Kabala Bilimi Hakkında Makaleler
KABALA'YA BAŞLARKEN
KABALA NEDİR ÖN – SÖZ
Bu satırları okumaya başladığınızda, kimileriniz bilmediğiniz fikirlerle ilk defa
karşılaşmanın verdiği zevki tadacak, kimileriniz de daha önce tanıdığınız bilgilerin,
bütünleşmiş şekillerine dalarak etraflıca düşünmek gereğini duyacaksınız.
Hayat, Deniz gibi bazen sakin yağ gibi, çoğu zaman da insanları, kopan fırtınaların
pençesinde gittikçe yükselen dalgaların içine iterek, yaşam mücadelesinde ihtiyacımız
olan huzuru ve mutluluğu kalıcı bir şekilde yakalamamıza engel olurlar. Zaman, zaman
tekerrür eden bu gibi istikrarsız durumlardan kurtulabilmek için öncelikle yaşam
mücadelesinde kullandığımız araçların yeterli olup olmadığını bilmek
mecburiyetindeyiz.
Yaşam mücadelesinde başarılı olabilmek için kullandığımız çeşitli araçlar vardır, bu
araçların başında beş duyu adını verdiğimiz doğal fakat beş olarak sınırlanmış bir
çerçevenin içinde kalan duyularımızı kullanarak mücadele etmek mecburiyetinde
kalıyoruz.
Verdiğimiz yaşam mücadelesinde elde ettiğimiz sonuçları incelerken, arzularımızı
istediğimiz şekilde tatmin etmekten uzak kaldığımızı görüyoruz.
Sınırlı bir çerçevenin içinde kalan beş duyularımız, etrafımızı çeviren gerçekleri sınırlı
bir şekilde hissetmemize neden olmaktadır.
Beş duyu vasıtasıyla hissettiklerimizi beynimizin içine aktararak orada
değerlendirildikten sonra bilgi şeklinde bilincimize yerleşir.
Burada sorun şudur, elde ettiğimiz bilgilere dayanarak çizdiğimiz tablo bize yeterli
derecede gerçekleri ve hakikatleri görmemizi sağlıyor mu?
Duyularımızdan biri eksik olursa, göreceğimiz tabloda eksik olan duyumuzla bağlantılı
olarak eksik bilgiler olacaktır. Örnek; Koku almak duyusu olmayan bir kimse kendisine
takdim edilen çiçeklerin kokularını alamayacak ve bu nedenle bir eksiklik meydana
gelecektir. Beşte beş bir tablo yerine, beşte dört bir tablo oluşacaktır.
Diğer taraftan duyularımızı daha keskin bir hale getirirsek, onları geliştirirsek elde
ettiğimiz gelişme oranında bize daha çok bilgi verecek göreceğimiz tablo daha anlaşılır
ve daha belirtici olacaktır.
Başka duyulara sahip olsaydık, mesela hayvanlarda veya bitkilerde olduğu gibi farklı
çalışan duyulara sahip olsaydık o zaman etrafımızı saran dünyayı daha değişik şekilde
algılamış olurduk.
Yaradılışın tümünü bütün hakikatleriyle hissetmemiz için hangi duyuların eksikliğini
duyduğumuzu belirlemek imkanına sahip olabilir miyiz? Böyle bir imkana sahip değiliz.
Sadece duyularımızla algıladıklarımızı hissedebiliriz. Çünkü bizim dışımızda kalan şeyler
duyularımızın da dışında kalmaktadır.
Duyularımızın her birini geliştirmek için mesela daha iyi işitebilmek için, daha uzakları
görebilmek için gerekli araçları yaparak onlardan faydalanıyoruz. bu aşamada
dikkatinizi çekmek istediğim nokta, yaptığımız araçlar duyularımızın kabiliyetini
genişletmekten ileri gitmediğidir. Hiç bir şekilde duyularımız dışında kalanları bilmemizi
sağlamazlar.
Etrafımızda bilmediğimiz şeyler var mıdır? Etrafımızda hissetmediğimiz fakat var olan
şeyler var mı? Etrafımızı saran başka dünyaların varlığı olabilir mi? Bu dünyaların
içinde canlı varlıklar var mı?
Biz bütün bunları algılayamıyor ve hissedemiyoruz. Bu dünyalar sanki benliğimizin
içinden geçiveriyorlar fakat onları gerçek bir şekilde hissedemiyoruz.
Kabala kelimesini işittiğimiz zaman, binlerce yıldır süregelen bir alışkanlıktan dolayı
kabalayı dinin bir uzantısı olduğuna inanmamıza rağmen, kabalanın dinle olan bağlılığı
ilahi güç Yaratan'ın varlığını ve gücünü baştan kabul etmiş olmasından ileri
gelmektedir.
Kabala'ya göre DİN Nedir? Önce bunu açıklamak gerekir.
DİN Manevi kuralların bize ulaşan uzantılarıdır. Manevi kurallar Evreni Yaratan ve
çalıştıran sistemin dayandığı kurallar olarak anlaşılması gerektiğini ifade etmek
istiyorum.
Yanlış anlaşılmasın diye şu açıklamayı yapmayı uygun buluyorum.
Kabala sadece Metafizik güçleri ve bu güçlerin uzantılarını araştırmaktadır.
Bu güçlerin dayandığı Yüksek Tümel Zeka sistemi anlamına gelen ATSMUTO,
ufkumuzun ve bizim ulaşabileceğimiz alanların dışında kalmaktadır. Bu nedenle kabala,
bilmediğimiz tanımadığımız ve kendisine ulaşamadığımız bir seviyede olan her hangi
bir varlık hakkında fikir ileri sürmez ve erişmediği bir varlığa isim takmaz.
Kabala, din ve teolojinin öncesinde hiç bir şart öne sürmeden Yaratan tarafından tüm
beşeriyete verilmiştir. Kabalaya göre evren, çok yüce ve güçlü prensip ve kurallara
dayanarak işlemektedir. Bu prensiplerin ilke ve kurallarını anlamak, öğrenmek;
devamında tatbik etmek suretiyle bizler insan olarak mükemmel bir yaşam seviyesine
ulaşabiliriz.
Evrenin Manevi kuralları hayat ve yaşantımızı her gün ve her an etkilemeye devam
etmektedir. Kabala bize bu kurallarla uyum içerisinde yaşamayı, her şeyin içinde ve
derinliklerinde var olan ÖZÜ tespit etmemiz için gereken bakış açısını görüp
öğrenebileceğimiz İlimi bir bilgi kaynağıdır, Bu bilgi kaynağı biz insanların yararlanması
için mevcuttur, Kabala, entellektüel bir felsefe sisteminden çok daha üstündedir.
Kabala bilgi kaynağı olmakla kalmayıp, dünyamızı ve bizi etkileyen manevi dünya'yı
hissetmemizi sağlayacak altıncı bir his geliştirmemizi sağlar.
O Halde kabala nedir?
Kabala kuramı, (Torat A Kabala) Yaratılışın yapısını ve bu nedenle dünyanın ortaya
çıkmasının ve biz insanların yaratılan bu dünyanın içinde yer almamızın nedenlerini, bu
dünyaya gelmiş insanlar olarak yaşantımız boyunca aşmak mecburiyetinde olduğumuz
reenkarnasyon sürecini ve bütün bunların hangi noktada sonuçlanması gerektiğini
tayin eden bir İLİMdir. Bunlar bizden önceki kabalistlerin bizlere aktardıkları bilgilerdir.
Onlar dünyanın yaratılışını belli bir sistem aracılığıyla araştırdılar, bu sistemin adı
Kabala Kuramıdır.
Kabala sistemi, insanlarda var olan beş duyuya ilaveten çok hassas bir altıncı hissin
gelişmesini sağlar. Bize beş duyumuzun dışında kalan hisleri hissetmemizi sağladığı
için bu Manevi duyuyu kabala, Perde ve geriye yansıyan ışık olarak açıklamaktadır
(Masah ve Or Hozer).
Başından beri hakimiyetimiz ve bilincimiz altında olmayan şeyleri hissetmemizi
sağlayan bu sözünü ettiğimiz perde ve geri yansıyan ışıktır. Her insan bu artı duyuyu
geliştirebilecek doğal meziyetlere sahiptir. Bu artı duyuyu geliştirmek suretiyle
etrafımızdaki yaratılışı olduğu gibi bütün gerçekleriyle hissedebiliriz.
Kabala, kelime anlamı açısından, Kabala ile uğraşan kişinin yüksek bilinç almak, akıllı
ve üstün bir yaratık olan insanın, alınabileceğin en çoğunu almak tutkusunu anlatan bir
kelimedir.
Kabala tekniğini kullanarak altıncı hissi elde ederek ve ''Bu Dünya'' Engelini aşarak,
dünya ötesi gerçekleri hisseden kişilere ''MEKUBAL'' ''KABALACI'' Diyoruz.
Bney-Baruch, Kabala öğrenimi veren bir kuruluştur. Bu gün bu kuruluşun başında Rav
Mihael Laytman bulunmaktadır.
Rav Michael Laitman, Kabala bilgilerini ve Kabalayı inceleyen sistemi hocası, rahmetli
Rav Baruh Şalom Aşlag'dan almıştır.
Rav Baruch Shalom Ashlag, 1886 da Polonya'nın Varşova kentinde doğan ve 1954
yılında İsrael'de vefat eden, Rav Yeuda Leyv Ashlag'ın oğludur. Rav Yeuda Leyv Ashlag,
son dönemlerin en güçlü kabalacısı olarak, Zohar kitabını Aramca dilinden modern
İbranice diline çevirmekle kalmayıp, Zohar'ın içerdiği bilgileri bir bilgi merdiveni şekline
getirmiş olup, arzu eden herkesin bu bilgi merdiveninde basamak basamak tırmanmak
fırsatını sağlayan bir hale getirerek bizlere sunduğu için kendisine Baal HaSulam,
Merdivenin sahibi lakabı verilmiştir.
Rav Yehuda Leyv Ashlag, kendisinden önce var olan A Ari lakabıyla anılan Rabbi
Yitshak Luria ve ondan önce var olan Rabbi Simon Bar Yohay ve her kuşakta var olmuş
bütün kabalacıların yolundan giderek bu günlere gelmiş bulunmaktayız. Rav Laitman,
rahmetli hocası Rav Baruch Şalom Ashlag anısına, Bney - Baruch kabala öğrenimi
veren ve kabaladan faydalanmak isteyen her insan için kapılarını açık tutan bir
kuruluştur.
Tarih boyunca Kabalacılar varlığımızın içerikliğini basit araçların yardımıyla
araştırmışlardır. Bu araçlar günümüzde yaşayan hepimizin tanıdığı ve taşıdığı
araçlardır. Bu araçlar Hislerimiz, Aklımız ve Yüreğimizdir.
Kabalacıların yazdıkları kitaplarda bize, insanın kişisel deneyimlerine dayanarak kendi
kendini araştırmak tekniğini bize anlatmaktadırlar Kabalacılar, kendi görüş açılarından
(geniş ve kapsamlı bir görüş açısıyla) hazırladıkları bilgi merdivenine tırmanmamızı
sağlamak maksadı ile yazılar yazarak bizleri eğitmek için kullandıkları bu sisteme
Hohmat A Kabala adını verdiler.
Hohmat A Kabala, bize sadece geleceği göstermekle kalmayıp gelecek üzerinde
hakimiyet kurmamızı imkan haline getirmektedir.
Bu özelliklere sahip başka bir sistem tanımıyoruz.
Var olan diğer sistemler kişiliğimizi de var olan bencilliğimizi azaltmak, daha az yemek,
daha az içmek, hareket etmeden bir yerde oturmak, bir tek kelime üzerinde
odaklanmak, bazı tapınaklara girip lotus şeklinde nefes almadan oturmak ve etrafa
bakmamak vs. Bu sistemlerde insanlar hislerini azaltarak, kendilerini Bitkisel seviyeye
indirerek ancak bu seviyeye orantılı bir şeyler hissederler.
Buna karşılık kabala her insanın bünyesinde ne varsa hepsini geliştirmesi gerektiğini
önermektedir. İnsan kendini ve içinde hissettiği bütün arzuları geliştirerek bu dünyada
dolu bir hayat sürmesini önermektedir.
Bununla beraber öyle bir şekilde gelişmeli ki, kendisi ile ilgili her gelişmeyi
etkileyebileceği bir şekilde olmalıdır.
Kabalanın en büyük özelliği, bizimle ilgili her şeyi etkileyerek bunların üzerinde
hakimiyet sağlamak ve geleceğimizi yönlendirebilmek imkanını bize vermesinden ileri
gelmektedir.
NEDEN KABALA? NEDEN ŞİMDİ?
Bugün, birçok kişi insanlığın ilerlemesinin çıkmaz sona yaklaştığını düşünüyor. Bilimsel
ve sosyal gelişme aracılığı ile olan daha iyi daha mutlu bir yaşam için olan eski
umutlarımız, üzerindeki içinden çıkılmaz gibi gözüken, büyüyen bir kötümserlik ile
gölgelendi.
Biz, daha çok ve daha çok insanın dünyada tamamlanmayı bulamadığını görüyoruz. Bir
kere, biz kendimizin ileri doğru önemli sıçramalar yaptığımızı düşünüyoruz, güçlü
ilerleme yaptığımıza inanıyoruz, ama şimdi bir çeşit duvar ile karşılaşmış gibi
gözüküyoruz.
İnsanlık, depresyona, intihara ve uyuşturucu bolluğuna dalmış gibi duruyor ve insanlar
kendilerini dünyadan ayırmak için çabalıyorlar ve duygularını bastırıyorlar. Terör ve
doğal afetlerdeki hızlı patlama dünya çapında bir krizin belirtileri ve bütün bu durumlar
insanlığı tek bir ana soruya yönlendiriyor: ‘’Hayatın anlamı nedir?’’
Birçok insan bu soruya cevap aramaya başladı bile. Eğer son yirmi yıl üzerinde
maneviyatı arayanlardaki geniş çoğalmayı düşünecek olursak bu açıkça ortadadır.
Bu, yani yirminci yüzyılın sonunda insanlığın hayatın anlamı hakkında soru sormaya
başlayacağı ve bu sorunun cevabının kadim Kabala ilminde gizli olduğu, bu meydan
okuyan durumlar nedeniyle sadece tam olarak bizim zamanımızda açığa vurulabileceği,
Zohar Kitabı’nda yazar.
Bu nedenden dolayı Kabala ilmi bin yıllık dönemden uzun bir süre boyunca gizlenmiştir.
İnsanlar bunun için hazır değildi ve buna ihtiyaçları yoktu. Ama son yıllarda ondan
istenen yardım önemli ölçüde arttı. Birçokları Kabala çalışmalarına başladı, Kabala’nın
onlara ne verebileceği hakkında meraklandı. Bir kere insan Kabala’nın hayatın anlamı
hakkındaki soruyu cevapladığını fark edince, kişinin gözü onun yüzünden daha fazla
korkmadı ve onu çalışmasına aktif olarak bağlanmaya başladı.
Kabala’nın büyüyle, mucizelerle, kırmızı iplerle, ve kutsal sularla ilgili olduğuna dair
fikirler yavaş yavaş sönüp gitmeye başladı. İnsanlar bunların yalnızca psikolojik
fenomenler olduğunu görebiliyor.
Gerçek, orijinal Kabala için olan istek büyüyor. Başka şekilde anlatmak gerekirse,
daha büyük evreni, ebedi var oluşu ve daha yüksek yönlendiren güçleri hissetmemize
izin vermek için bir istek gelişiyor. İnsanlar neden bizim dünyamızın ve bizim
hayatlarımızın şu anda olduğu gibi ortaya çıktığını bilmek istiyor, nereden geldiğimizi
ve nereye doğru yönlendiğimizi.
Bizim zamanımızda, dünyanın çevresinden birçok insanın bu soruya karşı bir ilgisi
gelişti ve bu nedenle Kabala ilmi geniş alana yayılmış bir popülerlik kazanıyor. Bu
dünyevi var oluş gittikçe daha çok memnun edemeyen ve kısıtlı gözüktükçe, insanlar
daha çok ve daha çok bu dünyanın ötesinde kendilerini birleştirebilecekleri birşeyler
arıyor.
Bundan dolayı, bugünün insanı Kabala ilmi için hazır. O gerçekten hayatın anlamını, var
oluşumuzun kaynağını keşfetmek için arayan herkesi içtenlikle karşılıyor ve buna
ulaşmak için pratik bir yöntem sunuyor.
BEN KİMİM?
“Bana yüreğinde iğne ucu kadar yer aç, ben de sana gök
kuşağının kapılarını açayım”
BEN KİMİM, Denildiğinde, Ben kelimesini sadece bedensel bir varlık olarak anlamaktan
çok, herkesin bir iç dünyaya sahip olduğunu, kendine özgü, özel bir benliği olduğunu
ve bu benliğin öz'üne bağlantılı olarak bir ruh taşıdığının önce bilincine varmamız
gerekmektedir. İnsan benliğinin yapısını, çeşitli olguların bir araya gelerek ve bu
olguların birlikte ahenkli bir şekilde çalışması, sıhhatli bir benliğin yapısını
oluşturduklarını kavramamız temel bir bilgi olduğu için bunları açıklamak ihtiyacını
duyduk.
İnsanoğlu ezelden beri varlığımızın temel sorularına cevap aramıştır.
Bu soruların başında, Ben kimim?
Varlığımın amacı nedir?
Bu dünya’ya nereden geldim ve nereye gidiyorum?
Daha önce bu dünya’da bulunmuş muydum?
Ne diye bu Dünya’ya geldim?
Gerçeklerin tümünü anlamaya muktedir miyim?
Kendimi acı çekmekten kurtarabilir miyim?
Huzura – Mutluluğa – Rahatlatıcı sükunete ve tatmin edici doyuma nasıl erişebilirim?
Tarih boyunca Her nesilde, insanlar, evren’in sonsuz muammasını çözmek istemişlerdir.
Bu nedenle bilimsel ve başka birçok yolu deneyerek, bu sorulara sürekli cevap
aramışlardır. Bu soruların hala nesilden nesle geçmiş olması da, henüz tatmin edici
cevapların bulunamadığını gösterir. Buna rağmen, Mutlu – huzurlu – Tatmin edici ve
sevgi dolu bir hayat sürmek, hepimizin ümit ettiği bir olgudur. Doğa ve evren
araştırmaları etrafımızdaki her şeyin bir yaratılış nedeni olduğunu ve değişmeyen,
SABİT ve MUTLAK kurallar zincirine uygun bir şekilde işlediğini göstermektedir.
Kendimizi doğanın yarattığı üstün bir varlık olarak kabullenip, insanoğlunu bu düzenin
dışındaymış gibi görüyoruz. Örneğin, bilgi ve mantıklı bir inceleme sonucunda, doğanın
organlarımızı nasıl yarattığını ve işlevlerinin detaylarını her bir hücresine kadar
görebiliyoruz, ama hala bir soruya cevap veremiyoruz: Bu yaşayan varlığın yaratılış
nedeni nedir?
Etrafımızı saran her şeyi sebep - sonuç ilişkisi içinde filtre ediyoruz, yani yaratılan
hiçbir şey nedensiz yaratılmadı. Fiziksel bedenlerin dünyasında, kesinleşmiş hareket,
hareket gücü ve dönüşüm kuralları mevcuttur. Bu yasalara benzer yasalar, bitki ve
hayvan alemleri için de geçerli. Esas soru, “neden yaratıldılar?” Sadece biz değil, ama
etrafımızdaki her şey neden yaratıldı? Hala cevabı olmayan bir soru! Bu alemde bu
soruyu kendine sormayan biri var mıdır? Mevcut bilimsel teoriler dünyanın bizim
etkileyemediğimiz sabit fizik kuralları ile yönetildiğini göstermekte. Bizim tek amacımız
bu yasaları akıllıca kullanıp, gelecek nesillere, üzerinde yürüyebilecekleri temel taşları
olarak onlar için hazırlamaktır. Evet, ama neden? İnsanlık evrim teorisiyle en basit
formdan mı gelişti, ya da hayat başka gezegenlerden mi getirildi?
İki tarih var; doğum tarihi ve ölüm tarihi. İkisinin arasında olan olaylar çok özel ve
herkese hastır, dolayısıyla çok değerlidir. Ya da tam tersine: eğer hayatın bitimi bir son
ise, sonsuz bir karanlık ise, hayat aslında hiçbir şey demektir. Peki, o zaman, hiçbir
şeyi nedensiz yaratmayan, bilge, erdemli ve mantıklı Doğa nerede? Ya da hala
keşfedilmemiş doğa kanunları veya farkında olmadığımız başka bir amaç mı var? Esas
dünyayı araştırmamız, sadece dünyanın hareketlerimize gösterdiği tepkilerden ibaret
oluyor. Bu tepkileri beş duyumuzla algılıyoruz, ya da bu duyularımızı arttıran cihazları
kullanıyoruz: dokunmak, koklamak, görmek, duymak ve tatmak. Bu araştırmalarımızı
yaparken beş duyularımızın ötesinde kalan hiçbir şeyi algılayamıyoruz ve doğal olarak
da varlığının ihtimalini kabullenmiyoruz. Daha da ötesi, eksik olan altıncı duyumuzun
eksikliğini de hissetmiyoruz, tıpkı altıncı bir parmağın eksikliğini hissetmediğimiz gibi.
Doğuştan kör bir insana görmeyi anlatamadığımız gibi. İşte bu yüzden, insan
kendisinden gizlenmiş olan doğa varlıklarını elindeki mevcut beş duyu’ya dayanan
metotlarla şimdiye kadar bulamadı ve asla bulamayacaktır.
Kabala’ya göre bir ruh alemi var, ancak bu alem, bizim beş duyu organımız tarafından
algılanamaz. Bizim Evrenimiz, bu alemin merkezinde, çok küçük bir parça, ve
gezegenimiz Dünya da bu merkezin iç merkezi. Bu bilgi, düşünce ve hisler dünyasında
materyal bazda bize etki eden doğa kanunları ve olasılıklar, nasıl hareket edeceğimizi
belirler. Ne zaman ve nerede doğacağımız, ya da ne olacağımız konusunda, kiminle
tanışacağımız ve hareketlerimizin karşılığının ne olacağı hakkında hiçbir etkimiz yok.
Kabala’ya göre, insanoğluna dört çeşit bilgi verilmiş, ve insan bunların hepsini anlamak
zorunda:
1. Yaratılan: Yaratılanın ve dünyaların gelişiminin incelenmesi. Yaratan’ın nasıl
yarattığı, materyal ve ruh aleminin kesişimi, insanın yaratılmasının nedeni.
2. İşleyiş: İnsanın doğasının incelenmesi, ruh alemiyle olan bağı, pratik Kabala diye
adlandırılan.
3. Ruhların Yolu: Her ruhun doğası ve gittiği yolun incelenmesi. İnsanın hem bu
dünyada, hem de sonraki dünyalarda nasıl davrandığı. Ruhun bedene inmesinin nedeni
ve neden bedende ona has bir ruh verildiğinin incelenmesi. Bu bölümde insanoğlunun
tarihi ve ruhların geçişlerinin sıralaması da incelenmekte.
4. Yasa: Bizim Dünyamızın incelenmesi – hareketsiz, bitkisel, hayvansal, doğaları,
rolleri ve ruh aleminden nasıl yönetildikleri.
Yüce yönetim ve insanın Doğa, Zaman ve Yer kavramlarını algılayışı. Üst güçlerin
incelenmesi, materyal bedenlerin amaçlarına doğru yönlendirilmesi.
İnsan hayatının gizemini, kökenini sorgulamadan kavramak mümkün mü? Zamanı
geldiğinde Bu soruyu her insan düşünür, er ya da geç.
İnsanın Manevi hayatı arayışının temelindeki soru, hayatının amacı ve anlamının ne
olduğudur. Yirminci yüzyılın ortalarından beri insanoğlunun dini kavramları hayat
koşulları çerçevesinde yeniden şekillendirdiğine şahit oluyoruz. Teknolojik gelişmeler
ve küresel afetler pek çok felsefi teori doğurmakta, ancak insana ruhsal tatmin
kazandıramamaktadır. Kabala’nın açıkladığı gibi, mevcut tüm zevklere karşılık
dünyamıza sadece küçük bir kıvılcım düştü. Bu kıvılcımın materyal objelerdeki varlığı
bize zevk veriyor. Başka bir deyişle, insanın zevk aldığı tüm hisler ve farklı koşullarla
yaşadığı tecrübeler sadece bu küçük kıvılcımın varlığından kaynaklanıyor. Buna ek
olarak, zaman geçtikçe, insan sürekli yeni zevklerin ve tecrübelerin umudu içerisinde,
bu objelerin farklı maddeler olduğunu ve özündeki kıvılcımın aynı olduğunu
anlamadan, yeni arayışlar peşinde koşuyor.
Ruhun materyali aşması gerektiğini anlaması ve tatmin olabilmesi için iki yol var:
1. Kabalanın ilmiyle
2. Hayatın acı tecrübeleriyle
İlk metot, Kabala çalışarak ve sonuç olarak zamanla egoistlikten sıyrılmak. İkinci
metot standart olup, bir anda ruhun açlığını ve yeni bir arayış içerisinde yeni bir
kaynak bulma çabasına girmesidir. Bu açlığı hayatın acılarını tecrübe ederek
beklemektense, biz kabala çalışmayı tavsiye ediyoruz.
O’NDAN BAŞKASI YOK
(Kabbalist Y.Ashlag’ın Şamati adlı kitabından)
“O’ndan başkası yok” diye yazar ki, bu; dünya üzerinde ona karşı durabilecek
yetenekte herhangi bir güç olmadığı anlamına gelir. Ve insanın gördüğü, açıkça, bunu
inkar edecek mihraklar olacaktır, çünkü O öyle ister.
Ve bir düzeltilme kabul edilir, “sol reddeder, sağ kabul” diye, reddeden sol düzeltilmiş
kabul edilir. Bu şu anlama gelir ki dünyada hep insanı doğru yoldan saptırmak üzere
olan şeyler vardır, ve bunlar insanı kutsallıktan reddeder.
Ve bu reddedilişler sonucunda kişi bir ihtiyaç ve tam bir arzu duyacaktır, O’nun
kendisine yardım etmesi için, çünkü ne kadar kayıp olduğunu görür. Sadece
ilerleyememesini değil, daha da ilkelleştiğini görür. Kendi menfaati için bile özgecilliği
ve düzeltilmeyi gözlemleyecek gücünü de kayıp eder. Engellerin üstesinden sadece
mantık ötesi bir inançla gelerek O’nun kurallarını takip edebilir.
Ama her zaman mantık ötesi güce sahip olamayacaktır, başka bir değişle Yaratan’ın
yolundan sapmak için güce maruz kalacaktır, Allah korusun, hatta O’nun için
yapmamak yolundan bile sapabilir. Ve o her zaman hissedecek ki parçalanmış
bütünden daha büyüktür, yani ilerlemeden daha çok gerileme vardır, ve o bu
çıkmazdan çıkmak için bir son görmez, ve o kutsallığın sonsuza dek dışında kalacaktır.
Mantık ötesi inançla gelmedikçe, küçük bir parçasını bile gözlemlemenin zor olduğunu
görsün diye. Ve her şeyin sonunda ne olacak?
Sonra o karar verecektir ki Yaratan’dan başka kimse ona yardım edemez. Bu
Yaratan’dan onun gözlerini ve kalbini açması için kalpten bir isteğe dönüşür, kendisini
O’na daha yakınlaştırıp sonsuz beraberliğe getirmesi için. Bütün reddedilişlerin sadece
Yaratan’dan geldiğini görür.
Yani yaşadığı inkar onun hatası değildi, üstesinden gelme yeteneği olmadığı içinde
değil, bunlar Yaratan’a gerçekten daha yakın olmak isteyenler içindir. Bilgisiz küçük bir
çocuk gibi, küçük bir parçayla yetinmemesi için ona yukarı’dan yardım eli uzanır,
böylelikle sadece “Tanrı’ya şükür sevap işliyorum, daha ne isteyebilirim ki” diyerek
yetinmesin diye.
Ve sadece gerçek arzuya sahipse o yukarıdan yardım alacaktır. Ve ona mevcut
durumundaki hataları gösterilecek, yani ona çabasına engel olacak manzara ve
düşünceler gönderilecektir. Bu onun Yaratan’la beraber olmadığını göstermek içindir. Ve
üstesinden geldiği kadar, o her zaman kendisinin kutsallığa ne kadar uzak ve Yaratan’a
kendisini yakın hisseden insanların tersine kendisinin Yaratan’dan ne kadar uzak bir
pozisyonda olduğunu görür.
Ama kişi, diğer taraftan, her zaman istek ve şikayetlerle doludur, ve Yaratan’ın
kendisine davranışını ve kendisinin de O’na davranışını haklı çıkaramaz. Yaratan’la bir
bütünlük içerisinde olmamanın acısını hisseder ve kutsallığın aslında hiç bir parçası
olmadığını görür.
Bazen yukarıdan bir an canlandıracak şekilde uyandırılır, ancak kısa bir süre sonra o
dibi olmayan çukura tekrar düşer. Ancak, bu onun, ona sadece Yaratan’ın yardımcı
olabileceğini ve farketmesi içindir.
İnsan daima Yaratan’a tutunmaya çalışmalı, yani düşünceleri her zaman Yaratan ile
ilgili olmalıdır. İçinde olabileceği en kötü halde olsa bile, en karanlık halini yaşıyor bile
olsa O’nun alanını terk etmemelidir. İnsanın kutsallığa girmesini engelleyecek, ona
zarar verecek yada geliştirecek güce sahip başka bir otorite olduğunu asla
düşünmemelidir.
Yani insanı iyi birşeyler yapmasını ve Yaratan’ın yolunu izlemesini engelleyen Diğer
Taraf (Sitra Ahrah)’ın gücünü düşünmemelidir. Ama kişi herşeyin Yaratan tarafından
yapıldığını düşünmelidir.
Ba’al Şem Tov, dünyada başka bir güç olduğunu söyleyenlerin farklı tanrılara taptığını
söyledi. Dini kavramlara aykırı düşüncesi günah sayılmaya bilse de, eğer o Yaratan’dan
ayrı bir otorite ve güç olduğunu düşünürse, günah işlemiş olur.
Dahası, her kim kendi otoritesi olduğunu söylerse, yani daha dün Yaratan’ın yolunu
izlemeyi istemeyen kişi de inanç değerlerini çiğnemiş olur. Bu Yaratan’ın dünyanın
yegane yöneticisi olduğuna inanmamaktır.
Ama kişi bir günah işlediği zaman, bundan gerçekten pişmanlık duymalı ve yaptığı için
üzgün olmalı, ama burada da işlediği günahın verdiği üzüntüyle neden o günahı
işlediğini doğru düzene koymalı – üzüldüğü şey bu nokta olmalı.
Ve insan daha sonra üzülmeli ve “o günahı işledim çünkü Yaratan beni kutsallıktan
tuvaletteki pisliğe attı” demelidir. Yani kendisini eğlendirmek için Yaratan ona bir arzu
verip leş kokulu bir yerin havasını koklattı. (Kitaplarda yazdığı gibi, diyebilirsin ki, bir
adam bazen bir domuzun vücudunda reenkarne olur, daha önce bir dışkıdan farksız
olarak gördüğü arzuları tekrar canlanır ve tekrar o pisliğin içerisinde kendisini tekrar
canlandırmak ister.)
Ve ayrıca insan kendini yükselişte hissettiği ve çabasından biraz güzel lezzetler
tattığında “şimdi anladığım durum Yaratan’a ibadet etmeye değer” dememelidir.
Doğrusu olan şu, Yaratan onu yanına çekmek için imgeledi, bu nedenden dolayı
çabasında güzel lezzetleri aldı. Ve o kutsallık topraklarından asla çıkmamaya dikkat
etmeli ve Yaratan’dan başka hiçbir gücün var olduğunu düşünmemelidir. (Ama
Yaratan’ın gözlerindeki tadı bulmak veya aksi, insanın kendine bağlı değildir, herşey
O’na bağlıdır. Ve insan dış aklıyla Yaratan’ın onu daha önce sevmemesine rağmen
neden şimdi sevdiğine anlam veremez.)
Ve benzer şekilde Yaratan kişiyi yanına yaklaştırmadığı zaman, kişi Yaratan’a uzak
olduğu için kendi haline üzülmemelidir, zira o zaman isteği kendisi içindir. Her kim
kendisi için isterse Yaratan’dan ayrı tutulur. İyisi, o Kutsal Varlığın sürgününden pişman
olmalı, yani Yaratan’a verdiği üzüntüden pişmanlık duymalı.
Kişinin küçük bir organının acıması bir örnek olarak alınabilir. Acı onun kalbinde ve
aklında hala duruyor olabilir, bu insanın genel yapısıdır. Ve tabi ki basit bir organın
duyusu insanın acılarının çoğunun hissedildiği bütün endamının duyusuna benzeyemez.
Kişinin Yaratan’dan ayrı olduğunda hissettiği acı da bunun benzer örneğidir. İnsan İlahi
Varlığın organlarından bir tanesidir ve O kalbin derinliklerinde bulunan O’nu arzulama
duygusunun genel organıdır. Bu yüzden basit bir organın duyusu, genel bir acının
duyusuna benzemez. Yani demek istenilen, Kutsal Varlık O’ndan ayrı parçaları
olduğundan ve onlara sağlayamamaktan üzgündür.
(Ve bu şu sözleri açıklayabilir: “bir insan pişmanlık duydukça, Kutsal Varlık - o benim
başımdan hafiftir - der.”). Eğer insan Yaratan’la kendisi arasında oluşan mesafeden
kaynaklanan üzüntüyü kendisiyle ilişkilendirmezse, kendisini kutsallıktan ayıracak olan
arzu çukuruna düşmekten korur.
Aynı şekilde biri kutsallığa kendini yakın hissettiğinde, Yaratan’ın gözünde desteğe
layık olmaktan mutlu olduğunda, o hazzın özünün Kutsal Varlıktaki haz olduğunu
söylemelidir, ve kalbindeki O’na yakın olan organa yaklaştığı için mutluluğu hisseder.
Ve insan Kutsal Varlığı mutlu etmek gücüyle bağışlanmaktan mutlu olur. Ve bu aynı
göstergeyle gider, çünkü kişinin hissettiği mutluluk, bütünün hissettiği mutluluğun bir
parçasıdır. Ve bu hesaplamalar doğrultusunda, kişi bireyselliğini kaybeder ve kendi için
maruz kaldığı arzu olan Diğer Taraf’a düşmekten kaçınır.
Almak arzusu gerekli olmasına rağmen, bu mutluluk duymak arzusu düzeltilip özgecil
bir yapıya çevrilmelidir. Zira insanın içinde almak duygusu insanın kendisidir ve bunun
dışındaki herşey Yaratan’a aittir, O’nun özelliğidir.
Bu şu demek ki, maruz kalınan arzudan alınan zevk ve haz Yaratan’a (yukarıya)
memnunluk getirmek niyetiyle olmalıdır, çünkü alt dünyada zevk vardır. Yaradılışın
amacı bunun içindi, O’nun evrenine yararı olması için. Bu da Kutsal Varlığın yukarıda
duyduğu haz olarak bilinir.
Bu sebeple, insan memnuniyetin yukarıya nasıl sebebiyet verebileceği konusunda öneri
aramalıdır. Ve tabi ki, kendisi haz alırsa memnuniyet yukarıda da hissedilecektir. Bu
yüzden, o her zaman Kral’ın sarayında olmayı istemeli ve Kral’ın hazineleriyle oynama
yeteneğine sahip olmalıdır. Ve bu kesinlikle yukarıda memnuniyete yol açacaktır. Bütün
özlemini Yaratan’ın hatırına istemelidir.
ALTINCI DUYU
İnsanlığın ilerlemesi ile bilim ve felsefe de ilerliyor. Bugün tüm bilim adamları ve
filozoflar insanın kendisini çevreleyen dünyayı incelemekte sınırlı kaldığında
birleşiyorlar.
İnsanın dışardan geleni duyumsayan, hisseden ve anlayan bir “kara kutu” olduğu
varsayılabilir. Bütün duyumsamalarımızda beş duyu ile sınırlıyız. Şimdiye değin
yaptığımız ve gelecekte yapacağımız tüm araçlar da bu beş duyu sınırını aşmıyor.
Yaptığımız tüm bu araçlarla sadece duyularımızın sınırlarını genişletiyoruz ancak
duyularımızın eksikliklerini aşamıyoruz, zira duyularımızın eksik kaldığı noktaları
öngörme yetisinden yoksunuz.
Çevremizdeki hakikati, gerçeği görmemizi sağlayacak eksikliği duyulan duyuyu nasıl
isimlendirebiliriz? Eksikliğini hissetmediğimiz bir altıncı parmak gibi, eksikliğini
hissetmediğimiz bir duyu. Tabidir ki, eksikliğini hissetmediğimiz bir şeyi talep de
etmeyiz. Dolayısıyla, dünyamıza yaklaşımımız da, onu incelememiz de beş duyumuz ile
sınırlanmıştır ve biz duyularımızın ötesini hissetmeyiz ve anlamayız. Kısaca
bahsettiğimiz bu durum algılarımızı ve kavramlarımızı sınırlar.
Aynı şekilde, hayal dünyamız da beş duyumuzun eseridir ve onlardan kaynaklanır. Bu
durumda biz beş duyumuzun aşina olmadığı herhangi bir şey ve canlı yaratık hayal
edemeyiz.
Ben birinden başka bir gezegenden gelen bir canlı çizmesini istesem, eminim ki
dünyamızın aşina elementlerini kullanacaktır. Eğer sizden hayali olarak birşey tarif
etmenizi istesem şüphesiz dünyadan birşeylerin benzerlerini kullanacaksınız.
Bu durum sınırlarımızı gösteriyor. Küçük bir dünyada yaşıyoruz ve onun dışında
birşeyleri hissetmiyor ve dolayısıyla hayal edemiyoruz. Limitlerimiz, sınırlarımız mutlak
olduklarından, hiçbir bilim veya felsefe bu dünyanın ötesindekini anlamamıza yardımcı
olamaz.
Aynı uzayın başka boyutlarında başka yaratıklar, başka dünyalar olabilir. Biz onları
hissedemeyiz çünkü uygun araçlardan, onları hissedecek duyulardan yoksunuz.
Bizimkinden daha sınırsız bu başka dünyada bizim varoluşumuz, başımıza gelen olaylar
ve ölümümüzle ilgili sebepler bulunabilir. Ve biz, bu sebeplerin farkında ve bilincinde
olmadan, hakiki bilgiden ve amaçtan yoksun olarak dünyamızda yaşarız.
Dünyamızda ek duyumlarıyla etrafımızdaki, çevremizdeki daha geniş varoluşu hisseden
insanlar mevcuttur. Bunlara “Kabala”cı diyoruz ve bu kişiler bizim varolan bilgimize üst
bilgilerin nasıl “alınacağını” bilmektedirler.
Bu insanlar etrafımızda bizimkinin üstünde dünyaların var olduğunu söylemektedirler.
Bütün bu dünyalar bir soğanın tabakaları gibidir ve dünyamızda bu dünyaların
ortasındadır. Ve biz, bu dünyada var olanlar, sadece bütün varoluşların en özeli bu
dünyayı hissedebilmekteyiz. Ve biz, dünyamız dediğimiz “bu dünya”da doğuyor, yaşıyor
ve ölüyoruz.
Kabalacılar “bu dünya” denmesini, özellikle dünyamızın duyularımızla algılayabildiğimiz
hakikatin küçük bir parçası olmasına bağlarlar. Eğer var olanlara ek fonksiyonel
duyular geliştirebilse idik, bunlarla hissedeceklerimiz, “gelecek dünya” olurdu.
“Gelecek dünya”yı hissetmek ve yaşamak deneyimine erişmeye yardımcı olan yönteme
Kabala diyoruz
Üst dünyaların yasalarıyla uyumlu olarak Kabalacı Y. Ashlag ve B. Ashlag
tarafından üst ruhsal dünyalardaki duyumları çerçevesinde kompoze edilmiş
Kabalacı melodinin basitleştirilmiş ve kısaltılmış bir midi versiyonunu
dinliyorsunuz.
ALTINCI HİS
Kabalacı Y. Ashlag
Psikologların yapmış oldukları araştırmalar neticesinde, dış dünyamızdan aldığımız
bilgileri tasnif ve yorumlamak sürecini, İDRAK Dediğimiz anlamak yeteneği
işletmektedir. Başka bir deyimle Psikologlar bize ÖN BİLGİYE İhtiyacımız olduğunu
söylemektedirler.
Tarih boyunca Felsefe ve İlim beşeriyetle birlikte ilerleyerek geliştiklerini görüyoruz.
Günümüzde İlim ve Felsefeyle uğraşan aydınlar ve alimler etrafımızı saran dünya
gerçeklerini araştıran ve inceleyen insan faktörünün bu konuda sınırlı kaldığını kabul
etmektedirler.
Bir an için insanı, dışardan geleni duyumsayan, hisseden ve anlayan bir kara kutu
olarak varsayalım. İhtiyacımız olan bilgilerin bu kara kutunun içine nasıl girdiklerine bir
göz atacak olursak. Bütün bilgilerin hislerimizin aracılığı ile kara kutuya girdiklerini
görürüz.
Hislerimizin dayandığı beş duyu, sabit bir rakam (Miktar) olduğundan bizim için bir
sınır teşkil etmektedir. Böylece yapmış olduğumuz bütün araştırma ve incelemeler, beş
duyu sınırları içinde kaldığından, ancak mevcut duyularımızın sınırları içinde kalan
Maddi dünyaya ait gerçekleri görebiliyoruz.
Bu nedenle bu sınırların dışında kalan dünya ötesi evrensel gerçekleri görebileceğimiz
araç ve aletleri yaratamıyoruz. Şimdiye kadar yarattığımız aletler, var olan
duyularımızın etki alanlarını genişletmekten ileri gitmemiştir.
Sınırlı beş duyularımızın dışında kalan dünya ötesi evrensel gerçekleri hissetmek için
artı bir duyuya ihtiyacımız olduğunu görüyoruz.
Belki başka boyutlarda varolan başka dünyalar ve bu dünyalarda varlıklarını sürdüren
yaratıklar da vardır, fakat biz onları hissedemiyoruz çünkü onları hissedebilecek uygun
duyulardan yoksun bulunmaktayız.
Belki hissedemediğimiz, bizimkinden daha geniş ve farklı olan öbür dünyada
varlığımızın gerçeklerinden olan doğuşumuz, hayatımız boyunca başımızdan geçenlerin
ve ölümün nedenleri bu öbür dünya dediğimiz yerde bulunmaktadır bunları bilmeden
varlığımızın hedef gördüğü gerçek amacın ne olduğunu da bilemeyiz.
Dünyamızda, bazı insanlar, ek duyumlarıyla elde ettikleri artı hisler sayesinde bizim
gördüğümüz gerçek tablodan daha geniş ve daha gerçek bir tablo görürler. Bu
insanlara biz Kabalacı (Mekubalim) diyoruz, çünkü onlar yüksek seviyelerden gelen
bilgileri almayı ve hissetmeyi bilirler. Bu kişiler, etrafımızı saran bizimkinden daha
üstün dünyaların varlığını bize bildirmektedirler. Bu dünyalar bir soğan gibi iç içe
gelişmiş tabakalar halinde olup, merkezinde bizim dünyamız bulunmaktadır.
Bizler bu dünyanın içinde doğar - yaşar ve ölürüz. Bizler sadece bu bizim dediğimiz
dünyayı hissedebiliriz, Kabalacılar buna yaşadığımız dünya OLAM HAZE, Diyorlar çünkü
Evrenin hakiki gerçeklerinde ufak bir yer kapsamaktadır.
Kendimizde artı bir Manevi duyu geliştirirsek, bu duyu sayesinde, bir bütünü teşkil
eden evrenin gerçeklerinden daha geniş bir parçası olan gelecek dünya'yı
hissedebiliriz. Türkçe buna öbür dünya diyoruz.
Bize öbür dünya'yı hissetmeye yardımcı olacak sistemin adı Hohmat A Kabala olup
bize, gizli kalmış hakiki gerçekleri nasıl algılayacağımızı öğreten de odur.
Bilincinde olmadığımız bu gizli kalmış gerçeklerle irtibat kurmamızı sağlayacak artı
duyu'yu geliştirmek için kendimizde, iç dünyamızda bazı değişiklikler yapmak
mecburiyetindeyiz.
Örneğin; Radyo alıcısının içindeki dalga ayarı, dıştan gelen radyo dalgası ile % 100
uyum sağladığı zaman dıştan gelen neşriyatı yakalayabilir.
Biz insanlar da bir radyo alıcısına benzetilebiliriz, bizde de durum aynı, içimizdeki
nitelikler karşılığında dış dünyamızda olan nitelikleri yakalayabiliriz İç dünyamızın
içinde, Dış dünyamızda kalan niteliklere karşı uyum sağlayan nitelikler yoksa dış
dünyadan hiç bir şey hissedemeyiz.
Dış dünyamızda var olanları hissedebilmek için, içimizde, iç dünyamızda var olan
nitelikleri geliştirmenin gerekliliğini anladıktan sonra, tanımadığımız manevi dünyayı
hissedebilmek için gerekli uygun niteliklerin bizde eksik olduklarını anlıyoruz. Bizde
eksik olan nitelikler nelerdir?
Bu niteliklere sahip olanların söylediklerine göre, insan karakteri itibariyle tam
anlamıyla egoisttir. İnsanın, düşündükleri - istekleri - konuşarak düşünerek ve fiilen
yaptıkları olsun, bütün bunlar kendine olan sevgisinden kaynaklanmaktadır, öylesine ki
bütün bunlar kendi istifadesi içindir.
Görünüşte bir başkasına iyilik yapan veya başkaları hakkında iyilikler düşünen kişilerin
bunu yaparken gerçek amaçlarını derinlemesine inceleyecek olursak, bunları sırf kendi
menfaatleri için yaptığını görüp ve yapmış olduğu iyilikler vasıtasıyla, göze görülmez
bir şekilde başkasını kendi çıkarlarına alet ettiği görülmektedir.
Manevi duyu'ya sahip olmakla, bu dünya kaybolup onun yerine başka bir dünya, öbür
dünya gelecek değildir. Şimdi hissettiğimiz gerçeklerden oluşmuş olan tablodan başka,
artı gerçekleri hissedebileceğimiz zaman, varoluşumuzun ve hayatımızın nedenlerini
içeren kaynağın öz'ünü görüp onu anlayabileceğiz. Bununla beraber manevi duyumuz
yeterince gelişinceye kadar şimdilik (Mekubalim) Kabalacıların yolunda giderek onların
tavsiyelerine uyabiliriz. Bu kişiler burada bizimle olmalarına rağmen her iki dünya
gerçeklerini hissettiklerinden, onların bize söylediklerini yapmak, gittikleri yoldan
gitmek imkanlarına sahibiz.
Bu gerçeklerin şimdiye kadar neden açıklanıp izah edilmediğini Kabalacılar bize şöyle
anlatmaktadırlar. Dünyamızın altı bin yıllık mevcudiyeti boyunca ruhların dünyamıza
inmeleri ve bedenlerin içinde yerleşmeleri, bir birini takip eden bir düzenin varlığından
söz edilmektedir. Bu düzene göre, ilk iki bin yıllık dönem boyunca dünyaya inmiş olan
ruhlar, son derece arınmış tertemiz ve saf ruhlardan ibaret idi, bu ruhların (Tikun)
onarım yapmaya ihtiyaçları yoktu. İkinci iki bin yıl zarfında inen ruhlar, öncekilere
nazaran kaba ve arınmamış ruhlar olduğundan, arınmak için gerekli bir araca
ihtiyaçları vardı.
Bu aracın ismi Tora Şebihtav, Tevrat'ın yazılı metinleridir ki bu dini kurallar gereğince
fiilen işlenen sevaplar sayesinde ruhlar arınarak gereken seviyeye ulaşmak fırsatını
elde ettiler. Bu ikinci iki bin yıllık süreçte insanlar Tevrat'ın sadece yeryüzünde
işlenebilir Mitsvot, Sevaplar kısmını kullanarak arındılar.
Bu nedenle üçüncü yüzyılda yazılmış olan ZOAR Kitabı, onbirinci yüzyıla kadar saklı
kalmıştır. Zohar kitabı onbirinci yüzyıldan sonra her kuşakta sadece seçkin kişilerin
önüne çıkmıştır. Ta ki yaklaşık bundan 450 sene evvel A Ari Akadoş Rabbi Yitshak
Luria, 450 sene evvel şöyle demiştir.
Bu dönemden itibaren herkes küçükten büyüğüne kadar Kabala öğrenimi ile uğraşmak
zamanı gelmiştir, çünkü bu dönemde inen ruhlar, en kaba vaziyette olan ruhlardır, bu
ruhların arınmaları için Tevrat'ın bütününe ihtiyaç vardır, hatta Tevrat'ın içerdiği sırların
bulunduğu bölüme bile ihtiyacımız olduğunu bize yazılarıyla söylemiştir.
Zohar kitabı bize ancak Kabala öğrenimi aracılığı ile bütün beşeriyetin bu dünya
seviyesinden daha üstün bir seviyeye varacağını yazmaktadır.
MÜKEMMEL DÜNYA
“Kendine Yapılmasını İstemediğini, Başkasına Yapma...”
Bildiğimiz gibi, Doğa’nın özündeki kural sevgidir, toplumumuzdaki herkese en üst
seviyede ilgi göstermeli ve sevgi vermeliyiz, kendimize gösterdiğimiz ve verdiğimiz
gibi. Bakalım bunu inancımıza taşıyabilecek miyiz?
Belki bu konuya pratik yönden de bakmamız lazım. Kanımca felsefeyi işe
karıştırmamam okuyucu için daha faydalı olacaktır. Nesiller boş felsefelerin pratikte
nasıl yanlış uyarlandıklarını iyi biliyorlar. O zaman milyonlarca insan bir felsefenin
yanlışlığının kanıtlanması için acı ve ızdırap dolu bir hayata mahkum olabilirler. Sonuç
olarak, tüm felsefe çökebilir...
Dünyamızı ve doğanın kanunlarını inceleyerek ve sonuçları kanıtlanmış gerçeklerin
temellerine oturtarak Doğa’nın kurallarını takip etmemiz gerektiğini görebiliriz.
Dünyamızdaki mevcut doğa düzenine şahit oldukça, inanılmaz bir kontrol
mekanizmasının varlığını net bir şekilde görebiliriz (hem mikro, hem de makro
boyutlarda). Mesela kendimizi örnek alalım – insanoğlu.
Babadan bir hücre, annenin içindeki güvenli bir yere gelir. Rahimde gelişmesi ve
büyümesi için her türlü ihtiyacı ona verilir. Doğup ayrı bir varlık olana kadar onu hiç
kimse incitemez. Sonrasında bile, doğa anne ve babaya çocuklarına karşı gereken
davranış hissiyatını verir. Dolayısıyla çocuk etrafındaki sevgi ve ilgiden son derece
emindir.
Tıpkı insan gibi, hayvanlar ve bitkiler de sonraki nesillere çok iyi bakarlar. Ancak, yeni
organizmayla birlikte yeni bir kişi doğmuş olur ve yaşam mücadelesine başlar. Bu
mücadele gün geçtikçe artar. Mücadele içinde geçmeye başlayan hayat, hayatın ilk
günlerindeki sevgi ve sıcaklık dolu ortamın tam tersidir. Bu inanılmaz çelişkiyi
sorgulayan bu dünyadaki kontrol sorusu, tarih boyunca insan aklını meşgul etmiş;
birçok teorinin de doğmasına neden olmuştur.
Evrim: Bu eski teori, bu çelişkiyi açıklamaya bile gerek duymamakta. Doğa dünyayı
yarattı ve her şeyi kontrol ediyor. Evrimcilerin inancına göre, hissiz ve düşünmeyen
Doğa, kesin fiziksel kanunlar dahilinde cinsler yaratır. Yaratılan bu cinsler “en güçlü
olan hayatta kalır” kanununa bağlı olarak evrim geçirir ve gelişirler. Bu teoriye göre
Yaratan’a “Doğa” denir, yani hissiz ve duygusuz anlamında...
Evrensel Karşıtlık: Doğa’nın inanılmaz bilgeliğinin insan kapasitesinin çok üzerinde
olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, geleceğin tahmini ve gelecekte yaratılacakların
“programı”, geribildirim içermek zorunda. Bunları veren (Doğa); ek olarak zeka, duygu
ve hafıza özelliklerini de barındırmak zorunda. Yoksa doğanın her safhadaki
yönetiminin şans eseri ve tesadüf olduğuna inanmamız mümkün değil.
Evrensel karşıtlık fikrinin doğmasına bu düşünce zinciri neden olmuştur. İki kutup var,
biri pozitif, diğeri ise negatif. (Neyin ya da kimin, doğanın mı?) Zekaları ve hisleri var
ve bu özelliklerini yarattıkları tüm varlıklara verirler. Evrensel karşıtlık teorisinin
gelişmesi başka teorilerin de doğuşuna sebebiyet vermiştir.
Doğanın mekanizmasının incelenip farklı özelliklerinin ayrıştırılmasıyla, tıpkı eski
Yunanlılarda olduğu gibi, “birçok Tanrı” ve din yüzeye çıkmıştır. Bu inanışa göre her
tanrı, bir gücü veya bir alanı kontrol ediyor. Bilim adamları, teknolojik araçlar ve
araştırmalar sayesinde, dünyamızdaki bazı alanlar arasında bir bağ olduğunu buldular.
Bu yüzden “birçok” gücün dünyamızı kontrol ettiği fikri terkedilip yeni fikirler ortaya
sürüldü. Basit anlamıyla, tek bir gücün bizi sardığı ve dünyayı erdemle kontrol ettiği
fikri. İnsanoğlu bu güce kıyasla etkisiz olduğu için, biz de (insanoğlu) kendi halimize
bırakılmış durumdayız.
Dünyanın yaratılışı ve kontrolüyle ilgili tüm bu teoriler, insanoğlunun ızdırabını
gideremedi. İnsan hala, doğanın, henüz annesinin karnındayken ona ne kadar
hassasiyetle baktığını; ancak sonrasında hayatın acımasızlığına onu nasıl bıraktığını
anlamış değil. İlerleyen yıllarda ve yaşlandığında insan, doğanın şefkatine daha da
ihtiyacı olduğu hissine varır. Bir soru doğar: Doğa’nın, yaşayan dünyaya bu kadar
acımasız davranmasının nedeni biz (değil) miyiz?
Doğa’nın tüm hareketleri birbirine bağlantılı. Dolayısıyla bir kuralı uygulamazsak
doğanın tüm dengesi bozulur. Doğa’dan, bir “lider” olarak ya da Yaratan’ın bir planı,
amacı ya da erdemi olarak bahsetmek arasında hiçbir fark yok.
Doğa ya da Yaratan (prensipte kavramların hiçbir önemi yok), bizim üzerimizde bazı
yasalar doğrultusunda hareket eder. Bizden daha baskın ve tarafsız oldukları için bu
yasalara uymamız gerekmektedir (Kabala’daki sayısal değere eş olan “Elokim”-
Yaratan kelimesi aynı zamanda “Tevah” – Doğa kelimesinin sayısal değeri ile aynıdır).
Doğa kanunlarını anlamamız bizim için çok önemli. Bu kanunlara sadık kalmazsak, acı
dolu bir hayat geçiririz. İnsanın, diğer insanlarla beraber olması gerektiği barizdir. Eğer
bir insan, toplumdan uzakta ve yalnız yaşamaya karar verirse, kendisini acı dolu bir
hayata mahkum etmiş olur. İhtiyaçlarını karşılaması mümkün olmaz.
İnsanı toplum içerisinde benzer kişilerle yaşatan, Doğa’dır. İnsan, hayatı içerisinde iki
davranış şekliyle ilgilenir. Toplumdan tüm ihtiyaçlarını “alır”. Buna ek olarak topluma
“verir”, topluma emeğinin ve üretiminin karşılığını verdiğinden emin olur. Kim bu
davranış alışverişini bozarsa, mevcut dengeyi bozar ve toplum tarafından
cezalandırılmayı hakeder. Örneğin, birisi toplumdan fazla “aldığı” zaman, hırsızlık
yapmış olur ve bunun cezası ardından gelir. Ancak, topluma “vermeyi” reddettiğimiz
zaman buna ait bir ceza söz konusu değil. Bu nedenle, topluma bir şeyler vermek
davranışı genelde tutulmaz.
Doğa ise buna karşılık, insanın gelişimi sürecinde adil bir yargıç gibi hareket eder ve
insanı cezalandırır. Kabala’ya göre, değişen nesillerin tanımı, sadece insanların
vücutlarının gelmesi ve gitmesinden ibarettir. Ruh ise, esas olan bir insanın “Ben”
kavramıdır. Ruh, insanın arzularını, karakterini, düşüncelerini materyal bir “taşıyıcıda”
– beyin hücrelerinde taşır. Bu ruh kaybolmaz, sadece taşıyıcıyı değiştirir. Ruhların sınırlı
(sabit bir sayı) sayısı, dönüşümleri, dünyaya gelişleri ve yeni vücutlardaki “kılıkları”,
bize yeni nesilleri getirir.
Bu yüzden, ruhlar için tüm nesiller, tek bir nesil olarak algılanır. İnsan hayatı
doğuşundan, birkaç bin yıl öncesinden beri devam etmekte. Bu, insanoğlunun ölümüne
kadar devam edecek, ruhun ne şekilde geldiği farketmeksizin. Ruh vücuttan daha “üst”
bir varlık olduğundan, ölümden etkilenmez. Tıpkı saçlarımızı ve tırnaklarımızı
kestiğimiz zaman vücudumuz etkilenmediği gibi.
Bizi yaratıp kendisine ait olan dünyaları bize veren Yaratan, hepimize bir görev verdi:
O’nunla bütünleşmek için çaba sarfetmemiz. Bu, ruhun büyümesiyle olmalı, kendimizi
bütünleştirerek ve yükselterek. Ancak bir soru çıkar karşımıza, insan Yaratan’ın yolunu
takip etmeli mi? Kabala nasıl kontrol edildiğimizi tam olarak bize gösterir, sonuçlar
şaşırtıcı. İster kendi arzumuz ile, istersek de acı çekerek bu yolu takip etsek,
vardığımız sonuç aynı. Bu hayatta da olabilir, bir sonraki hayatta da, çünkü fiziksel,
sosyal ve ekonomik güçlerden etkileniyoruz. Er ya da geç, her birimiz ve en sonunda
tüm insanoğlu, bu fikri kabul etmek zorunda kalacak: Yaratılışın amacı, bizim
hayatımızdaki tek hedef ve anlam olmalı!
Tüm nesillerin sonunda, herkes bu hedefe ulaşacak. Farkeden tek şey, bu hedefe giden
yolun seçimi. Bu hedefe ulaşmak için çaba sarfeden insan, bundan çok büyük fayda
görecek. İnsana ızdırap yerine, Yaratan ile buluşabilmenin mutluluğu bağışlanır. Esas
üzücü olan, insanoğlunun başına gelecek üzücü olaylardan henüz habersiz olmasıdır.
Bahsettiğimiz gibi, yaratılışımızın amacı belli ve Doğa’nın kanunları değiştirilemez. İster
kişisel bir ızdırap olsun, isterse doğal afetler ve savaşlar, her birimiz bu fikre doğru
yönlendirileceğiz. Doğa’nın kurallarına uymamız lazım. Kendimizi egoistliğimizden,
kıskançlıktan arındırmamız, sevgi, kardeşlik ve karşılıklı yardımlaşma arzusu ile
geliştirmemiz lazım.
İŞLEYEN GÜÇ
Yaradılışta Yaradan'ın gücü'nden başka, hiç bir güç yoktur.
Yaradılış sürecinde, Yaradan'ın gücünden başka, her hangi bir şeyde değişiklik
yapmaya muktedir hiç bir güç yoktur.
Buna rağmen bazen , bu gerçeğin tersini görmekteyiz. Yaradan'ın özelliğini ve
yeryüzündeki hakimiyetini inkar eden güçlerin varlığını neden görüyoruz?
İnsanı onarmak için. Onarım bozuk bir şeyi tamir etmektir. Bozuk olan da
Bencilliğimizin ölçüleridir. Yaradan bunu kendi isteği ile böyle yapmaktadır.
İnsanın doğasında var olan benlik duygusu, insana sanki herşeyi biliyor ve her şeye
hakim olabiliyor hissini verir. Oysa durumun böyle olmadığını, aslında hakimiyetin
insanda olmadığını, insanın kendi doğal özyapısında en ufak bir değişikliği yapması
bile, Yaradan'ın yardımı sayesinde gerçekleştiğini anlamamızı sağlamak içindir.
Biz insanlar maneviyat alanında henüz gelişmemiş, çocuk gibiyiz, kendi ayaklarımız
üstünde duramıyoruz, henüz yürümesini değil ayakta kalmayı bile beceremiyoruz.
Her zaman, alışık olduğumuz dünyevi yaşantımıza döneriz, çünkü bu mücadele bir
ikilem mücadelesidir, bir tarafta maneviyat, diğer tarafta hayatın dünyevi zevkleri.
İnsan bu durumun sonsuz bir şekilde devam ettiğini görmektedir. Maneviyat alanında
kısa bir müddet kaldıktan sonra oradan tekrar dünyevi zevklere itiliyoruz.
İnsan, maneviyata doğru ilerlemediğini görür, kendi iç dünyası dışında kalan manevi
üst dünyalara varmak ve Yaradan'a yaklaşmak yerine, gerilediğini ve kendinde dünyevi
zevklere karşı olan düşkünlüğü geçmişe nazaran daha kuvvetli olduğunu görür.
Manevi alandan itilmenin bize yararı şudur. İnsan bu itilmelerin ardından Mücadeleyi
tamamen kaybettiğini hissederek, kendi gücü ile Yaradan'a yaklaşmanın imkansız
olduğunu anlar. Devamlı maneviyatın dışında kalmanın korkusuna kapıldığı için,
Yaradan'dan başka ona yardımcı olabilecek kimsenin olmadığına karar verir. İnsan
verdiği bu karar sayesinde yüreğinde Yaradan'a karşı gerçek bir talepte bulunur ve
ondan, gözlerini ve kalbini açmasını isteyerek kendisini gerçek bir şekilde maneviyata
yaklaştırmasını talep eder. Görülüyor ki insan bundan evvel manevi alanda hissettiği
bütün itilmeler, yaradan tarafından gelmişlerdir. Bütün bu itilişler insana yerinde
saydığını hissini vermesine rağmen, aslında insanin bulunduğu durumdan yetinmesini
önlemek için olup, insanın manevi yönden gelişmesini temin etmek içindir.
Bu İtilmeler insana gelen bozucu olgulara karşı koyamadığı için yapmış olduğu kötü
şeylere ceza mahiyetinde gelmemiştir, sadece onun manevi yönden gelişmesini
sağlamak için geçmesi gereken bir süreçtir.
Bu süreçte, Yaradan, kendisine yaklaştırmak istediği insanlara, söz konusu bu itilmeler
aracılığı ile ve kendi inisiyatifini kullanarak o insana yukarı kattan yardım gönderir.
Böyle bu yardımı yaradan, sadece bu dünya seviyesinden daha yüksek bir seviyeye
gerçek anlamda yükselmek isteyenlere gönderir.
Yükselmek isteyen insana yapılan yardım, bizim mantığımızın aksine çalışır.
Bu insana yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu ve maneviyata yaklaşamadığını
gösterirler ve Yaradan'ın özellikleri hakkında yanlış düşünce ve fikirler ileri sürmesini
sağlarlar, tüm bunları insanın Yaradan'la özdeşleşmemiş olduğunu görmesini sağlamak
içindir. İnsan hissettiği tüm bozucu olgulara karşı ne kadar direnç gösterirse ve
maneviyat yolunda ne kadar ilerlemek istiyorsa da, Kutsiyetten adım adım
uzaklaştığını görür.
Bu insan her zaman Yaradan'a karşı her çeşit taleplerde bulunarak halini şikayet eder
ve Yaradan'ın kendisine karşı davranışını ve Yaradan'ın neden her zaman kendisini ret
ettiğini anlamaz. İnsan sonuçta, maneviyat alanında bir yeri olmadığına hatta böyle bir
ümit bile olmadığına kanaat getirir İnsan bu safhaları geçtikten sonra, ben maneviyata
sadece Yaradan'ın yardımı ile yaklaşabilirim kanaatine varır.
Açıkça görülüyor ki, Onarım, Yaradan'ın hakimiyetine karşı, insana gönderilen
düşüncelerin içinde var olduğudur.
Derler ki, çocuk düşe kalka yürümesini öğrenir.
Biz insanlar da çocuklar gibiyiz, bu düşüşlerimiz, manevi kalkışlarımızdan daha fazla
olmasına rağmen, maneviyata her giriş ve çıkış bizi ileriye doğru itmektedir. Aynen
çocuklar gibi düşe kalka yürümesini öğrendikleri gibi, biz insanlar da maneviyata
girerek ve çıkarak Yaradan'ın yardımları ile ulaşabiliyoruz.
Tüm bozucu işaretlere rağmen insan, devamlı olarak bütün varlığıyla ve tüm
düşünceleriyle Yaradan'a bağlı kalmalıdır. İnsan bu bağlılığını, kendini en kötü şartların
etkisi altında bulduğu zaman bile korumalıdır ve Yaradan'ın dışında hiç bir gücün
hüküm sürmediğini, tek hükümdarın Yaradan olduğunu, ondan başka hiç bir gücün bizi
iyi veya kötü yönde etkiliyemiyeceğini bilmek mecburiyetindeyiz. İnsan bazen dünyada
Yaradan'dan başka güçlerin var olduğu düşüncesine kapılarak, sadece kendi iradesi ile
hareket ettiğini düşünür, şöyle ki daha dün maneviyat üzerinde düşüncelere sahip
olmak istemediğini düşünerek, Yaradan'ın dünyayı yönettiğine inanmadığını gösterir ve
başka Allahlara inananlardan birisi gibi olur.
İnsan her şeyin Yaradan tarafından yapıldığını düşünmelidir, böyle düşünmüyorsa,
tersini düşündüğü için pişmanlık ve hüzün duymalıdır.
Bu aşamada neye karşı pişmanlık ve hüzün duyduğunu anlamak mecburiyetindedir:
Yaradan onu Maneviyat alanından, Dünyevi düşüncelere ittiği için mi üzülmeli, yoksa
kendisine, hor gördüğü düşüncelerle eğlenmek için vermiş olduğu arzu yüzünden mi,
yoksa geçmişte değersiz bulduğu şeylerle tekrar uğraşmaya başlamak için heveslendiği
için mi pişmanlık duymalıdır.
Aynı şekilde, insan kendini yükselmekte olduğunu görünce, şöyle ki Maneviyatın tadını
hissettiği zaman ve maneviyata hevesli olduğu zaman bile, Maneviyata varmak için her
şeyi bir kenara bırakmak gerektiğini anladığını düşünmemelidir Sadece şimdi
Yaradan'ın beğenisini kazanmış olduğunu bilmelidir. Yaradan onu bu nedenle kendisine
yaklaştırmaktadır ve bu nedenle Maneviyatın tadını hissetmektedir.
Yaradan'ın dışında dünyayı işleten başka güçlerin olduğu düşüncesine kapılmamak için
dikkat etmelidir.
Bundan anlaşılıyor ki, Yaradan'ın beğenisini kazanmak veya bunun tersi, biz insanların
elinde olan bir şey değildir, bu sadece Yaradan'ın elindedir.
Neden belirli bir insan Yaradan'ın beğenisini kazanıyor ve neden şimdi yaradan onu
kendisine yaklaştırıyor, sonra da bırakıveriyor?
Manevi akıl sahibi olmayan bir kişi bunları anlayamaz, ancak maneviyata girdikten
sonra insan bunları anlamaya başlar.
Yaradan, insanı kendisine yaklaştırmaması nedeniyle, insan şuna dikkat etmelidir ki,
maneviyattan uzak kaldığı için duyduğu üzüntüyü kendi üzüntüsü olarak
algılamamalıdır. Daha doğrusu insan, böylesine bencil düşüncelerle Yaradan'a acı
verdiğini bilmelidir.
Diğer taraftan insan maneviyata yaklaşmış ve Yaradan'ın beğenisini kazandığı için
duyduğu sevinci de bencil duyguların dışında tutarak, Yaradan'ı sevindirmeye layık
bulunduğu için sevinmelidir. Hatta Yaradan'ı sevindiren bir başkası olsa bile kendisi için
mühim olan Yaradan'ı sevindirmek olmalıdır.
İnsan böyle hesaplaşmalar sayesinde kendi bencil düşüncelerinden arınır.
Bencillik insanın özündedir, insanda bencillikten başka bir özyapısal değer yoktur,
çünkü bencilliği ve almak arzusunu yaradan yaratmıştır, yaradılışı ve dünyaları
dolduran, bencillik ve almak arzusudur.
Yaradan, insanı yaratmasında amaç edindiği hedef şudur: İnsanı bütünleştirmek ve
insanı ebedi kılmaktır ki böylece insan Yaradan'la özdeşleyebilecektir. İnsan
bütünleşebilmesi için bencilliği reddetmek mecburiyetindedir. İnsan bencilliğinden
kurtularak Sadece bir tek şeye sevinmelidir, Yaradan'ın amacı yerine geldiği için
sevinmelidir. Yaradan'ın amacı insanların durumunu iyileştirmektir. Bu amacın yerine
geldiğini gören insan Yaradan'la bütünleşerek onunla ebediyen birleşir.
SIRLARIN AÇIKLANMASI
Kabala’nın sırlarının gizli olmasının çeşitli sebepleri vardır:
1. “Sırların açıklanması için bir zorunluluk yoktur.”
2. “Sırların açıklanmasında ifade yönüyle imkansızlıklar mevcuttur.”
3. “Yaratan’ın özel sırrıdır.”
Kabala’da yukarda ki üç sınırlandırıcı tarafından kapsanmayan en ufak detay yoktur.
1. “Sırların açıklanması için bir zorunluluk yoktur.” Sırların açıklanması ancak toplum
bu tür bir açıklamadan anında fayda sağlıyor ise söz konusu olabilirdi. Aksi durumda
sadece “ne olmuş yani” türü bir tepki gündeme gelirdi. Böyle bir aksi durum ve tepki
Kabala’cıların hem kendilerini ve hem de diğerlerini önemsiz işlerle meşgul etmeleri
demekti. Kabalacılar işte bu nedenledir ki sadece sır tutmayı bilen ve sırrını tamamen
zorunlu olmadıkça açıklamayan kişileri öğrenci olarak kabul etmişlerdir.
2. “Sırların açıklanmasında ifade yönüyle imkansızlıklar mevcuttur.” Bu durum
Kabala’nın sırlarının açıklanması üzerindeki yasağın dilin ifade yetersizliğinden
kaynaklandığını ifade etmektedir. Sözü edilen, dilimizdeki kelimelerin karmaşık ruhsal
kavramları aktarmaktaki yetersizliği ve öğrencileri düşünmeye sevkidir. Böylece bu
sırların açıklanması için yukarıdan izin gerekir.
Yukardan izin ünlü Kabalacı ARİ’nin yazılarında şöyle geçer;”Biliniz ki büyük ruhlar
dışsal (kişiyi çevreleyen) veya içsel (içini saran) ışıkla doldurulmuştur. Dışsal ışıkla
doldurulmuş olan ruhlar sırları söylemek yetisine sahiptir. Bunu öyle yaparlar ki bu
sırları hak etmeyen insanlar anlamazlar.”
Örneğin Rabbi Shimon Bar Yohay bu tür çevreleyici ışıkla doldurulmuş bir ruha sahipti.
Öyle bir gücü vardı ki herhangi bir toplulukta sadece “Zohar” kitabını yazmak için
yönlendirilmiş olanlarca anlaşılabilirdi. Ondan önce ve daha bilgili Kabalacılar
bulunmasına karşın bunlarda Şimon’un ruhani kavramları kelimelere dökme gücü
yoktu.
Görüleceği gibi Kabala’nın tanıtımı Kabalacı’nın bilgi düzeyine bağlı değil, daha ziyade
ruhunun niteliklerine bağlıdır. Bu ruh durumudur ki, yukardan gelen iletileri varolan
bilginin bir bölümünü açıklamak üzere alır. Bu yüzden “Zohar” öncesi Kabala hakkında
temel bazı çalışmaları bulamıyoruz. Sahip olduğumuz çalışmalar ise muğlak ve açık
olmayan ipuçları taşımaktadırlar. Rabi Şimon zamanında bir tek Rabi Ari Kabala’nın bir
başka bölümünü “açma” iznine sahipti. Tekrarlarsak, Ari’den önce ondan daha fazla
Kabala bilgisi olanlar mutlaka vardı, fakat yukardan izin almamışlardı. Ari’nin
kitaplarının ortaya çıkmasından bu yana Kabala ile ilgili herkes diğer kitapları bırakarak
sadece “Zohar” ve Ari’nin kitaplarını öğrenmeye yönelmişlerdir.
3. “Yaratanın özel sırrıdır”. Bu sınırlamanın özü Kabala’nın sırlarının sadece Yaratana
sadık ve saygılı olanlara açılabilmesidir. Kabala’nın sırlarının saklanmasının en önemli
nedeni budur. Birçok şarlatan Kabala’yı kendi çıkarları için kullanmıştır. Bunlar geleceğe
dönük öngörülerde bulunmuş, keramet göstermiş ve inançlı insanları çekmişlerdir.
Başlangıçta Kabala’nın saklanması tamamen bu yüzdendir. Gerçek Kabala’cılar bu
nedenle öğrenci alırken seçimde kitaba uygun şekilde tüm noktaları dikkate almışlardır.
Her nesilde Kabala öğrencileri çok sınırlı ve en ağır yeminler altında kabul edilmişlerdir
ve bu öğrencilerin üç sınırlama ile ilgili en ufak, en ihmal edilebilir detayı dahi
açıklaması yasaklanmıştır.
Bu üç yasaklama ile Kabala’nın kendisini üçe böldüğü düşünülmemelidir. Hayır; her
kısım, her kelime, her terim bu üç kriter adına saklanmıştır. Bu üç kriter Kabala
bilimsel öğretisinde sürekli etkindir.
Bu şartlarda şöyle bir soru da ortaya çıkmaktadır. Eğer sırlar bu kadar derinde saklı
ise, Kabala hakkındaki farklı yazılar nereden çıkmaktadır? Bunun nedeni ise şartların
ilk ikisi ile üçüncüsünün arasındaki farktır. Son şart en önemlisidir. “Açıklanması
zorunlu değildir” dış şartların etkisi ile sık sık değişebilir ve “Açıklanması zorunludur”
haline gelebilir. Bu insanoğlunun bir bütün olarak gelişmesi sonucu olabileceği gibi
yukarıdan verilen bir izinle de olabilir. Bu izin Rabi Şimon ve Ari’ye ve daha az olarak
diğerlerine de verilmiştir. İşte bu nedenle arada bir Kabala hakkında otantik kitaplar
görebiliyoruz.
Ben de öğretmenimden Kabala’yı bu şartlarda aldım. Aynı zor şartlarda, korumak ve
sır saklamak. Bununla beraber, “Hareket Zamanı” bölümünde açıklanan nedenlerle
“Açıklanması zorunlu değildir” “Açıklanması zorunludur” haline dönüşmüştür. İşte
tamamen bu nedenledir ki bir parçayı açık hale getirirken diğer ikisini koruyor ve
saklıyorum, tıpkı yemin ettiğim gibi.
HAREKET ZAMANI
Kabalacı Y. Ashlag
Uzun zamandır kapalı dünyamdan çıkarak okuyucuya en azından Yahudiliğin gizli
bilimsel özü olan Kabala hakkında bilgi vermek istiyorum.
Matbaadan önce bir kaç kitap vardı, bunlardan biri de Kabala idi. Değerini
anlayamayacak ve sorumluluğunu taşıyamayacak olanlardan uzak tutuluyordu. Değerli
bilgi ve sırlar Yaratana saygının bağlayıcılığı nedeni ile herkese açılmıyordu.
O günden bu yana çok şey değişti. Kitap yazma hastalığı tüm dünyaya yayıldı, işgücü
ucuzladı, basılı kitap fiyatları düştü, sorumsuz birçok yazara para ve şöhret için kitap
“yazmak” yolu açıldı. Bu insanlar “büyük düşünür” olmamakla birlikte yine de ortaya
bir şeyler “çıkarmak” becerileri var.
Bunlar kendilerince uygun gördükleri her konuya girdiler. Bazıları kendi kuşaklarının
liderliği rolünü de üstlenerek toplumu kendilerince önemli kitaplar etrafında
yönlendirdiler. Geçmişte bu rol çoğunluğun içindeki bir akıllı tarafından yürütülüyordu,
bugün onlarcası bu rolü anında almaya hazır.
Son zamanlarda bu tür “uzmanlar” Kabala ile de uğraşmaya başladılar. Bunlar bu
bilimin binlerce yıl boyunca yabancılardan saklandığını bilmiyorlar. Kelimeler arasındaki
bağlar bir yana bu alanda yönlendirilmemiş bir insan Kabala’nın tek kelimesini dahi
anlayamaz. Kabala’nın varolan sınırlı sayıdaki bir kaç kaynağında ancak hakiki bir
Kabala öğretmeni tarafından eğitilmiş bir kişinin kavrayabileceği dolaylı ipuçlarından
biraz fazlası mevcuttur.
Bu “uzmanlar”ın kitaplarının sayıları katlanarak artıyor. Yazarları, çoğu zaman
yazdıkları hakkında bilgiye sahip değiller ve anlamını dahi bilmiyorlar. O kadar cahiller
ki, sebep oldukları ve gelecek kuşakları da kapsayan zararlarının boyutlarını bile
düşünemiyorlar.
Bu tür gelişmeler sonucu toplum gerçeği görme yetisini kaybetti ve onun yerine
kolayca oluşturulan bakış açıları ve görüşler ortaya çıktı. Kabala üzerine yazılmış böyle
bir kitaba boş zamanında göz gezdiren her kişi o andaki ruh haline bağlı olarak
kendince görüşler oluşturabilirdi.
Bütün bu sebepler beni sırlardaki saklılık ve gizliliği kaldırmaya zorladı. Yaradan adına
halen kurtarılabilecekleri kurtarmak için harekete geçme zamanının geldiğine karar
verdim ve topluma hakiki ruhani kaynaklarımızı göstermek işini yüklendim.
ŞHİNA'NIN SÜRGÜN OLAYI KONUSUNDA
Kutsal Zohar kitabı der ki, U Şohen ve İ Şhina.
Kutsal Zohar'ın bu söylediklerini Rav Şalom Aşlag bizlere bu sözlerle açıklamaktadır.
Bilindiği gibi, yüce ışık'ta hiç bir değişiklik yoktur, ''Ani Avaya Lo Şiniti''.
Kutsal kitaplarda, Ben tarif edilmez bir varlık olarak , ''Değişiklik Yapmadım''
Yazılıdır.
Bu aşamada bize anlatılmak istenen şey, Yaradan'ın (katında) Eyn Sof (Sonsuzluk)
katında, bir tek isme sahip olduğudur. Varlığını gördüğümüz diğer isimler, yaradılış
sürecinde, en yüce Eyn Sof katından aşağılara doğru süzülerek inen merdivenin
basamaklarında gördüğümüz isimlerdir. Bizler bu isimleri bulunduğumuz manevi
merdivenin bilinç basamağının yüksekliğine veya alçaklığına göre değerlendiriyoruz.
Yaradılış, kabalanın Olam Eyn Sof olarak adlandırdığı seviyeden aşağılara doğru
gelişmesidir.
Olam Eyn Sof, mevcudiyetin tüm köklerini içeren alan olarak, İbranice şoreş, kök
seviyesini temsil eder. Yaradılış sürecinde yaratılan ilk seviye Adam Kadmon, Kadım
dünyadır, ikinci seviye Atsilut tecelliler dünyası, üçüncü seviye Bria, Yaratısal dünya,
dördüncü seviye Yetsira, Oluşum dünyası, beşinci seviyede Olam Asiya, Üretken dünya
gelmektedir. Asiya, üretken dünyanın en alt basamağına bağlı bizim yaşadığımız dünya
Malkut, Kraliyet yer alıyor. Yaradılış sürecinde, aşağılara doğru süzülen tüm seviyelere
kabalanın verdiği isme ŞHİNA diyoruz.
Yaradılış sürecinde yaratılan her seviyeye İbranice verilen isim KLİ dir. Kli araç
anlamına gelir, ışık, kendinden vermek için, almak arzusunu içeren bir kap yaratmak
mecburiyetindeydi, ışığın yarattığı kaba, kabalanın verdiği isim KLİ dir. Yaratılan her
seviyedeki kapların tümüne ŞHİNA diyoruz.
Işık kabın içini ışıkla doldurmak arzusunu taşıdığından dolayı ışık ŞOHEN, (Barınan)
adını alıyor, kap ışığı içinde barındırdığı için de ŞHİNA adını almaktadır. Tikun klali,
genel onarım, yüce ışığın araçlarla bütünleşerek aydınlatması haline ışığın ismi Şohen
ve ışığı alan araçlar Şhina adını almaktadır. Böylece neden kutsal Zohar kitabı U
Şohen ve İ Şhina , yazdığını anlamış oluyoruz.
Böylece almak arzusunu içeren araçlara ŞHİNA ve Işığın tam manasıyla araçları
aydınlatacağı zamana kadar geçen müddete kabala, Tikunim, onarımlar adını veriyor.
Kabala, Tikun tamamlanıp ışığın araçları tam manasıyla aydınlatmadığı vaziyete
''GALUT A'ŞHİNA'' Şhina sürgünde diyor. Aramca dilinde Şhinta Begaluta.
İnsan almak arzusuyla coşan bir yaratıktır, insan, Yaradan'ın gönderdiği ışığı
barındırabileceği araç Yüreğidir, ne var ki insan, yüreğini Yaradan'ın ışığına barınak
(Mişkan) yapacağına, yüreğini pisliğe murdarlığa barınak etmektedir, bu nedenle bu
gün yaşamakta olduğumuz vaziyete göre ŞHİNA BEAFARA, Şhina yerde en düşük
seviyede sürünüyor diyoruz.
Gönül ister ki yüreğimizi Yaradan'ın ışığına barınak yapmak yüceliğine ulaşmak, her
insana nasip olur.
DÜŞÜNCENİN İÇERDİĞİ GÜÇ
Zohar kitabı bize, Yaradan yedi bin yıl sürecek yaradılış sürecinin tüm detaylarını, önce
kendi ''DÜŞÜNCESİNDE'' İki bin yıl zarfında hazırladığını söylemektedir. ''The Big Bang''
Büyük patlama olarak tanımladığımız yaradılışın başlangıç (Bereşit) sürecinin
gerisinde, varlığın tümünü kapsayan Üniversal düşünce enerjisine bağlı bir bilinç
alanı'nın varlığını görüyoruz.
İyilik ve kötülük arasında meydana gelen kozmik mücadele, yaradılışın başlangıç
(Bereşit) sürecinde olduğu gibi, günümüzde de aynı şekilde devam etmektedir. Bu
mücadelede taraflar insan varlığında gördüğümüz beş duyu sisteminin sınırlarını aşan,
Üniversal düşünce enerjisinin, bilinç alanı içinde işlediklerini söyleyebiliriz.
Bir tarafta maddi dünya bilincinde ekilmiş ve sadece kendine almak arzusuyla
kavrulan, Akıl ağacı, ets A'Daat. Diğer tarafta Manevi dünya bilinç alanında vermek
arzusuyla dolu, kötülüklerin ve olumsuzlukların ulaşamadığı yüksek bir seviyede
bulunan Hayat ağacı, Ets A'Hayim. Hayat ağacı üç sütundan ibaret zeki ve canlı,
Kozmik bir güç kaynağıdır. Sağ sütun pozitif olumlu enerjiyi, Sol sütun da Negatif
olumsuz enerjiyi temsil eden uçları, hassas bir denge içinde tutan Orta sütundur. Şunu
önemle belirtmek gerekir ki bu konuda Pozitif iyi anlamına gelmediği gibi, Negatif te
kötü anlamına gelmemektedir. Bu enerjileri daha iyi anlamak için, doğu felsefesinde
kullanılan, YİN ve YANG kelimeleri bize daha iyi bir fikir verebilir. YİN, Çin felsefesine
göre hayatın aslını oluşturan dişil eleman, YANG, Çin felsefesine göre evrenin faal
erkek ilkesi olarak açıklanabilir.
RUH VE DÜŞÜNCE
İnsan olarak tanımladığımız, çok yönlü bir bütündür. Kabala bize her insanın başlı
başına, mikro boyutta bir dünya olduğunu söylemektedir. İnsanın maddesel yönden bir
bedene sahip olduğunu, manevi yönden de beden ruh ilişkileri olduğunu biliyoruz.
İnsanın yaşadığı müddetçe ihtiva ettiği Beden ve ruh birbirine bağlı, birbirini etkileyen
ve birbirinden ayrılmaz iki temel unsur olarak görülmelidir. Ruh ve beden, birlikte
uyumlu ve ahenkli bir şekilde çalışarak bu iki unsurun dengeleri muhafaza etmesi,
insan için ideal bir durumdur. İnsanın bulunduğu ruhi durum bazen hastalanmasına,
bazen de hastalıklardan daha çabuk şifa bulmasına, iyileşmesine sebep olmaktadır.
İnsanda baş gösteren bir hastalığın gidişatını iyiye doğru gelişmesini temin etmek için
sadece bedende baş gösteren hastalığı tedavi etmek yöntemiyle elde edemeyiz, aynı
zamanda ruhi durumun da iyiye doğru dönüşmesi sayesinde, hastalığın gidişatını
önemli ölçüde olumlu yönde etkileyebiliriz. Bu görüş yeni olmamakla beraber, ancak
son yıllarda batı dünyasında kabul edilir olmuştur. Psikiyatri alanında yapılan
araştırmalarda alınan sonuçlar, ruh ve sağlık bağlamında ruh sadece bu sürece iştirak
etmekle kalmayıp, hastalıkları tedavi yöntemi sürecinde merkezi bir vazife görebilecek
durumunda olduğu ortaya çıkmıştır. Tüm hastalıkların temel nedenleri başında, ruhi
sistemde ''birliğin'' eksikliğinden meydana gelen, Ruhun denge bozukluğu yer
almaktadır. Aksi halde bazı hastalara verilen sözde ilaç, Placebo'nun kanser ve benzeri
ağır hastalara verilen bu sözde ilaçlardan etkilenerek durumlarında iyiye doğru bir
gidişatın varlığını nasıl izah edebiliriz.
Biz insanlar, beden - ruh ilişkilerinin varlığını ve bağlamını duyularımız vasıtası ile
tanıyoruz. Bir genelleme yapacak olursak, ruhla, ruhun dışında kalan boşluklar
arasında var olan bağları idrak etmenin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
DÜŞÜNCE VE BİLİNÇ
Yaklaşık bundan 500 yıl önce yazdığı, Leha Dodi İlahesinde, Rabi Şlomo Alkabets, ''
SOF MAASE BEMAHŞAVA THİLA '' cümlesini yazarak bize, her şeyin altında yatan
gücün ''DÜŞÜNCE GÜCÜ '' Olduğunu tekrar etmektedir. Fiiliyat safhasına
dönüştürdüğümüz her işlemin öncesinde ''DÜŞÜNSEL'' Bir tasarım vardır ve bu işlem,
''DÜŞÜNSEL'' tasarımın bir ürünüdür.
Etrafımızı saran gerçekler hangi malzemeden meydana gelmiştir. Bu malzemenin yapı
taşları nelerdir. Her insan, tanımadığı yeni bir gerçeği veya henüz tanımadığı farklı bir
gerçeği anlamaya çalışırken, o anda bulunmuş olduğu dünyanın niteliklerine uygun bir
şekilde davranır.
Biz insanlar, etrafımızdaki Maddesel şekilleri hiç bir zorluk çekmeden teşhis
edebiliyoruz. Maddesel şekiller kendilerine özgü birer cisim olduğundan, onları görerek,
onlara dokunarak, onları koklayarak hissedebiliriz. Dünyevi gerçekler olarak
algıladığımız maddesel cisimleri daha derinlemesine incelediğimiz zaman, karşımıza
doğanın temel taşı olduğunu bildiğimiz, ''ELEKTRO'' veya ''ELEKTRON'' Çıkmaktadır.
''ELEKTRON'' Nedir? Mikroskobik bir madde parçacığı mıdır? Hayır kesinlikle değildir,
üstelik uzaysal alanda ve zaman birimlerinde belli bir yer tutmadığını da biliyoruz.
Elektron'u en doğru bir şekilde tanımlamak istersek, uzay'ın boşluğunda
elektromanyetik bir alanın titreşimleri olarak tanımlayabiliriz. Böylece, maddesel
dünya'nın dayandığı temel elemanın (Ögenin) aldatıcı ve hayale dayanan bir yanılsama
olduğunu görüyoruz.
Bu durumda geriye kalan, şu anda hepimize ortak bir olgu olan, DÜŞÜNCE ve BİLİNÇ
GÜCÜDÜR.
Düşünce ve Bilinç, insanlara yön veren ve insanları birbirinden farklı kılmasına rağmen,
tamimiyle ve bir bütün olarak insana ait en gerçek bir güçtür.
Düşünce, tanıdığımız en güçlü ve en hızlı bir güçtür. Günümüzde bu görüşü savunan
Alimlerin sayısı gittikçe artmaktadır Tüm radyo güçleri, manyetik güçler, elektrik gücü,
radyoaktif güçler yerçekimi ve evrende var olduğunu bildiğimiz diğer güçlerin varlığını,
dünyamızda gördüğümüz, etkileyici güçler olarak tanımaktayız. Buna karşılık, gözle
görmediğimiz ''DÜŞÜNCE GÜCÜ'' Vardır. İşlemlerini gözle görmediğimiz güçler, var olan
en büyük güçlerdir. Bu güçlere inanmak hayatımızda hiç bir üstünlük sağlamaz.
Yaşamakta olduğumuz bu dönemde bu güçlere inanmak yeterli değildir, kendi
geleceğimizi belirlemek için, bu güçleri nasıl çalıştıracağımızı kendimiz öğrenmek
mecburiyetindeyiz.
Burada bir soru sormak gerekiyor. Kabala geleceğimizi nasıl değiştirebilir? Bunu
anlayabilmek için önce ''önyargılı'' düşüncelerimizden kurtulmamız gerekiyor.
Kabalanın mistik bir uğraş olmadığını anlamalıyız.
Kabalanın insana en yakın ve en büyük yenilikleri içeren yirmibirinci yüz yılın İLMİ
olduğunu, gözle göremediğimiz ve buna rağmen hayatımızın her anını etkileyen ve
dünyamızı çalıştıran güçleri inceleyip her insanın ve tüm beşeriyetin geleceğini
değiştirecek tek İLİM Olduğunu söyleyebiliriz. Kabala İlmi'nin özelliklerinden biri de,
Kabala ile uğraşan insanın hayatını olumlu yönde etkilemesidir. Kabala öğrenimi gözle
görmediğimiz güçlerle bağlantıda kalmamız için yeterli olduğunu açıklamak yerinde
olur kanaatindeyiz.
MANEVİ ''GEN'' VE ''İZLENİMLER''
Yaşadığımız bu dönemde, biyolojik bedenimizin içerdiği tüm bilgiler, insanoğlunun
taşıdığı genlerin içinde bulunduğunu biliyoruz. İnsanın (Manevi) gelişmesini sağlayarak
onu daha ileri bir konuma doğru ilerlemesini sağlayan bir özellikten bahsetmek
istiyorum. Bu özellik her insanda yaradılıştan var olan ve insanın yaşamı boyunca
geçireceği gelişmeleri programlayan bir özelliktir. Kabala bu özelliği insanın Manevi
genleri olarak belirtmektedir. Bu özel manevi genler diğer genlerin çok daha
derinlerinde olan bir program taşımaktadırlar. İnsan doğduğu andan itibaren bu
programın hakimiyeti altına girmektedir. Her insanın kendine özgü niteliklerini,
karakterini, kaderini ve insanın gerçekleştirdiği işlemleri dikte eden, bu programdır.
Bununla beraber bu program birçok durumda insana tercih özgürlüğünü tanımaktadır.
İnsanın şahsiyetinde (Karakterinde) var olan bütün nitelikler bu program tarafından
tanımlanır ve böylece o insanın gelişmesini sağlar.
Bu program sadece insanların içinde var olmakla kalmıyor, Evrende var olan her şeyin
içinde yer almakta olup, ''onun hayatı'' adında bir süreci dikte etmektedir. İnsan
doğasından farklı olan bu program insanın içinde sabit olmayıp, insanda yaşamı
boyunca gelişerek değişimlere yer vermektedir.
Bu program, peş peşe sıralanmış ve bir birini takip eden bilgilerden oluşan bir emirler
zinciridir. Bu zinciri oluşturan emirlerin her birine kabala dilinde ''REŞİMO'' ''İzlenim''
Olarak adlandırılmıştır.
(Reşimo Roşem kelimesinden kaynaklanan bir kelimedir ve Reşimot kelimesinin tekil
şeklidir).
Bu izlenimler, İbranice Reşimot, her insanın içinde, doğduğumuz andan öleceğimiz ana
kadar taşıdığımız izlenimlerin bir listesidir. Bu izlenimler varlığımızın bu dünyaya gelip
yaşamını sürdürdüğü tüm dönemlerde geçtiği REENKARNASYONLARDA ruhumuzun
eriştiği tüm gelişmelerden edindiğimiz izlenimleri kapsamaktadır.
Bu izlenimlerin ihtiva ettiği bilgi zincirini okuyabilsek, evrenin hangi aşamada nasıl
geliştiğini bir film seyreder gibi görebiliriz. Evrenin en ilkel durumundan tutun, güneşin
ve yıldızların nasıl oluştuğunu, Dinozorların yaşadığı dönemden, en uzak geleceğe
kadar her şeyi görebiliriz. Evrenin genel kurallarına göre, evrende hiç bir şey
kaybolmaz, ancak her şeyde değişiklik olur, her şey bir durumdan başka bir duruma
dönüşür. Bu izlenim zinciri (Bilgi zinciri) Hayatımızın başından sonuna kadar yaptığımız
çalışmaların bir programı ise ve bu program üzerinde bir değişiklik yapmak imkanımız
yoksa vazifemizin sadece bu programın içinde yazılı olan emirleri yerine getirmek
olduğunu varsayacak olursak, bu programın bir taraftan hepimiz için, diğer taraftan
tek, tek herbirimiz için neler içerdiğini bilmek çok ilginç olsa gerek. Bu izlenimleri
önümüzdeki tarzda incelemek daha doğru olacaktır.
Öncelikle Doğanın hedef ettiği nokta nedir onu tespit edelim. İkincisi, bu izlenimler bizi
yaradılışın hangi genel kuralına doğru taşımak istemektedir. Bu soruların ardından
doğan başka bir soru var, bu izlenimlerin incelenmesinden öğrendiğimiz bilgiler
sayesinde her hangi bir şeyi değiştirmek, yeniden yapılandırmak ve her şeyi daha iyi
değerlendirerek her şeyin gönlümüzce olmasını sağlayabilir miyiz?
Bu soruların cevabını, izlenimlerin içinde bulunan bilgi zincirini çözmek suretiyle elde
edebiliriz. Bu nedenle bu programın ve izlenimlerin içine girebilmek için ihtiyacımız
olan herşeyi kabala öğrenerek elde edebiliriz.
Modern çağın insanı kendi hayatının programını ve EVREN'İN Tümünü idare eden
mekanizmin nasıl işlediğini öğrenmek için gereken çabayı göstererek Dünya'mızın
kontrol paneli üzerinde hakimiyet sağlamak suretiyle onu en doğru ve en iyi bir şekilde
kullanmasını öğrenebilir. Bu Program, dünyamızın kontrol paneli ve ışığın kaynağı olan,
Olam Atsilut, ''Tecelliler dünyası'' bilinç seviyesinde bulunmaktadır. Olam Atsilut aynı
zamanda hayatı, bolluğu, güveni, sağlığı ve huzuru bize getiren ışığın dünyamıza
süzülmesini sağlar. Başlangıçta Ruhumuz en mükemmel şekliyle Tecelliler dünyasında
bulunmaktadır. Ruh burada, ebedi ışık ve Yaradan'a eşit bir seviyede, huzurla doludur.
Ruh, bu yüce mevkiden, ''Bu Dünya'' dediğimiz en alçaklardaki bilinç seviyesine
atılmaktadır. Ruh bu yüce mevkiden, Atsilut dünyasından bizim dünyaya doğru yol
alırken ilerlediği her kademede kendinde ihtiva ettiği ışıktan boşalmaktadır, ruh bu
dünyaya girişinde taşıdığı bütün ışığı yolda kaybederek girmektedir. Ruh bu dünyaya
girişinde, (Dünyaya Geldiğinde), sadece şimdiye kadar karşılaştığı olayların yarattığı
durumları ihtiva eden izlenimlerle dünyaya gelir Ruh daha sonra bu dünyadan ayrılıp
tekrar Atsilut dünyasına doğru yola çıkarken (tırmanırken) bu izlenimlerde yazılı olan
durumlar, bu dünyadan, Atsilut dünyasına çıkan basamakları teşkil etmektedir.
Bu izlenimler iki önemli hususa dayanmaktadır. Birincisi, Ruhumuzun bu dünya'ya
inişinden önce, Yaratanın ışığından elde ettiği zevklerin hatıralarını taşımaktadır.
İkincisi, (koha şel Akavana Lemaan Abore), Allah Aşkına niyetinin taşıdığı güç, ruhu en
yüksek manevi seviyede tutan, Allah aşkına niyetinin içerdiği güçtür. Bu iki husus, bizi
yaşamakta olduğumuz dünyanın, dünyevi bilinç seviyesi ile, Manevi bilinç seviyesini
birbirinden ayıran bölmenin (Paravanın) üzerinde üstünlük kurmak için gereken manevi
duyuları içimizde oluşturmaya yardımcı olmaktadırlar. Kabalacıların kendi içlerinde
yaratmış oldukları bu duyulara kabala ''MASAH'', ''PERDE'' Adını verdi. Masah insana
kaderi üzerinde hakimiyet elde etmesini ve çevresinde her şeyin daha iyiye gitmesini
sağlar.
RUH ışıkla dolu olduğu Yüksek dünyalardan, ışık olmayan bizim dünyaya, yukarıdan
aşağıya doğru inerken, her basamağa çarparak yuvarlanan bir topa benzer, ruhun her
bir basamağa çarpışında edindiği ''İzlenime'' ''REŞİMO'' Diyoruz.
Kabala öğrenen her insan, en son ve en alçak yerde bulunan manevi basamaktan
oluşan en ufak ve en yüksek yerde bulunan manevi basamakta oluşan en büyük
İzlenimleri, en doğru bir şekilde değerlendirmeyi öğrenir. İnsan daha ilk manevi
basamakta elde ettiği değerler sayesinde, bulunduğu düşük bilinç durumundan, kendi
dünyası dışında kalan yüksek bir bilinç seviyesine çıkmak arzusu duyar.
DÜNYA'YI YÖNETMEK KONUSUNDA YAHUDİLERİN ÜSTÜN MANEVİ
KABİLİYETLERİ NELERDİR?
Yahudiler en üst kademedeki basamaklardan artakalan İZLENİMLERİ realize ederek üst
dünyaya çıkmak suretiyle dünyayı yöneteceklerdir. Işık ruhu terk ettikten sonra geriye
İZLENİMLERDEN meydana gelen izlenim zinciri kalmaktadır. bütün izlenimler bu
zincirin içinde kapalı ve katlanmış olarak bir nokta şekildedir. Bu nokta her bir insanın
içinde olup, '' YÜREĞİMİZDEKİ NOKTA '' veya ''Geleceğin ruhunu üretecek dölüt'' adını
veriyoruz.
İnsanın geleceğinde (İstikbalde) taşıyacağı ruhun niteliklerini de izlenimler
belirlemektedirler. İzlenimler, Ruhun şeklini, niteliklerini hatta Atsilut dünyasına
dönüşünde hangi yeri tutacağını bile belirlerler. Kendi izlenimlerini düzenli ve devamlı
bir şekilde realize eden her insan bu dünyaya gelmeden evvel, ruhunun Atsilut
dünyasında sahip olduğu yere döner.
Kabala ilminde Atsilut dünyasına, '' ERETS İSRAEL '' adını veriyoruz.
Olam Atsilut bilinç seviyesine çıkan insana, '' İVRİ '' Diyoruz.
İvri bir yerden başka bir yere geçen anlamında bir kelimedir ve avar - geçti
kelimesinden türemektedir.
Yaşadığımız dünyevi niteliklere sahip bu dünyadan, Manevi niteliklere sahip Manevi
dünyaya geçtiği için o insana '' İVRİ '' diyoruz. Kendisi, evrenin kontrol panelini teşkil
eden yönetim sistemi niteliğini taşıyan Olam Atsilutun bir parçası haline gelir ve
böylece dünyamız üzerinde hakimiyet kurmak kabiliyetini elde ederek, bizim
dünyamızda olup biten her şeyi anlamak ve değerlendirmek, İvri insan için, imkan
haline gelir.
Ruhun Atsilut dünyasından bizim dünyaya doğru gelişmesinden önceki durumuyla,
dünyamızdan yukarıya doğru basamak basamak tırmanarak Atsilut dünyasına çıktıktan
sonraki durumu arasında olan fark, ruhun biz insanların isteğiyle ve gayretiyle
yukarıya çıkmış olmasından ileri gelmektedir. Ruh, dünyaların basamaklarını özgürce
aldığı bir kararla tırmanarak yükselmekte olup böylece Atsilut dünyasındaki manevi
katın bütününü elde etmektedir. İnsanın bedeni bizim dünyada varlığını korumaya
devam eder. Böylece insan aynı anda her iki dünyada yaşayabilir.
Kabalanın ifade ettiğine göre, İnsanoğlu dünyevi bedeni içinde yaşarken evrenin
tümünü ve var olan bütün realiteyi keşfetmesini sağlayan, Kabala İlmidir. İnsan bunları
keşif etmesi sürecinde, kademeli bir şekilde kendinde, Yaradan'ın niteliklerinden olan -
Etkili olmak, özveri ile davranmak kabiliyetini edinmeye başlar. İnsan bu niteliklere
sahip olduğu müddetçe, ruhu gittikçe Yaradan'a benzemeye başlar ve neticede onun
gibi olur ki o zaman insan Yaradan'ın seviyesine çıkmış sayılır ve Yaradan'la eşit bir
duruma gelir. Bu noktada bir cümleyi hatırlatmak çok yerinde olur, Havraya gidenler ve
gitmeyenlerin de bir kısmı bilirler, bu cümle İbranicede, Şiviti a şem lenegdi tamid
cümlesidir.
Bu cümle insanın Yaradan'la eşit olmak arzusunu dile getirmektedir.
Bu yüzden, kendi kaderini ve bütün dünyayı yönetebilmek için engelin diğer tarafına
geçmek için '' YEUDİ '' , '' İVRİ '' Olmak gerekmektedir.
Yahudi ve Yahudilik nedir bunları açıklamaya çalışalım. İbranice Yeudi kelimesi,
Müstesna anlamına gelen Yihudi kelimesinden türemiştir. Bilindiği gibi Hz. İbrahim
müstesna bir kişiliğe sahipti. Burada Hz. İbrahim'e neden İVRİ denildiğini anlamak için,
Bu dünya bilincini aşan ilk kişi olduğundan kaynaklandığını açıkça görebiliriz. '' Yeudim
''Yahudiler bir millet değildir, onlar bu dünyayla manevi üst dünya arasındaki engeli
aşmak için edindikleri sistemi bütün dünya insanlarına öğretmek vazifesini yüklenmiş
ELÇİLERDIR. Yahudiler söz konusu ELÇİLİK Görevini yerine getirmek için seçilmiş
MÜSTESNA bir toplumdur. Hz. İbrahim, kabalayı ve Torayı almadan önce, bu insanlar
Yahudiler Mezopotamya'da yerleşmiş diğer aileler gibi, büyük bir aile teşkil ediyorlardı.
Bizim genlerimiz ve özellikle Aşkenaz Yahudilerinkiler, gerçek Mezopotamyalıların
genlerine büyük bir benzerlik taşımaktadırlar. Yahudiler bu nedenle yeryüzünde
yaşayan diğer toplumlardan farklı yaşam ve dini kuralların, başka toplumlara kıyasla
benzeri olmayan farklılaşmalar nedeniyle, Toplumlar arasında, müstesna bir konumda
binlerce yıl devamlı olarak yerini muhafaza etmeyi başaran tek toplum olduğunu
görmekteyiz.
Bizler ve başkaları arasında var olan farklılık, Hz. İbrahim’in ailesi tarafından belli bir
hedefi olan ve uygulanabilir bir Misyonu (Görevi) yerine getirmek için yaradan
tarafından seçilmiş olmalarından ileri gelmektedir. Misyonumuz, dünyanın yönetimini
ve Yaradan'a olan bağlantıyı evvela kendimize sonra da bütün beşeriyete öğretmektir.
Bu misyonu kendine yükleyen herkese ''Yeudi'' Yahudi diyoruz.
Fakat Yahudi diye bir millet kavramı yoktur, çünkü gerçekte baştan beri böyle bir millet
yoktu. Atalarımız Avraam, Yitshak ve Yaakovdur.
TARİH BOYUNCA YAHUDİLER MANEVİ YÜKSEK BİR SEVİYE ELDE EDEREK
DÜNYADA MANEVİ YÖNDEN HÜKMETTİLERMİ YOKSA SADECE GELECEKLE Mİ
İLGİLİ ?
Mısırdan çıktıktan sonra, Erets İsrael, İsrael topraklarına yerleştikleri dönemde, birinci
ve ikinci Beyt Amikdaş, yaklaşık bundan iki bin sene evveline kadar, o dönemde
yaşayan kabalacılar, eski dünyayı iyi bir durumda muhafaza etmişlerdir. Fakat o
dönemlerde bütün beşeriyetin Yaradan'ın seviyesine çıkmak mecburiyeti henüz yoktu
ve Yahudilere, diğer milletlere karşı tarihi görevlerini yerine getirmek mecburiyeti
yüklenmemişti.
İkinci Beyt Amikdaş harap olup tahrip olduktan sonra, Yahudilerin Misyonu sürgüne
çıkmak ve dünya milletleri arasına karışarak kademeli bir şekilde gelişerek, hayvani
izlenimlerin seviyesi olan, sadece bu dünya zevklerine dalmak arzularında değişiklik
yaparak Manevi hayatı ve realiteyi yönetmek olduğunun bilincine varmakla, ADAM
İzlenimleri seviyesine çıkmaktır.
Yaşamakta olduğumuz çağ bilgi çağıdır, kabala ilmini özellikle bu dönemde evvela
kendimiz Hz. İbrahim’in soyundan olduğumuz için öğrenmeliyiz, sonra da bütün
beşeriyete bu bilgileri aktarmalıyız, içimizdeki izlenimleri değerlendirmeyi, manevi
duyumuzu geliştirerek üst dünyalara geçmek suretiyle, Yaradan'la bağlantı kurarak,
dünya yönetimini elimize almalıyız.
OLAM NİSTAR - SAKLI DÜNYA
Beşeriyet kendini ve etrafını saran dünyayı incelemek için, nesiller boyunca çeşitli ilim
dalları geliştirdi. Bunlar Fizik, Kimya, Biyoloji gibi bilim dalları olup, insanların beş
duyudan ibaret hislerine dayanarak geliştirilmişlerdir.
İnsan, doğayı incelemek için kendisine yardımcı olabilmesi için, duyularının etki
gücünü büyüten araçlar inşa etmiştir. İnsan böylece nesilden nesle daha çok deneyim
kazanarak, bu dünyada nasıl daha iyi bir şekilde varlığını korumaya devam edeceğini
anlamaktadır.
Bildiğimiz bütün ilimler arasında bir ilim var ki, bizleri çok farklı bir şekilde geliştirir, bu
ilmin adı, ''KABALA'' dır.
İncelemekte olduğumuz dünyevi niteliklere sahip bu dünya dışında, gözle
görmediğimiz, bizden saklı kalan başka bir dünyanın farkındayız fakat bu başka
dünyanın varlığını hissetmiyoruz, buna rağmen hissetmediğimiz bu dünyayı
varsayıyoruz, Neden? Etrafımızı saran gerçeklerin belli kurallar içerisinde işlediklerini
bildiğimiz içindir ki, etrafımızı saran daha geniş gerçeklerin hepsini kapsayan daha
mantıklı kuralların olması gerektiğini ve bu kuralların hayatımızı ve varlığımızı gerçeğe
daha uyumlu ve kapsamlı bir şekilde izah edemiyorsa, bizim hissetmek kabiliyetimizin
dışında kalan ve kavrayamadığımız şeylerden ileri geldiğini anlamak zor olmayacaktır.
Realitenin içinde, kavrayamadığımız ve bilmediğimiz bir çok olgu vardır Sanki herşeyin
tesadüfe bağlı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yarınları tahmin edemezken, yarın ne
olacağını bilmeden, yaşayıp gidiyoruz.
Bu dünyaya gelmeden evvel bizimle olup bitenler nelerdir. Ölümün kapısından
geçtikten sonra bizimle ne olacak. Yaptıklarımızla, etrafımızı saran dünyayı nasıl
etkilediğimizin farkında değiliz.
Etrafımızda, elle tutulmaz bir şeyin var olduğu muhakkaktır, bu varlığı hissedebilmek
için gereken uyumlu hislerimiz yoksa onu nasıl hissedebiliriz.
Bu hisleri yaratarak ve bu hislere sahip olarak, daha gerçek ve daha eksiksiz bir
yaratılışı hissedebilir miyiz?
Belki yaratılışın bu eksiksiz ve tamamlanmış yapısı etrafımızda varlığını sürdürmektedir
ve biz bu varlığı bölerek hissettiğimiz bu bölüme bizim dünya veya ''Bu dünya''
diyoruz, diğer tarafta kalan bölüm hissetmediğimiz bölüm olarak kalmaktadır. Belki var
olan hislerimize ilaveten başka hislere sahip olsaydık, o zaman dünyanın daha geniş ve
daha derin bir tablosunu görebilirdik. Fakat bu hislere şimdilik sahip değiliz, bu
nedenle ızdırap çekeriz, çünkü başkalarıyla nasıl hareket edilmesi gerektiğini
bilemiyoruz, etrafımızı saran doğaya karşı nasıl hareket etmeliyiz, bunu da
bilemiyoruz, geçmiş hayatlarımızı göremiyoruz, ölümden sonraki ve doğuşumuzdan
evvelki hayatı da göremiyoruz.
Dünyayı ilim yönünden incelerken, öylesine bir safhaya geliriz ki, bilgilerimiz yetersiz
kalır ve kendimizi çaresiz bir durumda buluruz.
Gerçi bizim tahmin etmek ve sezmek gücümüzü az da olsa geliştiren birçok sistem
vardır. Fakat fazla bir faydası olmaz, ancak belirsiz bir ön görü elde ederiz. İhtiyacını
duyduğumuz açık bilgilere, ancak etrafımızı saran dünya ile yapacağımız tam bir
işbirliği neticesinde ulaşabiliriz.
Yaratıkların en gelişmişi insandır, fakat insan geliştikçe kendini çaresiz ve yitik hisseder.
Açıkça görülen şudur ki, geliştirdiğimiz ilim yoluyla etrafımızı saran dünya üzerinde
yaptığımız incelemeler sonucunda, arzu ettiğimiz sonuçlara erişemediğimizi görüyoruz.
Bu aşamada çözümün hislerimizin duyarlılığı ile bağlantılı olduğu gerçeğini kabul
etmek zorundayız.
Altıncı his adında, bizde yeni bir duyu, geliştiren eksiksiz ve çok doğru bir sistem
mevcuttur. Kabala dilinde buna ''Masah'' (Perde) veya ''OrHozer'' (Geri yansıyan ışık)
adı verilen bu olgu, normal beş duyularımızın alanı dışında kalan gerçekleri görebilmek
kabiliyetini bize vermektedir.
Beş duyu bizde doğuştan var olan duyulardır, Altıncı his biz kendimizin basamak,
basamak geliştirmemiz gerektiği bir histir.
İnsan birden, daha geniş ve derin gerçekleri hissetmek istediğini anladığında altıncı
hissi geliştirmenin zamanı geldi demektir.
Beşeriyet devamlı olarak gelişmektedir, beşeriyetin ve bireylerin arzu ve istekleri
devamlı değişmektedir, insan başlangıçta kendini, ''hayvansal'' ve bedensel zevklere
yöneltir, yemekle karnını doyurmak, aile kurmak, cinsel ilişkilerde bulunmak gelir.
Daha sonra beşeri zevklerden olan, mal mülk ve para sahibi zengin bir kişi olmak,
hakimiyet kurmak, saygınlık kazanmak ister, itibar sahibi ve bilgili olmak ister, Bütün
bu arzulardan sonra, insanın normal hisleri ötesinde olan manevi gerçekleri elde etmek
için gereken arzular ortaya çıkar.
Bizim dışımızda kalanları duyumsamak gereğinin ilk belirtilerine kabala, altıncı hissin
''Dölütü'' adını veriyor (A Ubar şel a huş a şişi).
Bu aşamadan sonra, altıncı hissi nasıl geliştireceği, kişinin kendisine bağlıdır.
Bu altıncı hissi tek başımıza geliştiremeyiz, bunu ancak özel bir sistem olan kabala ilmi
dediğimiz sistem aracılığı ile gerçekleştirebiliriz.
Her kuşakta, altıncı hissi geliştirmek ihtiyacını hisseden kişiler mevcuttur.
işte o zaman herhangi bir yoldan, bu hissi kendi içlerinde, iç dünyalarında
geliştirebilmek için yardımcı olabilecek öğretmen ve kitaplara ulaşırlar.
Bu öğretmenlere ''Mekubalim'' (Kabalacı) diyoruz, çünkü onlar, bizim dışımızda
bulunan manevi dünyaların bilgilerini almaktadırlar.
Kabalacılar, yazdıkları kitaplarda, almış oldukları bilgileri bize aktarıyorlar hissettiklerini
de bize anlatıyorlar. Onlar bize izlenimlerini ve kendi deneyimlerini, altıncı hissi
yapılandıran sürecin içine nasıl girileceğini anlatıyorlar ve bizlerin de onların eriştiği
Manevi basamağa erişmemize yardımcı oluyorlar. Onlar insanin bu dünya
gerçeklerinden olan, bütün arzularını tamamladıktan sonra, hakiki gerçekleri elde
edebilecek arzuya nasıl sahip olabileceğimizi yazıyorlar.
Sonuçta herkes bu duruma varmak mecburiyetindedir, bu hayat döneminde
varamazsa, gelecek dönemde veya bir sonraki dönemde elbette varacaktır.
İnsan, yaşamış olduğu hayatın çeşitli dönemlerinde, reenkarnasyon sonucunda,
realitenin bütün seviyelerini yaşayabileceği noktayı yakalamak mecburiyetinde olup,
bunları sadece normal beş his vasıtası ile değil, yeni edinmiş olduğu altıncı hisle
yakalamalıdır. İşte o zaman gerçek yaşamı tadacak ve sonsuz bir huzur hissedecektir.
Hislerimiz içimizde var olan birer araçtır, aynı zamanda içlerini doldurabileceğimiz birer
kap gibidirler. Beşeriyette altıncı hissin gelişmesi, piramit prensibine benzer, ki bütün
beşeriyet bu prensibe uygun bir şekilde yapılanmıştır. Bu nedenle altıncı his piramidin
en üst kısmında bulunan kişilerde uyanmaya başlamaktadır.
Bu hissin uyandığı ilk insanlara ''İvriyım'' adı verilmiştir (İbranilerdir), İvriyim, ''Avar''
(Geçti) ve ''Laavor'' (Geçmek) kelimelerinden türemiştir.
Neyi geçmek, dünyamızın en dışsal dairesinde var olan bir engeli geçmektir.
Avraam Avinu, Hz. İbrahim'i, bu dünyanın kısıtlanmış duygularını aşarak yüce manevi
dünya duygularına geçen ilk kişi olarak tanıyoruz.
Piramidin üst kısmında olanlar Hz. İbrahim'den gelen nesillerdir ve içlerinde altıncı his
uyanacak olan ilk kişiler onlardır.
Bu sadece bir başlangıçtır. Onların ardından daha ilerde tüm insanların yüksek bir
gelişim seviyesine ulaşacaklarını kabalacılar kitaplarında yazmaktadırlar.
Tüm insanlar, zamanı gelince, tüm gerçekleri hissedecekler, maneviyatın yüksek
güçleri ile birleşerek, reenkarnasyon sürecini ve varlığımızın zamanın, yaşamın,
ölümün ötesinde kalan gerçekleri anlayabilecekler ve gerçeğin her safhasında
varlıklarını sürdüreceklerdir.
Tüm kabalacılar, yaşamakta olduğumuz bu dönemi, bir dönüm noktası olarak
işaretlediler. Şimdi yaşadığımız dönemde, insanlar kendilerini maneviyata alıştırarak
altıncı hissi geliştirmek için uğraşmaktadırlar.
Şimdiye kadar gelen bütün nesiller, bu dönüm noktasına varmak için yapılan
hazırlıklardı. Onlar kendilerini, Ruhların bu dünyaya inmelerini sağlayan sürece
vermişlerdi.
Bu süreç zarfında ruh, en yüksek seviyeden, sonsuz dünyadan (Mi Olam Eyn Sof),
başlayarak birçok dünyadan aşağılara doğru süzülerek, yaşamakta olduğumuz ''Bu
dünya'' ya kadar iner. Daha sonra ruh, bu yaşadığımız dünyada, nesiller boyunca daha
alçaklara düşmeye devam eder. Ruh birinci mabedin yıkımı, ikinci mabedin yıkımı ve
geçirdiğimiz dört sürgün boyunca da düşmeye devam etmiştir.
Bu dönemde bizim nesille birlikte son sürgün de sona erdi. Bundan böyle ruhlar
aşağılara doğru düşmeyecekler ve tam aksine hep yükseklere doğru tırmanacaklardır.
Günümüze kadar gelen bütün kabalacılar, ruhlarımızın yukarıya tırmanması için
gereken sistemi bizler için hazırlayan kişilerdir.
Genel ruhların sıralanmasında bu dünyaya inen ruhlar arasında özümüzün bulunduğu
yere ilk tırmanmak mecburiyetinde kalan ruhlar bizleriz.
Hocalarımız, Yıtshak Lurya (A Ari Akadoş) ve Yeuda Lev Aşlag
(Baal HaSulam) yazdıkları yazıları inceleyecek olursak, basit ve anlaşılır bir dille her
şeyin açıklandığını göreceksiniz. Bu nedenle kabala bizim dönemimizde daha açık
olmaya ve daha evvelki dönemlerle mukayese edildiğinde, şimdi daha çok
konuşulduğu ve daha çok insanın ilgisini çektiğini görüyoruz. Buna rağmen kabalanın
ne içerdiğini tam olarak bilenler çok azdır. Kabala neden ilim olarak adlandırılıyor,
neden gizliliğini muhafaza ediyor, neden insanlara özel bir yoldan ulaşmaktadır.
Kabalanın çekiciliği herkes tarafından hissedilmektedir, çünkü kabalacılar geçmiş
kuşaklarda kabala hakkında konuşmuşlar ve hissettiklerini yazıya döktüler.
Manevi gerçekleri anlamak ihtiyacını duyan bir kişi, önce yüreğinde var olan küçük bir
noktayı geliştirmekle işe başlayabilir, bu ufacık nokta üzerinde altıncı hissi,
kabalacıların hazırladıkları, kabala sistemi aracılığı ile geliştirmeye başlayabilirler, bu
dönem 3 ile - 5 yıl sürebilir, altıncı his yavaş, yavaş büyür ve gelişir ve insan kendi
dışında var olan dünyayı, sebeplerin oluşup var oldukları dünyayı hissetmeye başlar.
İşte o zaman insan bizim yaşadığımız dünyada olup bitenlerin sebeplerini en doğru bir
şekilde görebileceği bir görüş açısından görmeye başlar. (Görüş açısı açılır) Çünkü o
artık sebeplerin oluştuğu tabloyu görebiliyor; bütün çalışmalarımızın, bütün
güçlerimizin, bütün arzu ve isteklerimizin ve nihayet bütün düşüncelerimizin nereye
gittiğini görmektedir.
Bütün bunları sınırlı beş hislerimizle göremiyoruz, bunları ancak altıncı bir hisle
görebiliyoruz. İnsanın özünü oluşturan benliği sadece altıncı hisle hissedebiliriz. Bu
hissin insanda gelişmesiyle beraber insan, kendi ruhunu hissetmeye başlar. İşte o
zaman insan iki şeyden faydalanır.
Birincisinde insan, düşünceleri ve arzuları görmeye başlar, bunları kendisinden
başkalarına ne şekilde geçtiklerini, başkalarından hangi tarzda aldığını veya onların
etkisinde nasıl kaldığını, bütün bunların gerçekler üzerinde nasıl işlediğini, etrafındaki
doğa ile bunların nasıl bir bağlantı kurduklarını ve kendisine nasıl geri geldiklerini
kavrayacaktır.
Bizim dünyada alışık olduğumuz zaman unsuru gözden kaybolduğu için, o herşeyi en
açık bir şekilde görmektedir. Zaman unsurunun gerçek anlamını kavradığı için, geçmişi
şimdiyi ve geleceği aynı anda görebilmektedir.
İnsanın faydalandığı ikinci şey, olup bitenler hakkında doğru değerlendirme yapma
gücüne sahip olmasıdır ve en önemlisi, maneviyatın üstün yönetim sistemi üzerinde
etkili olmakla, dıştan herkese etkili olabilmektedir. Şöyle ki sadece olayların
izlenimlerini aktarmakla kalmayıp, kendi yarınlarını da değiştirmeye muktedir olarak
kendi istikbalini hazırlayabilecek duruma gelebilir. İnsan bu güçleri, kendi doğal
karakterinden dışarı çıktıkça ve manevi dünya kavramı üzerinde düşünmeye
başladığında elde etmektedir.
Bütün bunlar hepimizin yakalayabileceği hakikatlerdir.
Her halükarda, yaratılışın ve doğanın yönetim sisteminde var olan genel kural öyle bir
tarzda kurulmuştur ki, bizi her zaman bu duruma yaklaşmamızı ön görmekte ve bu
hedefe doğru ilerlememizi zorunlu kılmaktadır. Aslında bütün beşeriyet bilinçsiz bir
şekilde, farkında olmadan bu hedefe doğru ilerlemektedir.
Bütün beşeriyetin aksine, kim bu hedefe kendi arzusuyla ilerlemeye başlarsa hakiki
gerçeklere ve manevi hayata erişirse, doğanın baskılarını verdiği ızdırapları hissetmez
ve evrenin kötülükler yerine iyiliklerle dolu olduğunu görür.
DİN VE KABALA
Din ve Kabala tümüyle farklı seviyededirler. Dolayısıyla birbirleriyle çelişki yaratmazlar.
Bu, ilk etapta böyle görünmeyebilir çünkü din de, Kabala da Yaratan’a giden yolu
göstermektedir.
Peki aralarındaki fark nedir? Bunlar farklı yollar mıdır? Aralarındaki fark amaçtadır! Din
öyle ya da böyle ruhaniliği ve Yaratan’ı bizim dünyamızın seviyesine indirerek
materyalleştirir. Bu Musevilikte Mitzvot olarak bilinir, Hıristiyanlıkta İsa'yla
materyalleştirilmiştir ve İslam da sevap yoluyla materyalleştirilmiştir. Bunların hepsi
kendi bilincimizin simgeleridir. Biz bu dünyada yaşıyoruz ve buradan kopamıyoruz.
Dolayısıyla bir Kabalistin ( Kabalist, ruhani dünyaları edinmiş kişiye denir) direkt
idaresi ve yol göstermesi olmadan, ruhaniliği kendi egoist ihtiyaçlarımızın seviyesine
indirip kullanırız. Aslında bu duruma da bir seviyeye kadar ihtiyaç vardır, zira böylelikle
arzu ve davranışlarımızla nasıl yaşayacağımızı bilmiş oluruz.
Kabala, sadece niyetle ilgilenir. Kabala bizlere tüm dünyamızın tüm ilimleri ile birlikte
(felsefe dahil ve davranışlarımızın tümüyle), yaşadığımız bu dünyaya (Olam Hazeh),
saf olmayan BYA (Briya, Yetzira, Asiya) dünyalarından yansımaktadır. Kabalada üç
çizgide çalışmak vardır. İslam, sağ çizgiyi temsil eder, saf olmayan özgecil arzuları
temsil eder, Hıristiyanlık da saf olmayan egoist arzuların, sol çizgi olarak yansımasıdır
ve Musevilik saf olmayan arzuların orta çizgisidir. Ruhanilikten ayrılığımız sebebi ile bu
dinlerde birbirlerinden ayrıldılar. Ruhanilikte kişi bu üç çizgiyi birleştirerek ve ruhunu
arındırarak ilerleyebilir. Bu son derece mümkün olmakla beraber, aynı zamanda da
kaçınılmazdır. Bu bizim dünyamızda da sağ kol, sol kol ve gövdenin tek bir parça
olarak yansımasıdır.
Sağ çizgi, Galgalta - Eynahim (özgecil arzular) ile çalışır, sol ise AHAP ( Yaratan'dan
kopmak – egoist arzular) ile çalışır. Orta çizgi ise Galgalta - Eynahim ve AHAP'ın
kesiştiği noktadır. Tüm bu üç türlü çalışmada gereklidir. Eğer bu üç çizgiyi bir araya
getirirsek ve mantık ötesi bir efor sarfedersek o zaman bu üç çizginin arasındaki
farkları ve ruhani köklerini açıkça görebiliriz.
Bu dünyadaki herkes kendi mevcudiyetinden ve hayatından sorumludur. Dolayısıyla
içinde bulunduğumuz çevrenin kurallarıyla mevcudiyetimizi sağlamalıyız. Kabala her
zaman materyal bir yaşamın düzenliliğinin önemini vurgular ve bu materyal yaşam
insanın ruhaniliğini özgür kılmalı ve sürekli bilinçli olarak hatırlatmalı.
Bu düzen, insanı kendiliğinden ruhaniliğe uyumlu hale getirmeli, bu inişlerde ve
insanın ruhanilikten uzak olduğu dönemler için geçerlidir. Sırf bu yüzden Şulhan Aruh
(Yahudi Yasası ve Şeriat (İslami Yasa) yazılmıştır. Bu yasalar insanın özgür kılınıp,
fiziksel davranışlardan ruhaniliği çalışması için yazılmıştır.
Kendimize dürüst olmalıyız. Yaratan’ın bize ne zaman ilham verdiğini anlamalıyız ve bu
dünyada iyi olmalıyız; sevgi dolu, merhametli, mutlu - doğru - hem davranışlarımızda
hem de arzularımızda. Tüm bunlar çok güzel şeyler ama bunlar ruhanilik değil. Bunlar
Kılipot (Saf olmayan arzular)'dur, Yaratan’dan bize gelen egoist bir doyum. Bu dindir.
Ancak niyete bağlı olarak ince ayrıntılar olabilir.
Genel olarak İnsan Kabala çalıştıkça ve ruhaniliği daha da anladıkça hayatımızda
değiştirecek hiçbir şey olmadığını görürüz. Zamanla hayatımızla niyetimiz arasındaki
farkı anlarız. Görürüz ki günlük yaşamımızda, işimizde, ailemizde ve dinimizde bile bir
niyet yoktur. Sadece kolektif davranışlar ve arzular mevcuttur ve bunlar bizi ruhaniliğe
getirmez.
DIĞER İLIM DALLARI VE KABALA
Bir İlim Dalının Gerçek Değerini Belirleyen Kriterler
Herhangi bir ilim dalının gerçek değeri o ilimin amacına endekslidir. Amaçsız bir ilim
dalı yoktur. İlmin değeri önemine, ne tür avantajlar ve faydalar sağladığına bağlıdır.
Doğal olarak eğer bir ilmin sağladığı değer fiziksel dünyada zamanla yok olacaksa,
değeri de o denli yok olur. Herhangi bir ilim amacının üzerinde bir faydaya sahip olur
ise o kadar amacına yönelik olur. Eğer amaç geçici ise o ilim dalı da o kadar geçici olur.
Kabala’nın Değeri
Kabala ilminin önemi:
§ Kabala üst gücün yaratılan varlıklar üzerindeki hakimiyeti algılamayı ve bu güçle
bir bağ kurmayı amaçlar. Bu ilim dolayısıyla üst güce bağımlıdır, bu bağın
insanoğlu için değeri ölçülemez.
§ Kabala sonsuz mevcudiyeti işlediğinden, kabala ilmi de sonsuzdur.
§ Kabala’nın amacı üst güçle ilişki kurmak olduğundan (insan için en önemli
amaç), bu ilmi çalışanlar ödüllendirilir.
Neden Az Sayıda Kabalacı Var
Her yeni öğrenci kabalayı bir an önce çözüp Yaratan’ın mevcudiyetini ortaya çıkarmak
ister. Bunu yapabilmek için bilgiye gereksinim olmasına rağmen, diğer ilim dalları gibi
çalışarak başarmak mümkün değildir. Yeni başlayan öğrenci öncelikle özgecilliğin dilini
öğrenmeli, çünkü kabala bu dille yazılmıştır.
Çaba Sarf Ettikçe Algılama Başlar
Tüm ilim dallarında olduğu gibi zorunlu olan bir faktör var, insan bu ilmi edinebilmek
için ciddi bir çaba sarf etmeli. Erdemliği zor bir çalışma sonunda ancak edinmek
mümkündür.
Bilimsel Dil
Her ilim dalı kendi dilini kullanır. Bu ilmi ilk çalışanlar her şeyi bu dil dahilinde yazıp
özünü bu dil ile açıkladılar. Dolayısıyla bu ilmin dili öğrenciyle ilim arasındaki ilk bağdır.
Bu dil çok büyük olanaklar sunar: kısa ve anlamlı sözlerle çok derin ve etkileyici bilgi
verebilir.
Bilimin Temsilciler
Bu bilim dalını araştıranlar maddi varlıklarla ilgilenmezler. Değerli zamanını bulmaya ve
icat etmeye harcar, bu dünyanın sunduğu tatlı şeylerle zaman harcamaz. Bilgi edinmek
için bu tatlı şeyleri göz ardı eder.
Bir insanın aldığı en büyük dünyevi zevk toplum tarafından tanınmaktır. Bundan
duyulan zevk için insan her türlü çabayı harcayabilir. Her neslin en iyileri bunun için
çaba sarf eder ve elde etmek için her şeyi göze alabilir.
Kabala İlminin Temsilcileri
Kişinin kabala çalışmaya hazır olması için toplumun gözünde yer edinmek arzusundan
kurtulmuş olması gerekir. Bu duygudan kurtulmadığı sürece, kabala çalışsa bile,
niyetini Yaratan’la bütünleşmek yerine kişisel arzusu olan şöhrete yönelterek üst gücün
hissini edinmekten uzaklaşır. Diğer ilim dallarında olduğu gibi kabala ilmini de çalışmak
diğer ilim dallarının gerektirdiği koşulları gerektirir. Ancak, kabala ilmini çalışan bir
öğrenci sadece hayat koşullarını mütevazileştirmekle yetinmeyip buna ek olarak
toplumun gözünde kendisini feshetmek durumundadır.
İlmin Geliştirilmesi
Geleneksel ilim dallarının temsilcileri daha çok sanki tanınmayı arzulamaktadır.
Çalışmaları toplum tarafından kabul görsün diye bir sürü metotla teorilerini kabul
ettirmeye çalışırlar. Herşey kitleler vasıtasıyla yayılır, çünkü kitleler insanoğlunun özünü
oluşturur. Bu durum kendini unutup kendisini tümüyle bilime adamış bazı ilim
adamlarını kapsamasa da, bu bilim adamları da kendi gelişimleri için er ya da geç
buluşlarını pazarlamak durumunda kalacaklardır.
Kabala İlminin Gizli Kalması
Kabalacılar bu ilmi asla topluma yaymaya çalışmadılar, çünkü insan bu ilme içinden
gelen bir çağrıyla kendisi gelir. Sadece o zaman kendisini;
· Vücutsal arzulardan
· Materyalist rahatlıklardan
· Toplumun tanımasından
arındırmaya hazırdır.
Geçmişte kabalacılar metotlarını asla toplumla paylaşmadılar, çünkü bu ilim dalını
sadece doğru şekilde algılayabilecek insanlara verilmesi gerektiğine inandılar.
Aksi takdirde kabalanın yüzeye çıkması, insanların zenginlik, ün, güç gibi toplumca
değerli olan şeylerin yaşanmasına ve tadılmasına imkan vermezdi. Toplum hala
kötülükten, zenginlikten, güç ve şan gibi arzulardan zevk aldıkça ve üst güç ile bağ
oluşturmak arzusunu edinmedikçe bu durum içerisinde bırakılmalılar – ta ki ruhani
duyguları hissetmek için kalplerinde bir arzu yüzeye çıkana kadar.
Dolayısıyla bu nesilde, toplum bu arzuların mutluluğu getirmediğini görüp hayal
kırıklığına uğradığı zamanda ve insanların içlerine dönüp üst güçle bağ kurmak
arzusuna hazır oldukları bu dönemde Kabala kendisini yüzeye çıkararak özünü ve
amacını kitlelere yansıtır hale geldi.
YARATAN AKIL
İnsanı yarattığı şekilde yaratmasının tek nedeni, kaderiyle gelişiminin sonunda
edinmesi gereken dereceye ulaşabilmesi içindir. Bu hal Yaratan’a benzemek ve O’nunla
bütünleşmektir. Doğa’nın tüm kanunları sadece bu amaca yönelik yaratılmıştır. İnsanın
Yaratan’la bütünleşmesi, ancak O’nun özgecil yapısını edinerek olabilir.
Her insan Yaratan’la bütünleşmek olan yaratılışın nedenine, yaşadığı hayatların bir
tanesinde ulaşmak zorunluluğunu hisseder.
Yaratan’a benzerlik O’nunla bütünleşmeyi nasıl sağlayabilir? Şöyle bir örnek verelim;
her davranış/hareket insanın akılından doğar. Masayı yapan marangozun akılı yaptığı
masada mevcuttur, çünkü çalışırken akılını kullanır. Dolayısıyla, masaya bakarak
marangozun akılını edinebiliriz, zira çalışırken hareketler ve akıl bir olur.
İnsan Yaratan’ın davranışlarını/tavırlarını dikkatle inceler ve üzerinde hassasiyetle
düşünürse, O’nun akılını anlamaya başlar. Yaratan’ın yaratış düzenini ve davranışlarını
edinen insan, O’nun akılıyla bütünleşir. Bu O’nunla bütünleşmektir. Söylendiği üzere;
insan Yaratan’ın isimlerini açığa çıkartır – O’nun varlığını yaratılana gösterir ve insanla
bütünleşir.
DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Soru: Yaratan neden bu biyolojik vücudu yarattı, bizler neden ruh olarak kalmadık?
Bizlere bu bedenin varolduğu hissi verilir. Aslında beden diye bir şey de yoktur, yani
var değildir. Sadece bizim algılarımız vardır ki bedenimizin gerçekten varolduğunu
hissederiz. Eğer bir köpeğin gözlerinden yada duyularından veya başka bir varlığın
duyularından bakarsak kendimize, bizim gördüğümüz gibi görmeyiz. Bir köpek bizi bir
çeşit koku bulutu olarak görür. Bu demektir ki sanki vücudumuz yok. Algılamamızın
nedeni yaratılışımızdan kaynaklanmakta. Aslında beden yoktur.
Üst dünyalar dışında hiç bir şey yoktur. Yaratılan varlıklara ihsan etme düşüncesi; bu
kategoriye biz de dahiliz. Sadece bunun için yaratıldık. Tüm dünyalar, bu dünya dahil
artı bizim dünyamız duyularımızın gizlenmişliğidir. Şu an bile biz yaşayabileceğimiz en
iyi ve en üst haldeyiz. Sadece bir problemimiz var, duyularımızın loşlaşmış olması. Bu
yüzden gerçek halimizi hissetmiyoruz, ama daha az bir miktarını hissedebiliyoruz.
Duyularımızı temizlemeliyiz, uyanmalı, kalkmalı, gerçeği hissetmeliyiz. Gerçeğin
algılanması dışında hiç bir şey değişmez.
Bu demektir ki aslında içimizde değişen tek şey gerçeği algılayan kısım. Bunun dışında
hiç bir şey yoktur. Dolayısı ile kendiniz dışında herhangi bir şeyi değiştirmek
istiyorsanız başınızı derde sokarsınız. Hiç bir şey size yardim edemez, asla hiç bir şeyi
değiştiremezsiniz. Tüm dünyanın bu yüzden ne kadar acı çektiğini görebilirsiniz, bir
sürü acı tecrübeyi yaşayıp, bu şekilde olmaması gerektiğini anlayabilmek için.
Duyularımızı düzeltmemiz gerekir. Son ıslaha ulaştığımız zaman bambaşka bir resim
göreceksiniz, sonsuzluk ve bütünlük. Bunları açıklayabilecek kelimeler yoktur ve bu
vücut aslında yok. Ve bu dünya sadece bir düş ürünü.
Elbette bunu kabullenmek çok zor, çünkü öteki tarafa henüz geçmedik dolayısı ile
bunun nasıl mümkün olduğunu anlayamamaktasınız. Bir iki yüz yıl öncesine kadar
doğadaki bazı güçlerin varlığından bile haberdar değildik, bir duvarın içinden öteki
tarafı görmek gibi, şimdi ise bu tür şeyler olmakta. Düşüncelerimiz, arzularımız ve
zihnimiz ile her şeyi yapabiliriz. Düşüncenin hızı sonsuzdur. Düşünceler sınırsız bir hız
ile genişler, yayılır. Düşüncenin gücü bir maddeye hiç bir sınır olmadan girebilir.
Gerçeğin tümü ile kontrolünü edinebiliriz. Zamanla bu dünyaların ve gizliliklerin
kaybolduklarını göreceksiniz ve her şey şeffaf olacak ve etrafı ışıktan başka hiç bir şey
işgal etmeyecek. En önemli olan şey inancımıza aykırı olan düşünceler ile savaşmaktır.
Bunlar bizi yaratandan uzak tutar. Ölümden dönen insanların hiç bir şey yok demesi
doğaldır. Hala kendilerini ameliyat masasında görürler, aslında bedenlerinden
yükselerek ışığın içine dahil edilmektedirler. Üst dünyalarda azıcık bile olmamamız çok
büyük bir problemdir, bu yüzden bir insanın gözleri açılana kadar bu problemdir, ancak
gözleri açıldıktan sonra ne yapacağını bilir hale gelir. Dolayısı ile amacımız gözlerimizi
açabilmektir.
Soru: Vücudunuzu hissetmeyi bırakıyorsunuz, bu nasıl olabilir?
Bazen sanki vücudumuzu hissetmiyormuş gibi oluruz, sanki büyük bir coşku ve
mutluluk içerisindeymiş gibi olur ve bizi hiç bir şey incitemez sanki - bazen bu hissi
yaşayabilmek mümkündür. Eğer bu his anlık hissedilebiliyorsa, her zaman hissedilebilir.
Edindiğimiz ıslah seviyesine göre bedeni var olmadığımız dereceye kadar etkisiz hale
getirebilirsiniz. Hayat ve ölüm arasındaki sınırı geçersiniz. Çok basitçe diyebiliriz ki
bedenimiz ile iletişimimizi durduruyoruz ve beden kişi için bir problem olmaktan
çıkıyor.
Soru: İnsan nasıl düşünce ve arzularının kontrolünden kurtulup, düşünce ve arzularını
kendisinin kontrol edebileceği bir seviyeye ulaşabilir?
İnsan hiç bir şeyi kontrol edemez. Duygularını ve düşüncelerini kontrol edemez. Eğer
bir şeyi kontrol etmeye kalkarsa başka bir şeyin bedeliyle olur. Bir şeyi kullanmam
başka bir şeyi kullanmamdan daha iyi dolayısıyla şunu seçiyim gibi düşünceler bir
arzuyu kontrol edip başka bir arzuyu tatmin etmektir. Doğayı her tür ilimle ne kadar
keşif etsek de sadece tek şey görürüz; herşey önceden belirlenmiş mutlak asla
değişmeyen kanunlarla işlemektedir ve herşey etken ve etki vasıtasıyla formüller
dahilinde işler. Peki neyi değiştireceksiniz ki? Neyi tespit edip, neyin içine girerek neyi
değiştireceksiniz? Ayrıyeten tüm bu işleyen kanunları hiç bir şekilde akılla idrak
edemem, bu imkansız bir şeydir. Hangi seviyede, düşüncelerimizi, fizik kanunlarını,
arzularımızı, hormon ve genlerimizi yada başka seviyede herhangi bir şeyi
değiştirebiliriz? Sadece nasıl işlediklerini araştırabiliriz. Bir şeyi sadece kökünden
değiştirmek mümkündür, ancak köklerde herşeyin oluş sebebinin bulunduğu yerde
değişim yapılabilir. Sadece o seviyedeyseniz bir şeyi değiştirebilirsiniz. Dolayısıyla
ulaşmamız gereken nokta budur. Kalbinde gelişmiş bir nokta olan her kişi, bir bağlantı
hisseden herkes, daha yüksek bir seviyeyi arzulayanlar bu durumu değiştirebilir.
Düşüncenin hızı yoktur. Düşünce sonsuz hızla hareket eder. Neden?
Bedenimizdeki tüm hücreler bu şekilde davranır. Her bir hücre birbiriyle böyle ilişki
kurar. Hücreler arasında bilgi sonsuz bir hızla yayılır. Aynı şey evrenin tüm parçaları
içinde geçerlidir. Bilgi sonsuz bir hızla yayılır yoksa evrende hiç bir kanun olmazdı.
Peki keşif edilen kanunlar nelerdir? Tüm sistemi keşfederiz, nasıl yaratıldığını ve
hareket edip etmediğini. Dengeye doğru hareket eder. Yıldızların kanunlarını,
gezegenlerin, gazların kanunlarını keşfederiz ve tesadüf diye birşeyin olmadığına işaret
ederler. Her hangi bir patlama olmuş ve bu patlamadan bir bilgi yayılıp başka bir yere
belli bir zaman sonra ulaşarak ortaya çıkmış diye bir şey yok. Önemli olan patlamadan
doğan ışığın hızı değildir, bundan doğan bilginin sonsuz frekans da ve hızda
yayılmasıdır. Aynı şey bedenimizde de geçerlidir. Duruma düşüncelerin seviyesine
ulaşan, niyetin seviyesine gelen kişi hakimdir. Buna ek olarak sinir sistemi gibi
mekanizmalarda vardır. Peki tüm bunlar nasıl işler? Dahi insanlar nasıl olurda komplike
problemleri anında bir bilgisayardan çok daha hızlı çözebilirler? Çünkü problemi sinir
sistemleri dahilinde çözmezler, ama düşünce seviyesinde çözerler ve buda sonsuz hız
demektir.
Kişi kabalada biraz bilgi edinmeye başlayınca herşey anlaşılmaya başlar.
Dileğim manevi aleme kalbinizi açmanız ve o noktadan herşeyi görmenizdir.
TEK KANUN
Her kim üst dünyalara ait tek bir kanuna uyarsa, hem kendisini; hem de tüm dünyayı
iyiliğin yanına doğru çeker.
Amaç Yaratılanın Düzeltilmesi
İnsan doğasındaki egoist arzuların düzeltilmesi, sadece üst güce benzeyebilmek ve
koşulsuz özgecil bir yapıya bürünmek için yapılmalıdır. Bu düzeltme işlemi bize yönelik
bu şekilde işlemekte, tüm arzularımızın yerine getirilmesi için bize koşulsuz verilir.
Mutlu olmayı istemek arzusu, her şeyin kaynağı olan üst güç tarafından yaratılmıştır ve
kesinlikle ona aykırı değildir. Üst güce zıt olan özellik, kendimiz için arzulamak ve kendi
mutluluğumuzun NİYETİYLE istemektir. Egoistliğin tanımı kendisi için istemektir,
mutluluğun hissi için değil. Arzulamak duygusu, Kabalacıların deyimiyle, bütünleşmek,
sabittir; yaratılan tek şey sadece budur. Yaratılanda arzulamak duygusu dışında ve
Yaratan’ın dışında başka hiçbir şey yoktur. Yaratılan, Yaratan’ın iradesiyle, O’nun
ışığındaki ve O’na yakın olmanın mutluluğunu yüzeye çıkarmayı amaç edinmelidir.
Düzeltmek için yapabileceğimiz tek değişiklik, insana has olan bu “arzulamak”
duygusunu hangi niyetle kullanacağımızdır, kendimiz için mi, yoksa Yaratan için mi?
Kendimiz için zevk alabilmek bu dünyanın sınırlarıyla kısıtlıdır.
Genel kapsamda zevk, zaten tatmin edilemez; çünkü zevk arzuyu tatmin ettiği an
kendisini etkisizleştirir ve sonuç olarak kaybolur. Hissedilen zevk ve tatmin
duygularımız içerisinde kalmaz.
Bu mikro boyuttaki arzu sadece insanın hayatını yaşanabilir kılması için vardır. Sadece
doğru niyetle insan sonsuz ve tükenmez bir mutluluk elde edip kendisini doldurabilir.
Bu mikro arzu sadece küçük bir mutluluk kıvılcımı alabilir, ama sonsuz ve sınırsız bir
mutluluk, sadece Yaratan’a yöneltilmiş bir arzu ile gerçekleşir.
Buradan anlıyoruz ki, Yaratan arzulamak hissini insanın kendisi için değil; Yaratan’a
yönelik olması için yaratmış. Bu koşulda biz O’na benzer oluruz. Kendimiz için isteme
arzusu olan egoistliğimizi, farklı bir niyetle, Yaratan’ı mutlu etmek niyetiyle yerine
getirirsek, tümüyle bu dünyanın üzerindeki güçle aynı olmuş oluruz. Bir hareketi, o
hareketin niyeti belirler.
Ancak bu egoist (kendi rızam için) durumdan özgecil (Yaratan’ın rızası için) duruma
anında geçmek mümkün değildir. İnsanın düşüncelerindeki, alışkanlıklarındaki ve hayat
tarzındaki değişim zaman alır ve aşamalı bir süreç yaşanır. İnsanın zevk duyma arzusu
toplum tarafından şekillenir, toplumun yarattığı bir insan olunur, doğal olarak da
değişim ancak doğru toplumun içinde mümkündür. Sadece vermeye (özgecil) yönelik
bir toplum kendisi için arzulamak noktasından, başkaları için arzulamak noktasına
gelebilir.
Peki bizi Yaratan’ın bu özelliğini edinmeye hangi metot yardımcı olabilir? Bu
“özgecillik” özelliğini edinebilmek için insan öncelikle hayatta kalmak için gerekli
ihtiyaçlarını düşünüp, fazlasını ise topluma ve halkının ihtiyaçlarına adamalı. Bunu
yaptığı doğrultuda insan, üst gücün özelliğine yakın bir özellik edinmiş olur. Bu
olağanüstü değişim sadece insana bu gücü verecek bir toplum sayesinde olabilir.
Bu Yasayı Topluma Teşvik Etmenin İki Prensibi
1. Toplumun (ya da insanlığın), bireyi bu yasayı takip etmesi konusunda
cesaretlendirmesi,
2. İnsanlık adına özgecil davranışların, insanı Yaratan’la bütünleşmeye hazırlama
amaçlı olması.
Sadece o zaman insan kendinde başkalarına birşeyleri verebilme gücünü bulabilir:
Toplumun bireyin davranışlarını desteklemesi yoluyla (toplumun gözünde destek ve
örnek olması, yani ilk etapta bir ödül için yapılması). Bu noktadan gelişen insan yavaş
yavaş özgecilliği ikinci bir doğası haline getirir, alışkanlık artık yapısının bir parçası olur
ve insan alışkanlığından, isteyerek yapar.
Buna ek olarak özgecil davranışlar yukarıdan ışığın düzeltici özelliğinin çekilmesini
sağlar. Bu ışık insanın değişmesini ve Yaratan’a yakın özellikler edinmesini sağlar ve bu
mekanizma sayesinde insan kendisi yerine, Yaratan için yapmaya başlar.
Bu hazırlık safhası insanın yaratılış amacı için gerekli bir bileşendir. Kendisini
başkalarının iyiliği için çalıştırdıkça, zamanla Yaratan’ın yasalarını uygulayabilmek için
kendisinde motivasyon bulur ve kendisi için değil, Yaratan için yapmaya başlar.
Böylelikle niyetimiz yaratılışın planıyla uyuşmuş olur.
Metodun Bir Parçası, İnsanın Dostuyla Olan İlişkisindeki Sorumluluğu
Üst güçle bütünleşmek iki unsurdan oluşur:
§ İnsanın Yaratan’a karşı olan tutumu
§ İnsanın dostuna olan tutumu
İlk ve en önemli olarak insanın dostuyla olan ilişkisine konsantre olması en verimli
koşuldur, bunu yaparak insan kendisinde doğru alışkanlıkları geliştirir ve bu
alışkanlıkları Yaratanla olan ilişkisinde kullanır hale gelir.
Düşünce, Diyalog, Hareket
İnsanın içindeki değişim, düşünce, diyalog ve hareket unsurlarını barındırır.
Hareket niyeti takip eder ve niyet hareketin sonucunda ortaya çıkar. İki çeşit
niyet vardır; “insanın kendisi için” ya da “Yaratan için”. Niyetin Yaratan’a yönelik
olmadığı bir hareket, Yaratan’a ulaşamaz. O kendisini sadece tek bir koşulda
insana açar: insan sadece ve sürekli olarak gerçek anlamıyla vermek niyetine
sahip olduğu zaman – yani O’na olan benzerliği oranında insana açılır.
Yaratan’ın, yaratılanın her halini eksiksiz anladığından şüphemiz olmamasına
rağmen O’nun anlayışı sadece tek taraflıdır. İnsan Yaratan’ı algılamaya başlar,
ya da farklı bir deyimle, Yaratan kendisini insana göstermeye başlar; ama
sadece benzer oldukları seviyeye kadar. Yaratan’a benzer olabilmenin en etkili
yolu tekrar O’nunla bütünleşebilmek niyetiyle, daima başkalarının hizmetinde
olmaktır. İnsanlar arasındaki davranışlar insanın bilinci vasıtasıyla yönlendirilir
ve insanı belli şekillerde davranmaya kanalize eder. Ancak, bu şekildeki
davranışlar insanı düzeltmez. Bilinçli davranışlar insanı Yaratan’a
yakınlaştırmaz. Bu nedenden dolayı, insan yaptığı her hareket esnasında tek bir
amaç için; Yaratan’la bütünleşebilmek ve O’nun gibi olabilmek adına, O’nu
mutlu etmek için kendi menfaatini düşünmeden hareket eder. Böyle bir anlayış
ve iyi davranışların biraraya gelmesi, insanı Yaratan’a doğru çeker, insanın
davranışları ruh aleminin gerçeklerini yansıtır hale gelir (insan Yaratan’ın fiziksel
yansıması haline gelir). O zaman insan üst gücün ışığını daha fazla almaya
başlar.
İnsanın bu noktaya erişebilmek niyetiyle sahip olduğu düşünceler, Yaratan’la
olan ilişkisinden daha önemlidir.
Diyalog demek, düzeltilmek niyetiyle üst güçten değişimi istemektir. Dolayısıyla
kendim için yapmaktan, O’nun için yapmaya doğru değişmektir. Bu rica özellikle
Kabala çalışırken yapılmalı.
Yaratan’ı Mutlu Etmenin İki Yolu
§ Bilinçli – insanoğlu bir gün Yaratan’la nasıl olsa aynı özgecil özelliklere kaderi
vasıtasıyla sahip olacağına inanıp, bu özellikleri edinmek için bugün çaba sarf
etmemezlik etmemelidir. Yaratan hala gizli, ve grup içerisindeki kollektif çaba
olmadan Yaratan’a yönelik niyet etme becerisini edinemez. Geçmişte, şu an ve
gelecekte Yaratan’la bağ kurmak isteyenler, bunu ilk etapta egoistik arzularıyla
yapmak durumundalar, ancak bu safhayı geçip ruhani yasalara uymaya
başladıktan sonra insanın niyeti Yaratan’a benzemek amaçlı olur ve o zaman
sadece sevgi için her şeyi yapmaya başlar, yani O’nun için.
Bu durum insanın kendi haline zamanla nasıl yaklaştığından ziyade, kalbine ne kadar
hakim ve hükümdar olduğuna bağlı. İnsanlar daha önce de kendileri için olan
niyetleriyle başaramayıp ve gelecekte de başaramayacağı için, bu bilgeliği edinemeden
ölürler. Ancak aynı zamanda ödülleri de çok büyüktür, Yaratan’a ne kadar mutluluk
verdiklerini henüz algılayamazlar.
§ Bilinçsiz – yeni başlayan bir insan bile herhangi bir hareketi, herhangi bir niyetle
yapmaya teşebbüs etse, hazır olmadığı halde, Yaratan’a mutluluk verir.
Uymak Sorumluluğumuz Olan 613 Ruhi Yasa
İnsan ruhu 613 parçadan, yani arzudan oluşur. Bu arzuların kendi menfaatinden
Yaratan’ın menfaatine olarak niyetlendirilmesi insana Yaratan’la, (bu arzular
vasıtasıyla) bütünleşme hissi verir. Yaratan’ın insanın içinde yüzeye çıkardığı şeylerin
soru işareti olmadan algılanmasına, Yaratan’ın kendisini göstermesi denir ve herbir
safhaya Yaratan’ın isimlerinden birisi verilir. Başka bir deyişle, Yaratan’ın isimleri kişisel
algılayışın ve Yaratan’ın evrensel sonsuzluğunun yansımasıdır. Her insan bu
safhalardan geçip Yaratan’ın ortaya koyduğu (ismini) bütünlüğünü ve genel yapısını
anlamak zorunda.
Gerçek Erdemlik
Geçmişte Kabalacılar kişisel algılayış metodunu gösterdiler. Bu dönemde ise genel bir
metot gösteriyoruz. Bunun nedeni tutarlı olduğu ve ruhani konuları fiziksel
materyallere büründürmediği için. Bu metot algılayabilmek için en verimli metottur ve
gerçek bilgelik denir.
Başarısı sonraki nesillerle, ruhları daha hazır olduğu için, daha da büyüyecek. Başarısı
o döneme hitap eden ruhi liderin büyüklüğüne, ya da o nesle, ya da ikisine de endeksli
olacak.
DİNİN MAHİYETİ VE MAKSADI
Kabalist Rav Yehuda Aşlag (Baal Hasulam)
Bu makalede üç konuya açıklık getirmek isterim:
A) Dinin mahiyeti nedir?
B) Dinin mahiyetinin bu dünyada mı yoksa sonraki dünyada mı edinildiğimi?
C) Dinin maksadının Yaratan için mi yoksa yaratılanlar için olduğumu?
Bu denemede ilk bakış da okuyucu bu ortaya koyduğum üç konuyu anlayamaya bilir.
Zira kim dinin ne olmadığını bilmiyor ki? Ayrıca bu hayattan sonra mutlaka getireceği
mükafatları ve cezaları. Buna ek olarak üçüncü unsur var, zira herkes yaratılanların
menfaati ve onlara haz ve mutluluk getirmek için olduğunu bilir ve başka ne
ekleyebiliriz ki?
Aslında benim ekleyecek daha fazla bir şeyim yok. Ancak bu üç konu onlara
çocukluklarından beri oldukça tanıdık ve bu nedenle bir eklemeye ve hayatın geri
kalanında araştırılmalarına da gerek yok. Ve bu onların bu konulardaki bilgi eksikliğini
gösteriyor, ki dinin bütün temeli bunun üzerine inşa edilmiştir.
Öyleyse bana oniki, onüç yaşlarında bir çocuğun bu kavramları tamamıyla nasıl
anlayabileceğinin mümkün olabileceğini ve hayatının geri kalanında bu konular
hakkında daha fazla kavram ve bilgi ekleme ihtiyacı olmayacağı gibi şeyleri bana
söyleyebilir misiniz?
Aslında sorun burada yatıyor! Bu düşüncesiz varsayım, bizim neslimizde pervasız ve
çılgın sonuçlarla dünyamıza gelmiştir! Ve bu durum bizi öyle bir konuma getirdi ki,
ikinci neslin neredeyse tümüyle ellerimizin arasından kayıp gitmesine neden oluyor.
Mutlak İyi
Okuyucuları uzun tartışmalarla yormak yerine, daha önceki makalelerde yazılı olanları
yeniden düzenledim, özellikle de “Matan Tora – Yaratan’ın İfşası” isimli olan makalem
işlediğimiz bu önemli konu için bir önsöz gibidir. Burada herkesin anlayabilmesi için
kısa ve sade bir şekilde konuşacağım.
Herşeyden önce Yaradan’ın Mutlak İyilik olduğunu anlamalıyız. Şöyle ki O, hiçbir
şekilde, hiçbir kimsenin, hiçbir acı çekmesine sebep olmaz. Ve ilk olarak ele almamız
gereken kavram budur, zira mantığımız bizlere dünyada var olan kötülüklerin temelinin
sadece Kendimiz İçin Alma isteğinden kaynaklandığını açıkça gösteriyor.
Bu da kişinin kendine fayda sağlama ve kendi zevki için istemesi sonucunda bir
başkasına zarar vermesine neden olmaktadır. Dolayısıyla, eğer hiç bir varlık tatmini
kendi içinde bulmasaydı, hiç bir varlık bir başkasına zarar vermezdi. Ve eğer bazen
başkasına zarar veren bir varlık görürsek, hiçbir şekilde kişisel zevkleri için almayı
istemeyen, bu kendi için alma arzusunun özünde oluşan eski bir alışkanlığından
dolayıdır ve şimdi daha iyi bir neden bulmak için kendisini temizlemektedir.
Ve Yaradan içinde ve dışında bir bütün olup, tamamlanmak için hiçbir yardıma ihtiyacı
olmadığının farkına varmalıyız, zira O herşeyden önce geldiği için O’nun almak
arzusunun olmadığı çok açıktır. Ve O’nun alma arzusu hiç olmadığı için bir başkasına
zarar vermek için bir sebebi yoktur, bu durum bu kadar basittir.
Bunun yanında, ilk kavramda olup da bizimde aklımıza yattığı gibi, O’nun sahip olduğu
tek istek Kendi varlıklarına iyilik ihsan etmektir. Ve bu O’nun yaratıp gözlerimizin önüne
koyduğu açıkça gözükmektedir. Bu dünyada gereklilikten dolayı iyi ve kötü hisseden
varlıklar vardır ve bu his Yaradan’dan gelir. Ve bir kere Yaradan’ın doğasında zarar
verme amacı olmadığı açık olduğu zaman anlarız ki yaratılan Yaradan’dan sadece iyilik
alır, çünkü O sadece onlara ihsan vermek için yaratmıştır.
Böylece O’nun tek isteğinin iyilik ihsan etmek olduğunu ve O’ndan hiç bir zarar
gelemeyeceğini öğreniriz. Bu yüzden O’nu mutlak iyilik olarak tanımlıyoruz. Ve bunu
öğrendikten sonra, O’nun rehberliğinde gerçeğe ve O’nun nasıl yaratılanlara iyilik ihsan
ettiğine bir bakalım.
O’nun Yol Göstermesi Özel Bir Rehberliktir
Doğanın sistemini gözlemlersek her varlıkların toplam dört formu olduğunu görürüz;
hareketsiz – bitkisel – canlı – konuşan, hem genel hem de kendi başlarına özel bir
yönlendirme dahilindedirler, şöyle ki neden ve sonuç ilişkisine dayalı yavaş ve kademeli
bir şekilde gelişmektir, ağaç üstündeki meyvenin sonunda tatlı ve iyi gözüken bir
meyveye dönüşmesindeki değerli yardım gibi.
Gidip bir botaniste, bir meyvenin görünür bir olgunluğa gelene kadar geçirdiği safhaları
sorun. Önceki safhalarının onun sonundaki görüntüsü ve tadıyla ilgili hiçbir kanıt
taşımamaktadır. Üstüne üstlük can sıkıcı bir durum olarak son halden tamamen farklı
özellikler gösterirler.
Meyve son halinde ne kadar tatlı olursa gelişiminin önceki safhalarında daha acıdır. Bu
durum hareketli ve konuşan türler içinde geçerlidir; hayvan için düşünüldüğünde,
gelişimi sonunda aklı küçüktür ve gelişimi süresinde çok istekleri yoktur. Ancak insan
aklı gelişimi sonunda çok gelişmiştir ve gelişimi süresinde de çok isteklidir. “Bir günlük
buzağı öküz olarak adlandırılır”, böyle söylenmesinin nedeni dört ayağının üstünde
durabilmesi, yürüyebilmesi ve yolundaki tehlikelerden kaçabilecek zekada olmasıdır.
Ama bir günlük çocuk hissizmiş gibi yatar. Ve bu dünyanın işleyiş şekline alışkın
olmayan bir kişi bu iki yeni doğmuş canlıyı inceleyecek ve erdemliklerini
değerlendirecek olsa, yeni doğmuş bebeğin hiçbirşeyi sonuçlandıramayacağını ve
buzağının bir kahraman olduğu düşünür.
Dolayısıyla, O’nun yarattığı gerçek üzerindeki yönlendirmesi, Özel Rehberliği, gelişimin
evrelerinin düzenini hesaba katmazsak, aldatılırız ve amacı anlamaktan alıkonuluruz,
yaratılan her zaman son şeklinin tam tersindedir.
Bu söylediğimiz - “hiçbir insan tecrübe edenden daha akıllı değildir” konusundaki
gibidir. Çünkü, sadece tecrübe eden gelişimin her sürecini inceleyebilir. Tamamlanmaya
doğru olan yolda kişi olayları sakinleştirebilir ve yaratılışın süreci sırasında devam eden
bozuk imajlardan korkmaz ve sadece iyi ve eşsiz sonuca inanır.
Böylece, O’nun dünyamızdaki takdirinin davranışlarını göstermiş olduk ki bu sadece
maksatlı bir bakım. Bu iyilik sıfatı yaratılan tamamlanmasını sonuçlandırana ve
olgunlaşana kadar anlaşılır değildir. Aksine, algılayanların gözünde tamamen bir
bozukluk olarak algılanır. Öyleyse, Yaradan’ın Kendi yarattıkları üzerindeki sadece iyilik
ihsan etmesini görüyoruz ama bu iyilik sadece maksatlı bir ilgiyle gelir.
İki Yol: Acının Yolu ve Maneviyat’ın Yolu
Allah’ın sadece mutlak iyilik olduğunu gösterdik ve bizi bütün yardımseverliği ve özel
rehberliğinde ufak bir zerre bile kötülük içermeden ile gözettiğini de. Bunun anlamı,
O’nun rehberliği bizi, biz iyiliği arzulayacak kadar nitelik sahibi olana kadar sebep ve
etki – neden ve sonuçlardan oluşan bir gelişim sürecine mecbur bırakmaktadır. Ve
bundan sonra yaratılış amacımızı yaşayabiliriz, tıpkı olgunlaşmış ve güzel gözüken bir
meyve gibi. Ayrıca görüyoruz ki amaç hepimiz için temin edilmiş, zira yoksa O’nun ilahi
taktirinin amaca yönelik yetersiz olduğu kanaatine vararak hataya düşeriz.
Bilgelerimiz şöyle der: “Aşağıdakilerde ilahiyat, yüksek bir ihtiyaçtır”. Bunun anlamı,
O’nun rehberliği bir amaca yönelik olduğudur ve bizi bütünleşmeye, birlikte olmaya
yöneltir, bu çok önemli bir ihtiyaçtır. Eğer ki biz bu noktaya gelmezsek O’nun takdirini
hatalı olarak görürüz.
Bu çok sevdiği bir oğlu olan yaşlı büyük bir krala benzer. Bu nedenle, oğlunun doğduğu
günden beri sadece onun iyiliğini düşünmüştür. Onun için krallıktaki en bilge ve iyi
adamların kitaplarını toplayıp oğluna eğitim hazırlamıştır. Ardından en iyi mimarlara
oğlu için saraylar yaptırmıştır. Bütün müzisyenleri toplamış ve onun için konser
salonları hazırlatmıştır. En iyi aşçıları ve şefleri toplayıp oğluna dünyanın en leziz
yiyeceklerini sağlamıştır.
Ve oğlu büyür, olgunlaşır. Ama maalesef ki oğlu aptaldır, eğitim alma arzusu yoktur,
kördür ve kalbi sarayların güzelliğini göremez. Üstelik sağırdır, şiirleri ve müziği
duymamaktadır. Ayrıca, hastadır ve yalnızca işlenmemiş hamurdan yapılmış ekmek
yiyebilmektedir ve bunların hepsi insanı çılgına döndürür.
Ancak, böyle birşey et ve kandan oluşan bir krala olabilir, herşeye kadir Yaradan için
bu mümkün değildir ve böyle bir aldanma olamaz. Bu nedenle, O bizim gelişimimiz için
iki yol hazırlamıştır:
İlki Acının Yoludur, yaratılışın kendi idaresi ile gelişmesidir, doğanın yoluyla, sebep ve
sonuçla ilişkisiyle zoraki izlenen, farklı bir sürü olayın bizleri yavaş yavaş
geliştirmesiyle, ta ki bizler iyiyi kötüden seçebilene kadar ve O’nun arzusunun amacı
için yeterli niteliklere sahip olana kadar olan yoldur.
Ve bu yol oldukça uzun ve ızdıraplıdır. Bu nedenle O bize hoş ve yumuşak bir yolda
hazırlamıştır. Maneviyat ve Islah’ın Yolu. Bizleri amaç için yeterli niteliklere kısa
zamanda ve acısız ulaştıracak bir yol.
Sonuç olarak anlaşılıyor ki bizlerin son ve asıl amacı O’nunla bütünleşebilmek ve O’nun
içimizde ikamet etmesi. Bu amaç kesindir ve bundan ayrılmanın bir yolu yoktur. Çünkü
O’nun rehberliği bizi her iki yolda da yönlendirir, hem Acının Yolunda hem de
Maneviyat’ın yolunda. Ama gerçeğe bakarsak, O’nun bu yönlendirmesi iki yolda da
aynı anda gelir, ki bizim bilgelerimiz bunlara Dünyanın Yolu ve Maneviyat’ın Yolu derler.
Dinin Özü İçimizdeki Kötülüğü Tanıma Hissini Geliştirmektir
Bilgelerimiz der ki: “Tanrı boğazdan mı yoksa enseden mi keserek öldürülmesi
konusuna neden aldırsın? Herşeyden öte, sevap sadece insanları arındırmak amacı ile
verildi”. Bu arınma, Matan Tora makalesinde açıkça anlatılıyor. Ama ben burada
Maneviyat ve ıslaha ulaşma yoluyla bu gelişimin özünü iyice açıklamak istiyorum.
Aklınızda olsun, bu içimizdeki kötülüğü tanıma ve farketmedir. Sevap, kişiyi derece
derece onları araştırarak ortaya çıkaranı arındırır. Ve arınmanın derecelerini ölçmek
aslında içimizdeki kötülüğün derecelerinin farkına varmamızdır.
Her varlığın içinde içindeki kötüyü reddetmek için doğal bir arzu vardır. Ancak iki insan
arasında fark birinin diğerine oranla bu kötünün farkındalığıdır. Daha gelişmiş bir insan,
içindeki kötüyü daha fazla oranda fark eder ve bu yüzden daha büyük bir oranda onu
reddeder ve kendinden uzaklaştırır, bu sırada daha az gelişim göstermiş kişi kötünün
daha az bir kısmını fark eder ve bu nedenle sadece daha ufak bir kısmı reddedebilir.
Sonuç olarak, onun pisliğini farketmediği için, içinde kötünün pisliğini bırakmaya
devam eder.
Ve okuyucuyu daha fazla yormamak için, iyinin ve kötünün tanımını genel olarak
açıklayacağız. Kötü, genel olarak, egoizm/benlik olarak adlandırılan, Yaratan’ın
özelliğine zıt olan, kişinin kendisine olan sevgisinden daha fazla birşey değildir ve
Yaradan tam tersine Kendi için hiçbir azru taşımaz, sadece ihsan eder.
Matan Tora’da söylediğimiz gibi, keyif ve yücelik Yaradan’la form eşitliğinin kapsamı ile
ölçülür. Ve acı ile tahammülsüzlük Yaradan’la form farklılığı kapsamı ile ölçülür. Bu
yüzden; egoizm Yaradan’ın tam tersi bir form olduğu için tiksindiricidir ve bize acı verir.
Ancak bu tiksindiricilik bütün ruhlara eşit şekilde dağılmamıştır ve farklı ölçülerde
verilmiştir. Zalim için, gelişmemiş bir insan egoizmi kötü bir özellik olarak görmez ve
bunu açık bir şekilde hiç utanma ve sınırlama göstermeden kullanır. Eğer mümkünse,
gün ışığında hırsızlık yapar, cinayet işler. Ancak biraz gelişmiş bir insan egoizminin
kötülük olduğunu ölçebilir ve sonunda bunu halk içinde kullanmaya utanır, açık olarak
çalmaz, öldürmez. Ama gizlilik içinde suçlarını işlemeye devam eder.
Daha da gelişmiş bir insan egoizminin iğrençliğini derinlerde hisseder ve bu duruma
katlanamayacak ve sonunda tamamen onu rededecek duruma gelinceye kadar bu
devam eder, ne kadar çok farkına varırsa diğerlerinin yaptıklarından dahi zevk alamaz.
Sonra başkaları için olan sevgi zerreleri ortaya çıkarmaya başlar, bu özgecilik olarak
adlandırılır ve bu iyi bir özniteliktir.
Ve bu da insanda kademe kademe gelişir. İlk başta, ailesi ve akrabaları için sevgi ve
ihsan etme arzusu gelişir, tıpkı dizede olduğu gibi “kendi etinden olanı görmemezlikten
gelme”. Ve daha sonra kişi daha da gelişince ihsan etme niteliği çevresindeki insanları
da kapsar, bunlar içinde - yaşadığı şehir ve ülkedir. Son olarak kişi tüm insanlık için
sevgi geliştirene kadar bu devam eder.
Bilinçli Gelişme ve Bilinçsiz Gelişme
Aklınızda şunu bulundurun, iki güç bizi sözü edilen merdivenin basamaklarından yukarı
itmek için çalışıyor, gökteki en tepesine ulaşana ve amaç olan kendi formumuzu
Yaradan’ın formuyla eşit olma noktasına gelene kadar. Ve bu iki güç arasındaki fark,
ilkinin Acının / Dünyanın Yolunun bizi arkadan iten yol olmasıdır.
Bu yoldan etik dediğimiz filozofik ahlakı doğmuştur ki bu deneysel bir bilgilenmeye
dayanır. Pratik zekanın incelenmesiyle, egoizmin nükleonları sonucunda olan görünür
zararların özetidir.
Bu deneyler bize şans eseri gelir, yani bilinçli bir seçimin sonucu değildir. Buna rağmen
bizleri amaca ulaştırmaları kesin olmasına rağmen, zira kötülüğün şekli aklımızda iyice
belirginleşir ve zararını fark ettikçe kendimizi ondan uzaklaştırarak merdivende daha
yüksek bir basamağa tırmanırız.
İkinci yol ise bizi bilinçli olarak iter, bu bizim kendi seçimimizdir. Bu güç bizim
önümüzde durur ve bizi ileri doğru çeker. Ve bu Maneviyat’ın ve Sevabın Yolu’dur.
Maneviyat ve sevabı Yaradan’a memnuniyet vermek için yapmak kötüyü farketme
hissimizi hızla geliştirir, tıpkı Matan Tora makalesinde gösterdiğimiz gibi. Ve bizler iki
kez fayda sağlarız:
A) Arkamızdan itenin hayattaki çileleri için beklemek zorunda kalmayız. Üstelik onların
itme gücü yıkım ve çektirdikleri acı ile ölçülür. Aksine, O’nun için samimiyetle çalışırken
hissettiğimiz narin yumuşaklıkla, kişisel sevginin zerreciklerinin aşağılığını fark eder ve
Yaradan’a ihsan etmenin eşsiz tadını hissetme yolunda bize nasıl engel olduğunu
farkederiz.
B) Zaman kazanırız. O bizi ‘aydınlatmak’ için çalışır, dolayısıyla çabamızı arttırıp zamanı
kendi isteğimize göre hızlandırırız.
Din İnsanın İyiliği için Değildir, Çalışanın İyiliği İçindir
Birçok insan hata yapar ve kutsal kitapları Ahlak Sistemi ile karşılaştırır. Ama bu onlara
hayatlarında hiç dini tatmadıklarından öyle gelmektedir. Ben onlara söylüyorum: “Tadın
ve Yaradan’ın iyi olduğunu görün.” Bu hem dinin hem de ahlakın aynı şeyi
amaçlamasındandır – insanı kişisel sevginin pis sığlığından çıkarıp başkaları için olan
sevginin zirvesine çıkarmak.
Ama onlar birbirlerinden uzak, tıpkı Yaradan’ın düşüncesi ile insanın düşüncesi
arasındaki uzaklık gibi. Zira Din Yaradan’ın düşüncelerinden gelir ve ahlak ise etin ve
kanın düşünceleri ve hayat tecrübelerindendir. Bu nedenle, aralarındaki fark hem
pratikte hem de son amaçta barizdir. İçimizde gelişen iyi ve kötüyü fark etme, ahlakı
kullanışımıza göre ölçülür ve başarısı nispeten topluma bağlıdır.
Fakat din ile, iyi ile kötünün farkındalığı içimizde sadece Yaradan’a bağlı gelişir. Bu,
Yaradan’ın formuna değişimdir, O’nunla eşit formda olmaktır ve bütünleşmek olarak
adlandırılır.
Ve bunlar amaca ilişkin olarak birbirlerinden oldukça uzak mesafededirler. Ahlak,
amacında gündelik hayatta olan olaylarda, pratik zekanın incelemesi sonucu toplumun
iyiliğiyle ilgilenir. Ama sonuçta, bu amaç doğanın sınırları üzerine yükselmeyi temin
etmez, dolayısıyla hala eleştirilebilir, zira kim herhangi bir kişiye, toplumun iyiliği için
kendisini belli bir dereceye kadar toplumun kurallarına boyun eğerek küçültmeye, ikna
edebilir ki?
Dinsel amaç ise, onu izleyenler için birey olarak iyi bir varlık olmayı vaat eder. Daha
öncede gösterdiğimiz gibi, kişi başkalarını sevmeye döndüğünde bütünlük halindedir
ve bu Yaradan ile formunun eşitliğidir ve bununla birlikte insan kendi dar, acı ve engel
dolu dünyasından geçerek, Yaradan’a ve insanlara ihsan ettiği sonsuz dünyaya girer.
Ayrıca desteğe baktığınızda da oldukça büyük bir fark görürsünüz. Çünkü, ahlak
insanlar ile desteklenir. Ve ne zaman ki kişi böyle çalışmaya alışırsa, ahlak seviyesinin
üzerine yükselemez ve bu toplumda iyi ödüllendirilir.
Ama Yaradan’ın memnuniyeti için Maneviyatı ve sevabı, hiçbir ödül beklentisi olmadan,
tam olarak edinmek istediği dereceye kadar uygularsa, ahlakın basamaklarını tırmanır,
zira bu yolda kişiye hiçbir ödeme yoktur. Ve biriktirilen her kuruş büyük bir hesaba
eklenir. Ve sonuç olarak, kendi hayatının basit ihtiyaçları hariç kişisel hiç bir çıkarı
olmadan, ikinci bir doğa olan başkalarına ihsan etme özelliğini edinir.
Şimdi, insan yaradılışın hapsinden özgürlüğüne kavuştuğunu görür. Ne zaman ki kişi
kendine almaktan iğrenirse ve ruhu saygı ile fiziksel zevklerden bir parça daha istemez
hale gelirse, kendini Allah’ın dünyasında serbestçe dolaşırken bulur. Ve hiçbir zaman
bir zarar veya mutsuzluk gelmeyeceğine emindir çünkü kişiye bütün zararlar kendi
içindeki alma arzusunun baskısıyla gelir.
Böylece, dinin amacının sadece onu araştırıp, derinlemesine inceleyenler için olduğunu
gördük, genel insanların faydası veya kullanması için değil, ancak bütün davranışlarının
insanların faydası için olduğunu ve bu davranışlarla ölçüldüğünü. Ama, amaç Yaradan
ile eşitlik sağlamaktır. Ve şimdi bizler, bu dünyada yaşarken dinin amacını anlayabiliriz.
Ayrıca Matan Tora’yı inceleyerek bütünlüğün ve bireyin amacının konusunu daha
yakından araştırabiliriz.
YARATAN’IN GİZLİLİĞİ VE BELİRMESİ
Çift Gizlilik (Gizlilik İçerisinde Gizlilik)
Çift gizlilik durumundaki bir insan, Yaratan’ın zıddını bile hissedemez ve herhangi bir
şeyin bile O’ndan geldiğini algılayamaz. Yaratan’ın sanki O’nu terkettiğini sanır ve O’nu
tümüyle yok kabul eder. Yaratan’ın kendisine olan tutumu, bu insanda karışıklık yaratır
ve insan inancını kaybeder.
Bu Durumun Tanımı
§ İnsan problemlerinin çözümü için dua edip iyi davranışlar yapar, ama hiçbir
cevap almaz.
§ Dua etmeyi bırakır bırakmaz hemen bir cevap alır.
§ İlahi takdire inanmaya ve kendisini düzeltmeye başladıkça acımasızca geri itilir.
§ İnanmayı bırakıp kötülük yapmaya başladığı zaman ise şansı açılır ve kendisini
huzurda bulur.
§ Hileli yollardan para kazanır.
§ Bu kişiye göre Yaratan’a ulaşmak isteyen kişiler sağlıksız, fakir, toplumca itilmiş,
aptal ve ilkeldirler.
§ Yaratan’ı aramayanlar ise zengin, sağlıklı, sükunet içerisinde, zeki, sevecen ve
özgüvenli görünür.
İlahi takdir bu tür hisleri uyandırdığı zaman, insan çektiği acıların Yaratan’dan geldiğini
unutmak ve olayların doğanın etkisi olduğuna inanmak ister. Bu duygular kişiyi
inançsızlığa sürükler ve Yaratan’ın yaratılan üzerindeki hakimiyetinden ziyade, tesadüfi
bir şekilde yaşadığını düşünür.
Tek Gizlilik
Yaratan gizli durumdadır, O’ndan kişiye sadece acı veren olaylar geldiği için kişinin
gözünde O, sevecenden ziyade, ızdırap veren olarak görülür. Buna rağmen kişi, başına
gelen her şeyin bir nedeni olduğuna inanır, Yaratan’ın onu yaptığı kötülükler için
cezalandırdığını; ya da onu doğru yola doğru ittiğini düşünür. Yaratan’ın
yönlendirmesine olan güveni ve inancı artar.
Bu Durumun Tanımı
Bu insan genelde sağlıksız, çevresi tarafından yadırganan ve fakirdir. Endişelidir ve
hayatında sanki hiçbir işi doğru gitmez.
Belirme
Yaratan gizli olmasına rağmen, insanın O’na ve her şeyi yönettiğine olan inancı giderek
güçlenir. Bu durum, kişiyi kendisini doğruya yönlendiren ve ışığa çeken kitaplara ve
Yaratan’a olan inancını güçlendirmeye iter.
Çabası sayesinde Yaratan’a olan inancını yeterli miktara getirip ışığın kendisini
düzeltmesine zemin hazırladığı zaman, Yaratan’ın ilahi yönetimine hazır olur. Yaratan
kendisini, yaratılana, arzularının içerisinde Tek Sevgi Dolu Yöneten olarak gösterir.
Bu Durumun Tanımı
İnsan Yaratan’ın iyiliğini hisseder, sükûnet, sürekli tatminlik, her zaman eforsuzca
yeterince para kazanır, başına hiçbir bela gelmez, başarılıdır ve saygı duyulur. Bir
arzusu olduğu zaman Yaratan’a dua eder ve arzusu hemen yerine getirilir. Ne kadar
çok iyilik yaparsa, o kadar başarılı olur, ne kadar az yaparsa; o kadar az başarılı olur.
Görür ki, kendisini düzeltmek isteyen insanlar; sağlıklı, saygın, sakin ve sevecen; öte
yandan düzeltilmeyi arzulamayanlar ise sağlıksız, fakir, aptal, cahil ve ikiyüzlü.
RUH VE BEDEN
Ruh ve Bedenin Üç Teorisi
1. İnanç Teorisi
Bu teori sadece ruhun varlığını savunur. Bu teoriye göre ruhlar birbirlerinden bağımsız,
farklı özellikler taşıyan ve insan ruhu denilen varlıklar olarak tanımlanır. Ruhlar,
dünyaya inip bir bedeni almadan önce bağımsız varlıklar olarak bulunurlar.
Vücudun ölümü ruhu etkilemez, çünkü ruh, bileşik bir maddeden oluşmamaktadır. Bu
görüşe göre ölüm sadece varlığın elementlerinin birbirinden ayrılmasından ibarettir.
Fiziksel vücudun bileşiklerinin birbirinden ayrılmasının ölerek gerçekleştiğinden
bahsedilmektedir. Ruh ise sade bir yapıya sahip olduğundan bölünemez ve yapısı
ölümden etkilenmez. Ruh ölümsüzdür ve sonsuza dek varlığını sürdürür.
Bu teoriye göre vücut ruhun elbisesidir. Ruh, bedeni kullanarak yapısını ve özelliklerini
ortaya koyar.
Bu şekilde ruh bedene hayat verir, hareket etmesini sağlar ve onu korur. Ruh
bedenden ayrıldığı zaman, vücut cansız ve hareketsiz bir bileşik olarak kalır. İnsanda
gözlemlediğimiz hayat sadece ruhun gücünü sergilemesinden ibarettir.
2. İkili Teori
Bu teoriye inananlar, vücudun ruhi herhangi bir yapıya ihtiyaç duymadan, kendi başına
varlığını sürdürebilen bir yaratılış olduğunu savunur.
Ancak vücut insanın özü olarak kabul edilmez. Bu rol daha zeki bir varlık olan ruh
tarafından üstlenilir (bu nokta inanç teorisiyle kesişmektedir).
İki teori arasındaki fark, sadece vücuda bakış açısındadır. Hızla gelişen bilim
göstermektedir ki, doğa vücuda, gereksinim duyduğu her türlü ihtiyacı vermiş.
Dolayısıyla ruhun vücuttaki rolü, vücuda ruhani özellikler ve beceriler kazandırmak
olarak tanımlanır. Bu teoriye inananlar aynı anda iki teoriyi de kabul ederler ama ruhun
vücudun başlangıcı olduğunu vurgularlar.
3. Yadsıma Teorisi
Ruhani bir varlığın mevcudiyetini reddeden ve sadece fiziksel vücudun varlığını kabul
eden araştırmacılar, bu teoriyi savunurlar. Bu teorinin takipçileri insan vücudunda
barınan soyut, ruhi bir varlığın mevcudiyetini inkar ederler. Tartışmasız bir şekilde
beynin insan vücudunun bir türevi olduğuna inanırlar. Vücudu bir nevi elektriksel
kablolarla birbirine bağlanmış bir makine olarak görürler. Bu mekanizma dış etkilerden
etkilenerek beyne sinyaller yollar ve organların acı veya zevk duyguları arasında
hareket etmesini sağlar. Herşey sinirler (kablolar) tarafından kontrol edilir. Mutluluğu
bulmak veya acıdan sakınmak amacıyla organlar, sinirler tarafından yönlendirilir. Bu
teorinin savunucuları insan vücudunun algılama ve hayata yönelik davranışlarını bu
şekilde açıklamaktadırlar.
Beynimizdeki zekasal ve mantıksal algılamalar, içimizde yer alan aktivitelerin fotoğrafik
yansımasından ibarettir. İnsanı diğer hayvanlardan ayırt eden tek özelliği ise
vücudunda olanların beyne yansımasının mantık ve zeka olarak algılanmasıdır.
Dolayısıyla bu teorinin izleyicileri aklın, vücutta olan olayların, aktivitelerin bir
yansıması olduğuna inanır.
İkili teorinin bazı savunucuları ruhun vücut içerisinde barındığını ekleyerek, yadsıma
teorisini de tümüyle kabul ederler. Ruhun insanın özü olduğunu ve vücudun ruha bir
kabuk olduğunu savunurlar.
Bu tarihe kadar, insanlar vücut ve ruh ilişkisini bu şekilde tanımlamışlardır.
Vücut ve Ruhun Kabala’da Bilimsel Algılanışı
Kabala ilmi, tıpkı diğer ilim dalları gibi, üst dünyaların algılanması ve anlaşılması için
yaratılmış bir tekniktir. Üst dünyalar ile ilgili bildiğimiz her şey, kabalistlerin kendileri
üzerinde yaptıkları deneyler sonucu edindikleri hisler ve bilgilerdir. Dolayısıyla
Kabala’da hiçbir şey teori değildir; her şey edinilmiş erdemliğin anlatılmasıdır.
İnsan, doğası gereği tereddüt doludur ve edindiği tecrübeyi sorgulama gereği duyar.
Bu nedenden dolayı felsefeciliği büyür ve önceden edindikleri farklı bir tanım alır.
İnsan gerçekten soyut düşünebilse, sürekli bu şekilde dönüp dolaşır. Dün bize bariz
olan, bugün bize kuşkulu gelir ve bugünün aydınlığı yarın karanlığa dönüşür. Bu
yüzden mutlak gerçek sadece bugün mümkündür.
Gizlenen ve Gösterilen
Modern bilim hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı kanaatine varmış durumdadır.
Kabala’da teorileştirmek ve varsayımda bulunmak her zaman yasaklanmıştır.
Kabalacılar ilmi ikiye ayırırlar; gizlenen ve gösterilen.
Gösterilen kısım, pratik öğretileri basit bir şekilde uygulayıp, teorileştirmeden anlamayı
içerir.
Gizlenen kısım, kendi başımıza edindiğimiz, ya da güvenilir kaynaklardan aldığımız
bilgiyi içerir ve mantıklı bir şekilde incelenmesi mümkün değildir. Bu nedenden dolayı,
bilginin bu kısmını geçici bir süre için basit bir inanç olarak kabul eder ve
teorileştirmemek için kesinlikle araştırma yapmayız.
“Gizli” ve “gösterilen” kelimeleri bilgiyi kastetmemektedir, sadece şahsın kişisel
algılamasını ifade eder. Kişinin pratik tecrübeyle edindiği bilgiye “gösterilen” denilebilir.
Henüz o noktaya gelmemiş bilgiye de “gizli” denilebilir.
Hiçbir nesilde bu iki bileşimden oluşmamış bilgi sahibi birisi olmamıştır. Sadece
gösterilen kısmı, bir temel olduğu için çalışmakla yükümlüdürler.
Felsefi Yaklaşımların Yasaklanması
Kabala’da felsefi yaklaşımlara izin verilmez. Kabala ilmi sadece görgül ve kanıtlanmış
bilgiye güvenir.
Dolayısıyla yukarıda bahsetmiş olduğumuz üç teoriden bilimsel olarak ruh ve beden ile
ilgili hiçbir bilgi edinemeyiz. Bu teoriler dini tanımlamaların bir türevidir. Ruh ve beden
ilişkisini bilimsel olarak sadece Kabala’nın ilmiyle tanımlayabiliriz.
Bu doğrultuda vücutla ilgilenen ve deneysel kanıtlanmış sonuçları olan üçüncü teoriyi
kullanma hakkımız var. Kabala mantığa dayalı tüm açıklamaları reddeder.
Üçüncü Teorinin Eleştirisi
Üçüncü teori, eğitimli bir insanın ruhu tarafından yadırganılır, çünkü vücudun kişiliğini
reddeder ve sanki dış etkenlere bağımlı bir makineymiş gözüyle bakar. Bu noktadan
yola çıkarsak insan tümüyle doğanın etkisi altında, hiçbir özgür arzusu olmadan
yönlendirilmektedir. Tüm hareketleri zorunluluktan yapmakta ve hareketleri vasıtasıyla
ne mükâfatlandırılmakta; ne de cezalandırılmaktadır, zira ödül ve ceza kanunları
sadece özgür iradeli bir insan için geçerlidir.
Bu teori Yaratan’ın ödül ve cezasına inanan dinci ve laik kesimler tarafından eşit
şekilde reddedilmektedir. Görünüşe göre hepimiz kör doğanın ellerinde bilinmeyen bir
yöne doğru giden oyuncaklarız. Dolayısıyla üçüncü teori bu dünyada kabul
görmemektedir.
Böylece üçüncü teori altında makine denilen vücut, insan denilen varlığı temsil
etmemektedir. İnsanın özü, benliği vücutta gizlenmiş, görünmeyen ve algılanmayan
ruhani bir maddeden ibarettir.
Peki felsefeye göre materyal ve ruhi maddeler birbirine karışamazsa bu madde vücudu
nasıl hareket ettirebilir? Bu yüzden felsefede ve metafizikte bu soruya cevap yoktur.
Sonuç
1. Her şeyi beş duyumuzla algılıyoruz. Bu beş duyunun birleşimi sonucu ortaya çıkan
resmi beynimiz algılar ve önceden bilinenlerle kıyaslayıp çevremizdeki yerimizi
tanımlar. Dolayısıyla insan, hem kendisini; hem de çevresini beş duyusu sayesinde
böyle algılar. Vücut ya da dünya tek başına mevcut değildir; ikisi de beş duyumuzun
sonucudur. Baal Hasulam şöyle yazar: “Vücudumu katı ve belli bir uzunlukta
hissediyorum, çünkü duyularım bana böyle gösteriyor...”
2. Eğer hiçbir duyumuz olmasaydı, kendimizi hissedemezdik. Eğer duyularımız farklı
olsaydı; kendimizi ve dünyayı farklı algılardık.
3. Beş duyumuzla algıladığımız her şeye “gösterilen” denir. Doğal olarak her birey
kendi doğasını kendi verileri, duyarlılığı ve zekası dahilinde görür ve gösterir.
Gösterilenler:
Kişi, özgü
Genelde insanlara gelişiminin her safhasında beş duyusu dahilinde gösterilir
4. Gizlenen ise gelecekteki bir tarihte gösterilecek olan bilgidir. İki tür gizlilik vardır:
§ Duyularımızla sonradan gösterilecek olanlar, ve
§ Beş duyumuzla asla hissedemeyeceklerimiz
5. Beş duyumuzla hissetmemiz mümkün olmayan şeyleri ise altıncı hissimizle
algılayabiliriz. Her insan içinde altıncı hissin tohumunu taşır ve bunu büyütebilir. Altıncı
hissimizi Kabala ile geliştirebiliriz. Altıncı hissimizle edindiğimiz hisler de beş duyumuza
benzer bir şekilde, ikiye ayrılır:
Vücut dediğimiz, “ruh”, ve Etrafımızı saran gerçek alem, “Üst Dünyalar”.
Üst dünyalar sonsuzluk, mükemmellik ve her şeyin bilinmesi hissidir.
MATAN TORA
(Yaratan’ın ifşası)
Rav Yehuda Aşlag – Baal Hasulam (Merdivenin Sahibi)
“Komşunu kendini sevdiğin gibi sev”
Rav Akiva şöyle der; “Maneviyatın en yüce yasalarından bir tanesidir”
1. Bu cümlenin açıklanmaya ihtiyacı var. Çünkü yasa kelimesi (İbranicede yasa aynı
zamanda bütün demektir) bir çok detayın bir araya getirildiği zaman bir bütünü
oluşturduğu anlamına gelebilir. Dolayısıyla “komşunu kendin gibi sev” sevabı Tevrat’ta
büyük bir kuraldır. Anlaşılmalıdır ki Kabala'da geriye kalan 612 ana kural bu temel
prensip olan "komşunu kendin gibi sev"’in detaylarının açıklaması ve yorumundan
başka bir şey değildir. Bu biraz kafa karıştırıcı bir durum, çünkü bunu insan ve insan
arasında bir kural olarak belirtebiliriz; ancak diğer tüm kuralların da içinde bulunduğu
bu tek kural, kendi içine insan ve Yaratan arasındaki tüm kuralları nasıl dahil edebilir?
2. Ve karşımıza ikinci bir söylem gelir, söylenen bu deyim daha da çarpıcıdır. Dini kabul
etmiş biri: “Bana tüm Tevrat’ı tek ayağımın üzerinde dururken anlat” dedi. Hilal cevap
verdi: “Kendine yapılmasını istemediğini arkadaşına yapma” (Bu Aramikçede
“komşunun kendin gibi sev” deyimiyle eştir); “ve gerisini git oku”. Burada önümüzde
açık bir yasa var, bahsedilen 612 kural içinde ve Tevrat’ta yazılan her şeyde “komşunu
kendin gibi sev” deyimine tercih edilen başka bir deyim yoktur. Zira olması gereken tek
hedefimiz hiçbir koşul olmadan komşunu kendin gibi sev kuralını anlayıp uygulamaktır.
Bu yüzden özellikle “gerisini git oku” der. Demek ki Tevrat’ın geriye kalan tüm kısmı,
bu tek kuralın açıklamalarıdır ve bu açıklamalar olmadan bir bütün olmaz.
3. Bu yazının derinlerine inmeden bu kuralı dikkatlice incelemeliyiz, çünkü bize şöyle
deniliyor: “komşunu kendin gibi sev”. Burada kendin gibi kelimeleri bize dostunu
kendini sevdiğin kadar sevmelisin demektedir, daha az değil. Demektir ki sürekli
tetikte olup her bir dostunun ihtiyacını karşılamak için hazır bulunmalısın, tıpkı kendi
ihtiyacını doyurmak için hazır olduğun gibi. Bu tümüyle imkansızdır, bir çok kişi kendi
ihtiyaçlarını günlük hayatlarında doyuramazken onlara gidip tüm halkın ihtiyaçlarını
doyurmak için çalışmalarını nasıl söyleyebiliriz ki? Kutsal kitapların abartacağını
düşünmemiz mümkün değil, zira hiçbir şey eklemememiz ve çıkarmamamız
konusunda bizi uyarır. Zira bu, kelimelerin ve yasaların mutlak doğruluğunu göstermek
içindir.
4. Ve bu halen yeterli değil, dostunu kendinin gibi sev basit deyimi aslında daha da
katıdır - dostlarımızın ihtiyacını kendi ihtiyacımızdan önce koymalıyız -. Hocalarınızın
şu deyimle ilgili yazdığı gibi “çünkü o onunla mutludur”. Yahudi köle ile ilgili: “Bazen
tek bir yastığı varken kendi başını üzerine koyarsa ve kölesine vermezse ‘o onunla
mutludur’ deyimine uymamaktadır zira o başını yastığa koyarken kölesi yere
koymaktadır ve eğer kendisi de yastığa başını koymazsa ve kölesine de vermezse bu
yine yanlıştır”. Demektir ki kişi kendi rızasına karşın yastığı kölesine vermelidir ve
sahibi başını yere koymalıdır.
Aynı cümle içerisindeki talimatla görüyoruz ki, dostunu kendin gibi sev derecesinde
dostunun ihtiyaçlarının tatmin edilmesi, kendi ihtiyaçlarının tatmin edilmesiyle
karşılaştırılmakta. Şu örnekte olduğu gibi: "Çünkü o onunla mutlu". Bu bir köleyle ilgili
olan deyimdir. Burada da şu şekilde; eğer oturacağı bir sandalye varsa ve dostunun
oturacağı bir sandalye yoksa kendisi oturup sandalyeyi arkadaşına vermezse dostunu
kendin gibi sev emrine aykırı davranır, zira dostunun ihtiyacını kendi ihtiyacını
karşıladığı gibi karşılamamaktadır. Sandalyeye oturmaz ve dostuna da sandalyeyi
oturması için vermezse yine aynı şekilde kötülük etmiş olur. Dolayısıyla oturması için
sandalyeyi vermeli ve kendisi ya ayakta durmalı ya da yere oturmalıdır. Anlaşılacağı
gibi elinde olan tüm olanaklarla arkadaşının eksikliklerini tamamlamak uygulanması
gereken yasadır. Şimdi gidin ve bu yasanın ne denli mümkün olup olmadığını görün.
5. Öncelikle şunu anlamalıyız, maneviyat neden onu arzulayan insanlara verildi ve tüm
insanlara verilmedi (Tevrat neden İsrail oğulları’na verildi ve dünyadaki diğer insanlara
verilmedi). Burada, Yaratan göstermesin, bir milliyetçilik mi söz konusu? Elbette ki
sadece bir deli bu şekilde düşünebilir. Atalarımız tabi ki bu soruyu incelediler ki sözleri
şu anlamı taşır: "Yaratan her ulusa ve dile verdi ve onlar almadı." Esas anlaşılmaz
olarak göze çarpan şey neden seçilmiş insanlar denilmesidir, zira şöyle der "Sahibiniz
olan Yaratıcınız sizleri seçti", zira başka isteyen hiç bir ülke yok muydu? Dahası,
Yaratan elinde kitabıyla gelip insanlarla bunun için anlaşmaya mı çalıştı? Böyle bir şey
duyulmuş değil ve kabul etmek de mümkün değil.
6. Ancak maneviyatın özünü böyle anladıktan sonra ve bize arzulanan amacı
gördükten sonra, tıpkı atalarımızın bize öğrettiği şekilde, bu yüce yaratılışın
gözlerimizin önündeki nedeni algıladıkça o zaman her şeyi anlamış olacağız. Kabul
etmemiz gereken ilk gerçek hiçbir şeyin sebepsiz yapılmadığıdır. Ve burada hiçbir
ayrıcalık yoktur, en alt seviyedeki insan halinden ya da çocuklardan herkese.
Dolayısıyla emin olunan şudur ki Yaratan’ın, bizim algılarımızın ötesinde olan varlığın,
davranışı küçük ya da büyük ne boyutta olursa olsun amaçsız değildir.
Atalarımız bize der ki “Dünyanın yaratılış sebebi sadece maneviyatın yolundan
ilerlemek ve sevap işlemektir”, bu şu demek; hocalarımızın bize öğrettiği gibi,
Yaratan'ın amacı yaratılışın ilk anından beri varlığını yaratılanlarla paylaşmaktı. Bunun
nedeni Yaratan’ın ortaya çıkması yaratılan varlıklara giderek, büyüyerek arzuladıkları
kadar mutluluk hissini vermektir. Ve bu şekilde aşağı seviyedeki bir kişi bilinciyle
birlikte Yaratan’a doğru ilerleyebilir ve O'na tutunabilir. Ta ki amacına ulaşana kadar
ve: "O'ndan başkasını gözlerim görmüyor" derecesine ulaşana kadar. Ve
mükemmelliğinden ve yüceliğinden dolayı, kehanetlerde ve kitaplarda bir tek kelime
bile abartı yoktur ve hocalarımızın bu sözlerle yansıttığı gibi: "Tüm peygamberler,
kehanetlerinin hepsini kurtarıcı peygamberin geleceği gün ve bir sonraki dünya için, hiç
bir gözüm O'ndan başka Tanrı görmedi".
Bu mükemmellik kutsal kitaplarda ve kehanetlerde tek bir basit kelimeyle
açıklanmaktadır: "Bütünleşmek". Ancak bu kelime, genel halk tarafından genel dilde
kullanılması sonucu neredeyse tüm içeriğini kaybetmiştir. Ama aklınızda bu kelimeyi
biraz düşünecek olsanız, içerdiği güzellikle dolup taşarsınız. Şunu gözlerinizin önünde
canlandırın; Yaratan'ın mükemmelliği ve yaratılanın mükemmellikten uzaklığı.
Algılayabileceğiniz gibi Yaratan ile yaratılan arasındaki bütünleşmenin bu kelimeyle
aslında yaratılışın tüm nedenlerini açıkladığını görebilirsiniz.
Ortaya çıkan şudur, Yaratılışın tüm nedeni maneviyat yolunda ilerleyerek yaratılanların,
Yaratan’la bütünleşene kadar yükselmesini sağlamaktır.
7. Ve bu noktada Kabalistler şöyle sorarlar: Peki biz başlangıçta neden Yaratan’la
bütünleşmiş olarak yaratılmadık? Hangi nedenle bizlere maneviyat yolunda ilerleyip
sevap işleme yükünü verdi? Şu cevabı verdiler: "Her kim kendisine ait olmayanı yerse
onun yüzüne bakmaya korkar", bu şu demektir ki, her kim dostunun çabasından haz
duyup elinden yerse arkadaşının yüzüne bakmaktan korkar çünkü bu şekilde
utancından tüm insanlığını yitirir. Ve onun mükemmelliğinden gelen hiçbir şey kusurlu
olmadığından bizlere kendi yüceliğimizi edinebilmek için bir yer verdi, maneviyatın ve
sevabın yolunu.
Ve bu kelimeler elbette çok derin ve bunları hayat ağacına giriş birinci dal adlı kitapta
ve Talmud Eser Sefirot İç Yansıma birinci bölümünde zaten açıkladım. Burada da
açıklık kazanması için kısaca aktaracağım.
8. Zengin bir adam, pazardan bir dilenci adamı alıp ona yemek verir ve ona altınlar,
gümüşler ve arzuladığı her şeyi gün be gün verir. Ve her geçen gün ona daha fazla
hediyeler verir. Sonunda zengin adam şöyle sorar: "Lütfen bana söyler misin, tüm
arzuların yerine getirildi mi?" Eve getirdiği dilenci şöyle cevap verir; "Henüz değil, ne
kadar güzel olurdu bana vermiş olduğun tüm değerli şeyleri kendi çabamla ve
çalışmamla edinseydim, tıpkı senin gibi, ve o zaman senin elinden gelen hayırseverliği
almaz olurdum." Zengin adam da ona şöyle geri cevap verdi: "Bu halde senin
arzularını tatmin edecek hiç bir insan doğmamıştır."
Bu doğal bir şey çünkü bir tarafta büyük bir mutluluk duyup güzel tecrübeler
yaşamakta zira zengin adam onu her gün hediyelerle donatmakta öteki taraftan da bu
zengin adamın vermiş olduğu şeylere büyük bir utançla tahammül etmenin zorluğu
vardır. Çünkü doğada şöyle bir yasa vardır bedavaya hediyeler edinen kişi utanç
hisseder, çünkü kendisini verene karşı acınacak bir şeymiş gibi görür. Buradan ikinci bir
yasa doğar, hiç kimse dostunun ihtiyacını sonuna kadar doyuramaz çünkü sonuç
itibariyle o kişiye kişisel edinimin şeklini ve doğasını veremez.
Ancak bu sadece yaratılanlar açısından böyledir, Yaratan açısından ise bu durum
mümkün değil ve kabullenilemez. Bu yüzden Yaratan bizlere maneviyat yolunun ve
sevabın işlenmesi üzerine sırtımıza bu yükü yükledi. Edineceğimiz yüceliği kendi
çabamızla edinmek için, zira o zaman O'ndan gelen duyulan mutluluk ve haz yani
O'nunla olan bütünleşmekte dahil olan her şey kendi çabamızla sahip olduğumuz
şeyler haline gelir. O zaman kendimizi bunların sahibi olarak hissederiz, zira bu
edinimler olmadan bütünlük hissine asla sahip olamayız.
9. Elbette ki bu doğa kanununun içeriğini ve kaynağını incelemeliyiz ve bizlere
başkalarından sadaka aldığımızda verilen utanç duygusunu, kusurunu kimin verdiğini
görmeliyiz. Bilim adamlarının da bildiği şu yasa üzerine; her dal kökün doğasını
taşımaktadır ve kökün her davranışı dal tarafından da arzulanır ve aranır. Buna karşılık
olarak kökte olmayan her davranış dal tarafından da itilir ve tahammül edilmez zira dal
içinde zararlıdır. Bu kanun her kök ve dal arasında bulunur ve aşılamaz.
Dünyada ki tüm mutlulukların ve acıların kaynağını anlayabilmemiz için şimdi bizlere
bir kapı açıldı. Zira Yaratan yaratılan varlıkların kökü olduğuna göre, O’nun içinde
varolan her şey bize direkt olarak O’ndan gelmekte ve bunu mutluluk ve haz olarak
hissetmekteyiz çünkü doğamız kökümüze yakın.
O’nun içinde olmayan özellikler bize O’ndan direkt gelmez, yaratılışın karşıtlık prensibi
üzerine, bizim doğamıza da ters olup bize tahammülü zor gelir. Örneğin, dinlenmeyi
sever ve fazla hareket etmekten hoşlanmayız, yapılan davranış dinlenebilmeyi
sağlamak içindir. Bunun nedeni kökümüzün sabit bir dinlenme içerisinde ve Yaratan’ın
hareketsizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden hareket bizim tarafımızdan da
sevilmez ve doğamıza da terstir.
Aynı şekilde erdemliği severiz, güçlü olmayı ve zengin olmayı, çünkü bu özellikler
Yaratan’da vardır bizim kökümüzde. Dolayısıyla bunların tersini sevmeyiz, mesela
salaklığı, zayıflığı ve fakirliği çünkü bunlar Yaratan’da olan özellikler değildir ve
onlardan nefret ederiz ve bize çok acı verirler.
10. Bu yüzden de başkalarının elinden sadaka aldığımız zaman içimizde utancın ve
sabırsızlığın çirkin bir tadı kalır, çünkü bu Yaratan’da yoktur; Lütuf almak gibi özellikler
Yaratan’da yoktur zira zaten kimden alabilir ki? Ve bu özellik kökümüzde varolmadığı
için bize de iğrenç ve tiksindirici gelir. Öteki taratan ise başkalarına özgecil
davrandığımız zaman içimizde bir mutluluk olur ve haz alırız zira bu davranış
kökümüzde mevcuttur çünkü O yardımseverdir.
11. Şimdi yaratılışın nedeni olan Yaratan’la tüm görünümüyle bütünleşmeyi
incelemenin bir yolunu bulduk. Bu bütünleşme yüceliği maneviyatın ve sevabın yolunu
takip edersek bize garantilenmiştir ve dalların kökle eşit olmasından daha az bir seviye
değildir ve bu noktadan tüm sevecenlik ve mutluluk ve muhteşemlik doğal olarak
uzanır. Daha öncede belirttiğimiz gibi mutluluk sadece Yaratan ile kişinin özelliklerinin
eşitliğindedir. Ve kökümüzde olan tüm davranışlarımızı eşitlediğimiz zaman mutluluğu
hissederiz ve kökümüzde olmayan her şeyde bize tahammül edilmez gelir, iğrenç ve
acı olarak hissederiz. Ve doğal olarak görüyoruz ki her ümidimizin sonucu kökümüze
olan eşitliğimizin derecesine bağlıdır.
12. Hocalarınız şöyle sordular: “Bir hayvanı boğazından ya da ensesinden keserek
öldürmek Yaratan için neden fark eder?” sonuç olarak sevap insanlara kirli bedenlerini
arındırmak için verildi, sevap işlemekteki amaç zaten budur.
“Vahşi bir eşek insana çevrilir” çünkü insan yaratılışın sinesinden tümüyle iğrenç ve
kirli doğar; yani tümüyle kişisel sevgi içerisinde yaratılmış, tüm davranışları kendisine
odaklı ve başkalarına gram bile özgecillik düşüncesi içerisinde olmadan.
Bu durumdayken kökünden en uzak noktadadır, en öteki uçta. Zira kök hiçbir alma
özelliği taşımadan sadece özgecildir, yeni doğan ise sadece kendisi için almak özelliğine
sahiptir ve zerre kadar özgecillik barındırmaz. Dolayısıyla bu durum en alçak nokta ve
bizim dünyamızdaki en pis durum olarak nitelendirilir.
Büyüdükçe çevresinden başkalarına özgecil davranma özellikleri alır, çevresinin
değerleri ve gelişimi sınırlarında. Sonra kendisine olan sevgisi vasıtasıyla maneviyata
girer ve sevap işler, hem bu dünyada mükafat hem de bir sonrakinde ve buna “O'nun
adına değil” (Lo Lişma) denir, zira kişi başka bir şekilde alışamaz.
Yaşı ilerledikçe kişiye O’nun adına nasıl sevap işlemesi gerektiği söylenir, ki bu özel
bir amaçladır, sadece Yaratan’ına memnunluk vermek için ve Rav Musa Ben Nahman’ın
dediği gibi: "Kadınlara ve çocuklara maneviyatın ve sevabın O'nun adına işlenmesi
gerektiği söylenmemelidir, çünkü buna dayanamazlar. Sadece büyüyüp bilgi ve erdem
sahibi olduktan sonra O'nun adına çalışmayı öğretilirler. Ve hocalarımız: kişi O’nun
adına olmamaktan “O’nun adına” (Lişma) gelir.” ve bu şöyle tanımlanır, amacı
Yaratan’a haz vermek ve kişisel sevgisi için yapmamak.
Yaratan'ın rızası için maneviyatı ve ıslahı çalışarak doğal bir iyileşme oluşur,
hocalarımızın da söylediği gibi: Yaratan dedi ki; "Kötülüğün eğilimini yarattım ve ilaç
olarak da maneviyatın yolunu verdim". Yaratılan varlık gelişir ve yukarıya doğru
basamaklardan çıkarak konuşulan yüceliğe ulaşır, ta ki içindeki kişisel sevgiye ait olan
tüm izleri kaybedene kadar ve bedenindeki tüm ıslah yükselip tüm davranışlarını
özgecil bir şekilde uygulayana kadar, bu dünyadaki ihtiyaçlarını bile özgecillikle alana
kadar. Ve hocalarımız şöyle dedi: "Sevaplar insanı arındırmak için verildi".
13. Maneviyatta iki şey vardır:1. İnsanla, Yaratan arasında sevap 2. İnsanla, insan
arasında sevap. Ve bunların ikisi de aynı şeye, yaratılan varlığı yaratılışın nedeni olan
Yaratan’la bütünleşmeye, yönlenmektedir.
Dahası bu iki maddenin pratik uygulaması birebir aynıdır, zira kişi Yaratan’ın adına bir
davranış sergilediği zaman, kendisi için hiç bir sevgi olmadan, yani kendisine ait hiç bir
menfaat beklemeden, dost sevgisi ya da Yaratan sevgisi için çalışması arasında hiç bir
fark yoktur.
Bunun nedeni doğal bir kanun gereği, insanın kendi bedeninin dışındaki şeyleri gerçek
dışı ve boş görmesidir. İnsan, bir başka insana yönelik sevgi için yapacağı her
davranışın kendisi için bir ödül getireceğini düşünerek, kendi menfaati için yapar.
Dolayısıyla, böyle bir davranış "Başka bir insanı sevmek" olarak değerlendirilemez
çünkü davranış sonucuyla hesaplanmıştır, şöyle ki evdeki hesap çarşıya uymamaktadır.
Zira hesap yapmak bir başka insanı sevmek olarak değerlendirilemez.
Bir başkasını sevmek adına herhangi bir hareket yapmak yani zerre kadar kişisel
menfaat beklemeden davranmak tümüyle imkansızdır. Bununla ilgili Zohar kitabında
şöyle yazar; "Lütuf olarak yaptıkları her şey sadece kendileri için."
Bu demektir ki iyi davranış olarak yaptıkları her şey, arkadaşlarına yada Yaratan’a
yönelik, başkalarına olan sevgilerinden değil ama kendilerine olan sevgilerinden. Zira
menfaatsizce davranmak tümüyle insanın doğasına aykırıdır.
Dolayısıyla sadece maneviyatın ve sevabın yolunu izleyenler buna hak kazanır. Çünkü
kişi maneviyatı ve sevabı izleyerek ve Yaratan’ın rızası için yaparak yaratılışının
doğasından ayrılıp ikinci bir doğa edinmeye başlar. Bahsettiğimiz bir başkasına olan
sevgidir.
Zohar'ın Kabalistleri bu yüzden dünyadaki diğer ülkeleri dost sevgisi kavramından ayrı
tuttular, "Yaptıkları her lütuf kendileri için" cümlesini söylerken maneviyatın ve
Yaratan'ın rızası adına bunu yapmadıkları için dediler. Tanrılarına olan duaları ödül ve
güven için, hem bu dünyada hem de bir sonrakinde. Dolayısıyla Tanrılarına olan duaları
sadece kişisel sevgileri için, ve asla kendi bedenlerinin sınırı dışında bir davranış
yapamazlar zira doğalarının temeli gereği kendilerinde en ufak bir davranışı yapacak
gücü bulamazlar.
14. Açıklıkla görebiliyoruz ki Yaratan'ın rızası adına maneviyatı ve sevabı tutanlar için
maneviyatın iki maddesi de aynıdır, pratikte de bu böyledir çünkü insan bunu başarana
kadar, -insana yada Yaratan’a doğru- özgecil davranışın algısını kişi bir boşluk olarak
zoraki hissetmektedir. Ancak büyük bir çaba vasıtasıyla kişi yavaşça yükselmeye başlar
ve ikinci bir doğa edinir, sonrada son amaca ulaşır, Yaratan’la bütünleşmek.
Durum böyle olduğuna göre mantıken düşünecek olursak insanın arkadaşı ile olan
ilişkisinde, prensiple hareket edip manevi bir amaca ulaşmak daha faydalı olacaktır.
Zira Yaratan’la insan arasındaki sevap ilişkisi sabittir ve insan buna kolayca alışabilir,
ancak alışkanlıkla yapılan davranışlar artık faydasını yitirmiştir. Buna nazaran insanla
insan arasında ki sevap sürekli değişmektedir ve insan nereye dönerse dönsün önünde
yeni talepler doğmaktadır. Dolayısıyla bunun fazileti çok daha becerikli ve amaca
ulaşmakta kesindir.
''BAŞLANGIÇ'' YARADILIŞI OLUŞTURAN DÜŞÜNCE
Yaradılış sürecinde sadece iki iştirakçi vardır, YARADAN ve Yaradan'ın yarattığı RUH'tur,
bu değişmez bir gerçektir.
Dünyaları yaratmak işlevindeki ilahi düşünceye, yaradılışı oluşturan düşünce ''Mahşevet
Abriya'' diyoruz.
Yaradılışı oluşturan düşüncenin içerdiği kurala göre ''Yaradan'' varsa ''Yaratılan'' da
vardır, böylece Yaradan-Yaratılan ilişkisinde ilk temel anlamı kavramış olduk.
Yaradılışı oluşturan düşüncenin başlangıcında Yaradan tarafından yaratılana karşı tek
taraflı bir harekettir. Yaradan - Yaratılan arasındaki ilişkilerin özü, Yaradan'ın iyiliklerini,
yaratılana aktararak yaratılanı iyiliklerle etkilemektir.
Yaradan'ın özelliği vermek suretiyle etkili olmak olduğunu görüyoruz.
Yaratılanın özelliği de almak arzusu olduğunu görüyoruz.
Yaradan'ın etki yapma gücüne Kabala IŞIK adını vermektedir.
...Fakat Başlangıçta, The Big Bang "Büyük Patlama'nın" Yankıları, henüz doğan
Evren'in içinde yayılırken, Işık var olan en iyi şeydi.
Yaradılışın tümünde, Yaradan'dan başka, Bilinç sahibi hiç bir şey yoktu. Sadece kendisi
vardı, Yaradan Herşeye kadirdir ve herşeyi bilir olmasına rağmen, Yalnız o vardı ve
yalnızdı. Bunlar Beşeri anlayışın ötesinde, daha üstün bir yüzeydedir.
Yaradan'ın bünyesinde var olan ve var olacak olan, bol Işığın güçlü iyilikleri ve
güzellikleri, bol Işığın verdiği Dolgu ve Tatmin olmak niteliklerini, O Başlangıç
noktasında, verebileceği kimse yoktu.
Işığın İstediği şey kendinden vermekti. Fakat kendisinden fışkıran bu sonsuz bolluğu,
kendi bünyeleri içinde ihtiva edebilecek Kullar, ( Aletler ) henüz yoktu. Böylece Kendi
isteği ile (Güçlü bir istekle) Kulları, ( Aletleri ), Bu güne kadar var olan Ruhumuzu
yarattı. Onun Ulu Işığını bünyemize yerleştirmek için, almak arzusuna ihtiyacımız
vardı, bu nedenle yaratılan her şeyin özünde, almak arzusu vardır.
Fakat herşeye Kadir olan yaradan, bir sorunla karşı karşıya kalmıştı.
Kendi bünyesinde olan bir özelliği, yarattığı kullara aktarmadan yaratamıyordu.
Yaradan'ın bu tek özelliği Vermek arzusuydu. Sahip olduğumuz şeyleri başkalarına
vermek ve onlarla paylaşmak, vermek arzusuna eşittir.
Ruhlarımızda, bir yanda, Yaratıldığımız almak arzusu ile ve diğer yanda bizde
yerleştirilen vermek arzusu arasında bir çelişme hasıl oldu.
İlk defa olarak cennette bir problem ortaya çıktı, Ruhlarımız Bütün ihtiyaçlarını hiç bir
karşılık vermeden, temin ediyorlardı. Ruhlar hiç bir emek sarf etmeden kendilerini Hak
etmedikleri bir ayıp ekmeğini yiyorlar durumunda buldular.
Böylece iki şıklı bir durum meydana geldi. bu bir birine zıt iki arzunun karşılaşması
neticesinde, Kozmik bir patlama vuku buldu.
Bugün büyük patlama dediğimiz, The Bıg Bang meydana geldi.
Bütün bunların illüzyon olduğu aşikardır. Fakat! öylesine bir illüzyon ki, ta ki bilincimizi
yükseltecek bir yol bulup, kendimizi hakikatlerin kusursuz ışığında kurtarabileceğimizi
anlayıncaya kadar.
Bunlar başlangıcın hikayeleridir, Kabala bu hikayelerin içinden doğup meydana
gelmiştir. Burada amaç Kaos'lara ve karmaşıklara düzen sokup onların üzerinde
hakimiyet kurmak suretiyle, bireylerin yaşantısına huzur ve sevgiyi yerleştirmeleri için
gereken bilgileri açıklamaktır.
Kabala bilimsel ve ilmi bir metottur, Fiziksel maddi dünya'nın doğasına (tabiat
kurallarına) değil, Evren'in Manevi doğasında olan kurallara dayanan bir sistemle
hizmet eder.
Bütün Fizik kanunlarında olduğu gibi, Metafizikte harikalar yaratabilir yeter ki uygun
bir şekilde tatbik edilsin.
EVRENİN BÜTÜNLÜĞÜNE ULAŞMAK
Kabalanın ana araştırma konusu evrenin içindeki parçaların birbiriyle nasıl bağlantılı
olduğudur. Gerçeği barındıran tüm elementler ve beş dünyanın düzenli olarak birbiriyle
olan bağının, doğa kanunlarıyla yönetilişinin bağlantılarının bir bütünü nasıl
oluşturduğunu içerir.
Ek olarak üst dünyaların araştırıcısı tüm bu dünyaların “sefira” denilen on ışık içinde
varolduğunu görür. Bu ışıklar sırayla beş parçadan oluşur, ve bu beş parça sonsuz
dünya denilen Ayın Sof’a işaret eder.
Kabalaya başlayan öğrenci çalışmalarına tek bir noktadan başlamalıdır, ve bu noktadan
on sefirayı, Ayın Sof’un altında olan ilk dünya Adam Kadmon (prototip insan) adlı
dünyadan başlayarak çalışmaya yönelmelidir. Adam Kadmon’un da nasıl yayılıp etki ve
etken yasaları dahilinde olup astronomi, fizik ve diğer dünyevi bilimlerin altında nasıl
detaylara ayrıldığını keşfetmeye başlar.
Dolayısıyla, kurulmuş olan düzenin yasaları tümüyle birbirine bağımlı olup, aşamalı
gelişme yasasına dahil olan bir olgu, başka bir olgunun gelişmesine uymamazlık
edemez. Adam Kadmon’un dünyasında ki gelişme tek yönlüden çok yönlüye doğru
gelişir. Bu dünya ardı ardına birbirinin içinde oluşan dört dünya da izini bırakarak
oluşumlarına neden olur. Tüm dünyada ki herşeyi kapsayana kadar bu dört dünyada
yayılır. Bu noktadan sonra araştırmamıza gerçeklerin tüm detaylarını birbirinin içinde
dahil ederek Adam Kadmon’a ulaşana dek devam ederiz; on sefira, dört temel seviye
ve son olarak da ilk nokta.
Materyal bilinmemesine rağmen, tıpkı diğer ilim dalları gibi mantık dahilinde çalışılıp
araştırılabilir. Mesela anatomi çalıştığımız zaman, konuyu hiç bilmememize rağmen
bazı organların birbirleriyle bağlantılı olduğunu görebiliriz. Buna rağmen zamanla
organları teker teker öğrenip çalışarak vücudun işleyişi hakkında genel bir yorum
yapabiliriz.
Üst dünyalar hakkında hiç bir bilgi sahibi olmayan birisi için de aynı şeyler geçerli, bu
bilgiyi tüm elementlerin birleşmesiyle kavrayabilir. Tüm detayları, nedenleri, sonuçları
ve bağlantıları tüm erdemliğine erişene kadar anlamalı. Herşeyi tüm detayına kadar
öğrendikten sonra genel bilgiyi edinmiş olur.
Sadece bu sıralar tüm dünya kabala çalışmaya başlıyor. Bu ilim dalının yıllardır
araştırılmamasının nedeni açıklanamıyor olması değil, tıpkı bir gökbilimcinin gezegen
ve yıldızlar hakkında fikir sahibi olmaması gibi, ancak geçirdikleri evreleri bir ilim
olarak araştırır. Kabalanın bilgisi, insana gökbiliminin gizliliğinden farklı değil. Detayları
ve evreleri kitaplarda detaylarıyla anlatılmakta, yeni başlayanlar için bile.
Kabalanın gizliliğinin nedeni, kabalacıların şuan kabalaya duyulan ihtiyaç
doğrultusunda, bu döneme kadar bu ilmi gizli tutmalarından kaynaklanır. İnsanoğlunun
egosunun yeteri kadar gelişmiş olması, yanlış düşüncelerinin, anlayışının ve gelişiminin
artık bariz olması, kabalanın yüzeye çıkmasındaki etkendir.
İnsanın Yaratılış Nedeni
Yaratan’ın yarattığı hiç birşey nedensiz değil ve şüphesiz bir amacı var. Yaratılan bu
değişken ortamın gerçekleri dahilinde insanın başka bir insanın acısını hissedebilmesi
çok önemli bir faktördür. Dolayısıyla bir amaca yönelik yaratıldıysak, insan bunun
merkezinde ve herşey insanoğlunun ruhunun erişmesi gereken seviye için yaratıldı.
Bize hüküm eden bu üst gücü hissedebilmeyi, tıpkı etrafımızdaki herşeyi hissettiğimiz
gibi hissetmeliyiz.
Özgecil ve sevgi dolu üst güce benzer bir yapı edindiğimizde, içimizde ölçülemeyecek
boyutta bir mutluluk yüzeye çıkar, bu his üst güçle bütünleşmenin getirdiği muazzam
bir histir.
Anlayış Amaca Ulaştıkça Ortaya Çıkar
Her hareketin sonucu hep ilk algılayışta açığa çıkar. Mesela, ev yapmak isteyen birisi
önce evi düşüncelerinde canlandırır ve hedefi yapar. Amacına ulaşmak için kafasında
çizdiği bu resim ile bir yapı planı çıkarır.
Tüm evrende bu böyle. İnsan amacını öğrendikten sonra, yaratılan düzenin de
amacına yönelik, önceden belirlenmiş bir program dahilinde işlediğini anlar. Bu şekilde
insan üst gücü sanki komşusuymuş gibi hissetmeye başlar, gelişir ve özgecil özelliklere
sahip olur.
İnsan bir merdivenin basamaklarından teker teker çıkar gibi, amacına ulaşma yolunda
Yaratan’ın özgecil yapısını edinmeye başlar, amacına ulaşana kadar. Bu yolun mesafesi
ve özellikleri iki farklı gerçek tarafından belirlenmiştir:
1. Materyal Gerçek: Üst dünyalardan açığa vurulan ilk ışığın fiziksel dünyaya
yansıması ve Yaratan’dan yansıyan bu ışığın ne ölçü ve kalitede olduğu. Bu ışık üst
dünyalardan ard arda geçip bizim dünyamıza inerken materyal formlara doğum verir.
2. Yüce Zihniyetin Gerçeği: Işığın üst dünyalardan aşağıya yansımasından sonra,
ters hareket başlar. İnsan yaratılışının nedenine ulaşana kadar ruhani merdivenin
basamaklarından yukarıya doğru çıkar.
Kabala, bu iki gerçeği tüm detaylarıyla inceler.
Yöneten Üst Güç
Kabalacılar üst gücü, genelde Yaratan olarak adlandırır ve mutlak şefkat olarak
tanımlarlar. Kendi hislerinde böyle algılarlar. Yani, asla kimseye zarar vermeyen bir
varlık olarak. Bu gerçek kabalacılar tarafından evreni yöneten temel yasa olarak
nitelendirilir.
Mantığımız bize egoistliğin tüm kötülüklerin nedeni olduğunu söylüyor, “kendi
menfaatimiz için arzulamak”, (ya da kısaca istemek arzusu). Bu ihtirasla kovaladığımız
kişisel tatminlik ve kendimizi herşeyle doyurmak arzusu, etrafımızdakileri incitmemizin
tek nedeni. Yaratılan ne zaman kendisini tümüyle doyurursa, bu dünyada başka hiç
kimseye zarar vermeme noktasına gelir. Buna ek olarak, eğer başka bir canlıya kendisi
için arzulama hissi dışında bir nedenden dolayı zarar veren bir canlı görürsek, bunun
nedeni arzularının kökünden gelen bir alışkanlık olmasıdır.
Bizleri yukarıdan yöneten gücü kusursuz kabul ettiğimizden, O’nun içerisinde kendisi
için arzulamak duygusu olmadığı varsayımında bulunabiliriz. Dolayısıyla başka birisine
zarar vermek gibi bir niyeti de olamaz. Buna ek olarak içerisinde özgecil bir yapıya
sahip, içindeki saflığı yaratılanlara dağıtmak arzusu.
Yaratılanlar iyi yada kötü ne hissederlerse hissetsinler tüm bunlar onlara yukarıdan
gönderilir, ve gönderilen herşeyin tek özelliği özgecil olmasıdır. Yaratılanlara karşı olan
tek tavır budur – özgecillik. Sonuç olarak tüm yaratılanlar O’ndan sadece iyilik görürler
ve başka hiç bir nedenden dolayı yaratılmadılar. Bu nedenden dolayı Kabalacılar bu
gücü “mutlak iyilik” olarak tanımlarlar.
Yönetilişin Amacı
Şu an ki gerçeklere bakarak yukarıdan yönetilişimizin ve kontrol edilişimizin nasıl
sadece iyilik sergilediğini inceleyebiliriz.
Dört çeşit yaratılıştan (duran, büyüyen, yaşayan ve konuşan) en basit olanını bile tüm
türleriyle ele alsak her birinin nasıl bir amaç uğruna etki ve etken yönetimi altında
idare edildiğini anlayabiliriz. Tıpkı dalındaki bir meyvenin olgunlaşarak kıvamına gelme
amacı olduğu gibi.
Bitkibilimciler bir meyvenin ilk dalında oluşumundan olgunlaşma sürecine kadar
geçirdiği tüm evreleri açıklayabilirler. Ancak, birbirini takip eden hiç bir evre son halinin
ne kadar güzel olacağı konusunda hiç bir ipucu vermez (tadı, büyüklüğü, renk tonu
vs.) hatta son olgunlaşmış halinin tam tersi bir durumdadır. Meyvenin tadı ne kadar
tatlı ise ilk hali o kadar acı ve ekşidir.
Daha da şaşırtıcısı “canlı” ve “insan” türlerinin gelişmekte olan ile gelişmiş arasındaki
farkıdır. Bir canlının olgunlaşma sürecinde aklı ciddi bir evrim geçirmez ama bir insanın
aklı gelişmesinin son noktalarına doğru çok ciddi değişimler kaydeder. Örneğin bir buza
ilk günden ayakları üzerinde durabilir, yürüyebilir ve etrafındaki tehlikelere karşı
duyarlıdır.
Yeni doğmuş bir insan ise etrafındaki hiç bir şeye karşı duyarlı değildir. Eğer dünyamızı
tanımayan biri bu iki örneği karşılaştırsa, yeni doğmuş bir insanın amacına
ulaşabileceğine bir ihtimal vermez. Eğer bebek ile buzağının aklını karşılaştıracak
olursak, bebek hislerden mahrum ve aklı olmayan bir yaratık gibi gözükür.
Bu yüzden bizi yöneten üst gücün gelişim evrelerini göz önünde bulundurmadan, bir
amaca yönelik yönetiyor olması insana çok şaşırtıcı gelebilir.
Akıllı insanlar tecrübe sahibi olanlardır. Yaratılan varlıkların gelişiminin her safhasını
son noktasına kadar gözlemlemiş birisi, gelişimin safhalarında gördüğü çarpıklıkları
yadırgamaz. Sadece gelişimin güzelliğini ve bütünlüğünü görür. Kabala ilmi her
yaratılan varlığın adım adım gelişimini açıklar.
Dolayısıyla üst gücün yönetiminin detaylı olarak araştırılması herşeyin bir amaca
yönelik olduğuna işaret ediyor. Amaca henüz erişmemiş olan bir canlı ise dışarıdan
gözlemleyen bir insana hep çarpık olarak gözükür.
Gelişimin İki Yolu: Acı Çekmek Yada Kabala (Doğa kanunlarına uyarak)
Yukarıdaki anlattıklarımızdan anlayabileceğimiz gibi üst gücün yapısı mutlak şefkatten
oluşmakta ve bir amaca yönelik herşeyi idare etmekte. Bu hiç bir kötülük
barındırmayan kendi özelliğinden kaynaklanmaktadır. Bu demektir ki, geçirdiğimiz
evreler ve yaşadıklarımız, O’nun amacına yönelik üzerimizde etki ve etken şeklinde
yansıyan doğa kanunlarının, bizi itip - kakıp kabullendirerek sadece yaratılışımızın
amacına ulaşabilmemizi sağlayacak arzuyu geliştirmek için. Hepimiz için kesin
garantilenmiş bir şey var, oda olgunlaştıktan sonra mükemmel bir yaratılış olacağımız.
Üst gücün amacı bizleri O’na benzer özellikler edindirterek mutlak iyiliğe ulaşmamızı
sağlamak. Bunun için bize iki yol çizilmiştir:
1. Izdırap Yolu: bizim doğamızdaki yapıyla gelişmemizi sağlayan ve bir basamaktan
öteki basamağa geçmemizi sağlayan etki ve etken faktörünü içerir. Bu yolla çok yavaş
gelişiriz ve yavaş yavaş kötülüklerden uzak durmayı ve iyiliğe yaklaşmayı seçeriz. Bu
yol sadece çok uzun sürmemekle beraber, çok da acı ve ızdıraplı bir yoldur.
2. Kabala’nın Yolu: kolay ve rahat olmakla beraber gelişimimizi hızlandıran ve
ızdırapsız bir yoldur.
Burada açıklamamız gereken bir durum var; Kabalacılar neden Kabala dışındaki diğer
metotların ızdırap yolu olduğunu söyler? Kabala, “lekebel” kelimesinden gelir. Anlamı
içine almak, davet etmek yada misafir kabul etmek demektir. Kabalacılar, insan tüm
evreni kendi içinde hissetmediği sürece ve üst gücü algılamadığı ve O’nunla
bütünleşmediği sürece mükemmelliğe yani yaratılışının amacına ulaşamayacağını
söylerler. Kabala bu mükemmelliği insanın içinde hissedebileceğini ve tüm bu duyguları
içinde barındırabileceğini yansıtmak amacıyla Kabala kelimesini kullanırlar. Bu
nedenden dolayı okuyucular bunu bir nevi ukalalık olarak algılamamalı ve kelimenin
anlamının sadece ulaşılması gereken en üst noktayı simgelediğini hatırlamalılar.
Her halükarda, geleceğimiz son nokta önceden belirlenmiş durumda. Bu noktaya
ulaşmaktan başka çaremiz yok çünkü yukarıdan bu şekilde yönlendiriliyoruz. Etrafımızı
saran gerçeği gözlemlediğimiz zaman nasıl bu iki yol dahilinde yönlendirildiğimizi
görebiliriz.
Kabala’nın Özü, Kötülüğü Anlamamızı Sağlamasıdır
İnsanın üst dünyaları edinme tutkusu ve bunu gerçekleştirebilmek için yaptığı herşey,
içindeki kötülüğü fark etmesinden ibarettir. Doğal egoistliğinin üst dünyalara
ulaşmasına engel olduğunu fark eder. Yaratılan tüm canlıları birbirinden farklı kılan şey
içlerindeki kötülüğü ne derece fark ettikleridir. Ne kadar içindeki kötülüğü fark ederse
ruhu o kadar gelişmiş demektir. Doğal olarak da bu kötülüğü daha az gelişmiş bir
canlıya nazaran kendisinden daha fazla uzağa itebilir. Az gelişmiş bir ruh ise kötülüğü
hissetmediği için ona dokunmaz.
Kötülüğün özü, egoistlik dediğimiz, insanın kendisine olan sevgisidir. Bu özellik üst
gücün özgecil özelliğine terstir.
Mutluluğun özü, insanın Üst güce olan benzerliğindedir. Üst güce karakter olarak ne
kadar benzer olursak, o kadar mutluluk duyarız.
Mutsuzluğun ve sabırsızlığın kökü ise Üst güce olan özelliklerimizin zıtlığından
kaynaklanır. Bu yüzden egoistliğimizin varlığını hissedip, Yaratan’a ne kadar zıt
olduğumuzu anladığımızda çok acı çekeriz.
Egoistliğe karşı duyulan bu tiksinme duygusu her ruh için farklıdır. Gelişmemiş bir
insan egoistliğin iyi bir vasıf olduğu kanaatinde olup hiç utanmadan egoistçe
davranabilir. Daha gelişmiş bir kişi ise egoistliğinin kötülüğünden haberdar
olduğundan, bencilliğini toplumda açıkça göstermez ve toplumun gözlerinden gizli
kullanır.
Daha da gelişmiş bir insan, egoistliğinden o kadar tiksinir ki, buna tahammül edemez.
Bu durumda algılayabildiği noktaya kadar egoist duygularını kendisinden keser atar ve
artık başkalarının sırtından elde edilen hiç birşeyi ne ister ne de başkasından gelen
birşeyden zevk alır. Dostlarına karşı içinde sevgi kıvılcımları oluşmaya başlar. İyiliğin
özü olan özgecil duygular. Bu özellik zamanla gelişir. Önce akrabalarına karşı bir sevgi
oluşur ve onlara bakmak ihtiyacı duyar. Özgecil özellikleri daha da geliştikçe önce
etrafındaki herkese karşı, sonra içinde bulunduğu topluma ve en sonunda tüm
insanoğluna yönelik özgecil duygular geliştirir.
Bilinçli ve Bilinçsiz Gelişim
İki güç bizi sürekli iterek ruhaniliğe uzanan merdivenin basamaklarından en üste
ulaşana kadar çıkmamızı sağlar – özelliklerimiz Üst gücün özelliklerini edinene kadar.
1. Güçlerden bir tanesi bizim seçimimiz dışında ve haberimiz bile olmadan bizi zorlar.
Arkamızdan bizi kırbaçlar; bu yol ızdırap çekerek gidilen yoldur. Bu insanoğlunun
aklının bir türevi olan ahlaki ve deneysel eğitim metotlarından doğmuştur. Bu deneysel
eğitim metotları tümüyle bilinçsiz olarak ve bir seçim hakkı olmadan yaratılmıştır.
Ancak, bu metodun amacına ulaşmış olması ve içimizde yerleşmiş ve giderek artan
kötülüklerin büyüdüğünü hissetmemizi sağlayarak bizi daha yüce birşeylerin arayışına
ittiğini artık anlıyoruz.
2. İkinci güç ise bizi bilincimiz dahilinde iter. Bu gücü kendimiz seçeriz. Bu bizi
önümüzden çeker ve Kabalacılar buna; Kabala’nın yolu derler. Bu yolu seçerek ve
kabalistlerin öğrettiği şekilde ilerleyerek, niyetlerini sadece Yaratıcı Güc’ün yapısına
benzemek için kullanarak içimizdeki kötülükleri kısa zamanda fark edebilir ve iki tane
faydasını görebiliriz.
Acı çekerek arkadan itilmeyi beklememiz gerekmez. Aynı zamanda üst gücün
karakterine ulaşabilme niyetimiz içimizdeki kötülüğü görmemizi acı çekmeden
sağlayacak. Ne zaman üst güce ulaşma arzumuz başlarsa hemen O’nun iyiliğini ve
saflığını hissetmeye başlarız. Kendimizi sevmek duygusunun ve egoistliğimizin ne
kadar kötü olduğunu anlamaya başlarız. Kötülüğümüzün farkına vardıkça içimizde
yavaş yavaş bir sükunet ve hatta mutluluk, üst güce benzemeye başladıkça, yüzeye
çıkar.
Bilinçli davrandığımız için zaman kazanırız; daha fazlasını yapabilmek kendi elimizde ve
dolayısıyla kendimizi düzeltmemiz daha çabuk olur, ta ki Yaratan’ın özelliklerini edinene
kadar.
Kabala İlmi Kullanıcısına Fayda Sağlaması Niyetiyle Geliştirilmiştir
Kabala ile diğer eğitim metotları arasındaki fark, ne niyetle çalışıldıklarındadır.
Düzeltilmeye aday insan toplumun mu yoksa Yaratan’ın standartlarına mı ulaşmalı?
Kabalayı diğer ahlaki çalışmalardan ayıran nokta budur, tıpkı materyal ile ruhaniliğin
farklı olduğu gibi.
Ahlak sisteminin amacı, pratik bir zihinsel düzen dahilinde, tecrübeleriyle gelişen mutlu
bir toplum inşa etmektir. Bu metot insana doğanın kısıtlamaları dışında hiç bir menfaat
sağlamaz. Eğer amaç eleştiri kapsamının dahilindeyse, insanın toplum adına yapacağı
fedakarlığın faydasını, kendisine adilce düşen paydan fedakarlık ederek yapması
gerektiğini nasıl ispatlayabiliriz ki?
Buna ters olarak, kabalanın metoduyla gelişmenin amacı insanı mutlu etmeyi
garantiler. Dostunu kendi gibi seven, üst güçle benzerlik yasası dahilinde bütünleşir.
Dar sınırlı ve acımasız dünyasından sıyrılıp, Yaratan’a ve yaratılan herşeye karşı özgecil
dünyanın sınırsız alemine girer.
Ahlaki sistem insanın diğer insanlar tarafından sevilmesi gerektiği hissini zorunlu kılar,
bu bir malı işimiz bitene kadar kiralamaya benzer. Bu tür alışkanlıklar insanın ahlaki
değer merdiveninden bile tırmanmasını engeller, zira yaptığı iyilikler için etrafındaki
insanların sırtını sıvazlamalarına alışır hale gelir.
Yaratan ile aynı özellikleri taşımayı arzulayan bir kişi, Yaratan’a yönelik mükafat
beklemeksizin yaptığı özgecil davranışları sayesinde gerçek anlamıyla manevi
basamakları tırmanır. Yavaş yavaş yeni bir doğa edinmeye başlar ve dostlarına yönelik
farklı bir özgecil yapıya bürünür. Kendisi için, bu dünyadaki mevcudiyetini sürdürmek
için gerekli ihtiyacından fazlasını arzulamaz.
Ancak bu şekilde insan doğasındaki egoistlikten kurtulabilir. Kendisi için bir arzu
edinmekten nefret etmeye başladığı zaman, ruhu tüm vücutsal gereksiz zevklerden
özgür olduğu zaman, para, güç, şöhret gibi arzulardan uzak olduğu zaman ruh
aleminin diyarına özgürce girebilir. Tüm kötülüklerden korunacağının garantisi verilir,
çünkü kötülük sadece egoistlikten gelir.
Görüyoruz ki kabala sadece onu kullananlar için bir fayda sağlar. İnsanın tüm çabası
içini temizlemek de olsa bu onun üst güce benzer olabilmesi için bir araç olur.
İRADENİN ÖZGÜRLÜĞÜ
Bir başka dersin daha tüm dinleyici ve izleyicilerine selamlar. Baal HaSulam’ın İradenin
Özgürlüğü denemesini çalışıyoruz ve “Çevrenin Etkisi” isimli kısımdayız. Bireyin kişiliği
diye adlandırılan herşeyi oluşturan dört etken öğrendik. İlki bir kişinin doğduğunda
miras aldığı veriyi tanımlayan etken. Bu bilgi ve onun ileriki gelişmesini kapsar. Biz
bunu bir tahıl tanesini örnek vererek çalıştık. Belli bir tahıl aynı çeşit tahıl tanesinden
meydana gelmelidir. Aynı yolla, bir hayvan insan soyundan gelemez. Buna Matza
denir; açıklamak gerekirse gelişim programıyla birlikte kişinin orijinal verisi. Bunlar ilk
iki etken: iki tane daha etken vardır; çevrenin etkisi, ve çevreyi geliştiren program.
Kabaca söylemek gerekirse, “Ben” ve “Ben” i geliştiren program vardır. Sonra dış
kuvvetler var; bu “Ben” üzerine dışarıdan etki eden çevre ve çevrenin gelişmesini
sağlayan program. Şimdi çevrenin etkisi sorusuna yaklaşımda bulunuyoruz.
ÇEVRENİN ETKİSİ
İkinci etken ise değişmeyen esasın nitelikleriyle ilişkilendirilen doğrudan sebep ve
sonuç kanunudur. Dolayısıyla, bu yukarıdaki toprakta ayrışan tahıl tanesi örneğiyle
açıklanabilir. Temel için gerekli olan çevre, toprak, mineraller, yağmur, hava ve
güneştir. