kitabında Pesah (Geçiş/Aşmak) insanı ruhani hislere, ruhani dünyaya nasıl
geçtiğini anlatır. Başlangıçta insan çaba sarfeder, yani arzulamak duygusuna boyun
eğer. Zamanla içinde ki bu egoistliğin kendisini rahatsız etmeye başladığını görür. Ve
ruhaniliği edinmesinde bir engel olarak görür. Egoistliği O'na sadece ızdırap getirir, bu
sürece "Mısır'a iniş" denir. Mısır kelimesinin kökü iki kelimeden oluşur Mitz (özü) ve
Raim (kötülük) Mitzraim = Mısır. İnsan kendi içerisinde ki kötülüğün ağırlığını hisseder
ve ruhani gelişiminin önündeki engelin kendisi olduğunu anlamaya başlar. Tahta oturan
"Yeni Firavun" bu ağırlığın sembolüdür. Aslında insan tüm materyal arzuların ve
ruhaniliğe sırtını dönmesini ona zarar verdiğini farkeder. Bu hal zamanla gelişir ve
dayanılmaz bir hal alır, ta ki insan ruhani arzularının farkına varmaya başlayana kadar
ve Yaratan ile olan bağına. Ruhaniliğe olan bu arzuya "Musa" denir, Limşot (dışarı
çekmek) kelimesinden gelir. İnsanı Mısır'dan Musa denilen bu arzu çıkartır, egoizmin
köleliğinden - bütünlük ve sonsuzluk hissinin önünde olan tek engelden.
"Firavun" aslında hepimizin içinde, ama bu durum insanın kendi içerisinde bu hali
tanıyabilmesine bağlı. Dolayısıyla hepimiz Mısır'da olduğumuzu hissedince üzerimizde
"10 musibet"i hissederiz, ta ki kendi doğamızı aşana kadar. İnsan esasta kendi
doğasının tüm ağırlığını hissetmeli ki kölelik olan bu halinden kaçması gerektiğini
anlasın.
İnsan tüm bu safhalardan geçtikçe kendi içinde bir dua yapılandırır, haykırışları
çabalarından kaynaklandı denir. Bu noktada yukardan yardım alır ve hemen Mısır'dan
çıkar. Mısır'dan göç - insanın doğal eğilimlerinden, birden olur, eklenmeksizin gecenin
zifiri karanlığında, hiç bir hazırlığı olmadan.
İnsanı Mısır'dan çıkartan bu üst güç insana bir mucize gibi gelir, bu gücü daha önce
gerçek olarak hiç görmemiştir. Bu mantık insan için çok şaşırtıcıdır. Denizin yarılıp
ortasından geçmeleri bir önceki halinden yeni haline geçmesini sembolize eder, yeni bir
ruhani gerçeğe girer - artık çöle gelmiştir, ruhani çöl. Çöl hiç bir hayatın olmadığı bir
yerdir, arzuların mutluluk bulamadıkları yer. Zira çölde de ruhani hiç bir mutsuzluk
alamamaktadır. İnsan çöldeyken Har Sinai (Sina Dağı) denilen safhaya gelir, Har
Hirhurim (düşünceler) kelimesinden gelir- Sinai Dağı , sini (nefret) kelimesinden gelir.
Gerçekte insan kendi içerisinde bir önceki haline nefret beslemeye başlar ve Yaratan ile
ilgili tereddütlerini aştıktan sonra kendisini yükselten ışığı üzerine alır ve ışıkla dolar.
Buna kitabı almak denir.
Almaya hazırlanmak dağın dibinde olmak durumudur ve Dağın tepesinde olan Yaratanı
almak ihtiyacını hissetmektir. Aslında bu dağ insanın içinde oluşan tüm düşüncelerdir.
İnsan bu düşüncelerin hepsine aşabilecek güçte olursa ve Yaratan'ın Ona verdiği tüm
tereddütleri aşabilirse o zaman bu dağ kitabı (ışığı) almak için bir araç olur.
Kitap (ışık) düşüncelerimizin, tereddütlerimizin ve umutsuzluklarımızın içerisinde
yansır. Bir tarafta Yaratan var, insana sürekli kasten kuşku gönderen ve öteki tarafta
Dağın dibinde olan insan. İnsan bu durumda tüm düşüncelerin kendisinin üzerinde
olduğunu görür ve Yaratan'ın da bunların daha üzerinde olduğunu görür.
Kitabın alınması insan bu düşüncelerinden bir araç yarattığı zaman olur. Bu aracın
içerisinde İlahiliği görür, ancak Yaratan insana gelen tüm düşüncelerin üzerinde olduğu
zaman Yaratan'ı açığa çıkartır. Yani özgecilliğin gücünü edinmiş olur, bütünlüğün ve
sonsuzluğun hissini edinir.
İnsan kendini yücelttiği zaman, sadece kalbindeki o nokta olan Musa değil ama tüm
ruhunu ve toplumunu kitabı almaya hazırlar.
Ve görüyoruz ki kitabı almak bir çok hazırlık gerekiyor. Peki kitabı içimize almak ve
onun hazırlığı ne demektir? Her insanın farklı düşünceleri, kuşkuları, tedirginlikleri,
çaresizlikleri ve ilgisizliği vardır. Tüm bu düşüncelerin hislerinin üstesinden gelmenin
farklı yolları vardır. Bu yüzden insan etrafında bir destek mekanizması kurar: Toplumu,
kitapları, günlük programı, ailesi v.s. Tüm bu mekanizma kitabı almanın, yeni
ruhaniliği edinmeye hazırlık safhasıdır. Tüm bunların sonunda en önemli olan şey
insanın tecrübe ettiği düşünceleri aşabilmesidir. Bir çok kişi çalışmaya gelir, gelir
gelmez onlara verilen arzular geri alınır ve cevap aradıkları sorular cevaplanınca
kendilerinde devam edecek arzuyu bulamazlar ve giderler. Bir insana bu olduğu zaman
(ruhanilik) hala yeterince ihtiyaç duymadığı görülür, hala bu dünyanın materyal
doyumlarıyla (para, şehvet, bilgi, seks, yemek, futbol v.s.) tatmin olduğu görülür –
ama bu da hazırlık safhası olarak kabul edilir. Hazırlık safhasından başka bir safha
yoktur.
Ruhanilik bir bütünlüktür. Bütünlük nedir? Bütünlük tam bir arzudur. Eğer insan arzusu
sadece ruhaniliği edinmek ise, ışığın ortaya çıkması ve kutsallığı hissetmekse o zaman
ruhaniliği elde eder. Bu durum böyle değilse kendisini hazırlamamış demektir.
İnsanın ruhaniliği edinmesi her an olabilir, ancak insan hazır olduğu zaman. İnsan
kendisine şu soruyu sorabilir; Mısırdan kaçışın ve kitabı almanın arasındaki fark nedir?
Mısırdan kaçış Kli'nin hazırlanma safhasıdır. İnsan Klilerini (kab) Mısır’lılardan alır,
istemek arzusundan ve kalbinin ruhanilik arzusuna karşı gelmesi içindeki kötülüğü
yüzeye çıkarır. İnsanın geçirdiği tüm safhalar firavunun egemenliğinden geçebilmek
durumuna Sina Dağına gelmek denir.
Mısırdan kaçış olmadan kitabı almaktan bahsedemeyiz. Mısırdan çıktıktan sonra Sina
Dağının eteğinde kitabı almasıyla Keter – Musa kitabı edinir ve Malkut şekillenir. Bu
uzun bir süreçtir, çünkü kitabı edinmek iki safhada olur. Bu iki safha birbirini şöyle izler.
1-) Klilerin düzeltilmesi, 2-) Klilerin doldurulması. Ruhaniliğin edinilmesi sadece insanın
kendi içerisinde algılayıp keşfetmesidir, kendisinin nerede olduğu ve içinde ne
olduğundan ibarettir. Bilinçsiz bir insanın yavaş uyanmasına benzer, ta ki sonunda
nerede olduğunu anlayana kadar. Hiçbir şey değişmez, sadece bilinç artar, insanın
hisleri artar.
İnsanın Klisinde ki hassasiyetin artması, bilincin yükselmesi, insanın uyanışına
“Mısırdan kaçış”, “Sina Dağı” ve “Kitabın alınması” denir. Bunlar insanın katettiği
aşamalardır. Değişim sadece içimizdedir, iç Klilerimizde, dışımızda hiçbir şey değişmez
ama kendi içimizde her şey değişir.
Düzeltilme safhasında bilincin keskinleşmesi; uyanış safhasında insan iki safhadan
geçer: gerçeğin fark edilmesi ve insanın gerçeğin içerisindeki yeri.
İlk safhada insan gerçeğin kanunlarını öğrenir. Yaratan ve yaratılanın özelliklerini kendi
açısından algılar. Bu insanın gerçeğin bilgisiyle anlaşılmasından, inançla anlaşılmasına
doğru değiştirir ve fonksiyonunu almaktan vermeye değiştirir.
Bilgiye olan arzuya Yunanlılar denir. Dünyamızda da bunu bu şekilde görüyoruz. Ve
Yunanlılar her zaman Rasyonelliği, mantığı ve insanın aklını ön plana koyarlar. İnancı
olan arzulara ise Yahudi, İsrail denir. Aklın üzerine yükselmek ve erdemliğin daha üst
derecesine yükselebilmektir. İkisinin arasında ki savaş gerçeğe olan ve hayata olan
yaklaşımdır. Aslında İnsanın arzusu olan bilgi ve mutluluğun tersine Yahudilerin
kazanmasına mucize denir. Bu mucize 8 gün sürdü ve Bina'nın özelliği olan özgecilik 8
Sefirot'u kapsayarak Malkut'a kadar sardı. Ve yaratılanda Özgecilliği oluşturdu.
Şarkılarda da söylendiği gibi Bnei Bina Yamei Shmonah Bina'nın oğulları 8 gündür.
İnsan gerçekle olan ilişkisini düzeltebilmek için arzulamak niteliğini kullanır, bunun
hiçbir katkısı yoktur. Ancak özgecillik niyetiyle doğru kullanıldığında İnsan üzerine ışığı
çeker, Yaratan'ın hissi.
Üzerine ışığı çeken insan yeni bir safhaya girer ve gerçeğin içinde aktif olarak böyle
olur. Bu Purim denilen düzeltilmiş hale kadar devam eder. Bu noktada Yaratan'a olan
hislerinde insanın hiçbir sınırlaması olmaz.
Gerçeğimiz bütün, sonsuz, mutlaktır, zaman ve yer kavramının üzerindedir. Bize farklı
bir his verilmesinin hepimizin gerçekle olan ilişkimizi düzeltmektir. Bunu kendimiz
bağımsız olarak yapmalıyız, ancak böyle bütünlük ve dengeli bir yaşam seviyesine
yükselebiliriz, Olam Ayin Sof (Sonsuzluk).
BNEI BARUCH’LA TEMASA GEÇMEK İÇİN
Bnei Baruch
1057 Steeles Avenue West, Suite 532
Toronto, ON, M2R 3X1
CANADA
Türkiye’den Bilgi Almak İsteyenler
E-posta: turkish@kabbalah.info
İnternet Sitesi: www.kabbalah.info/turkishkab/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder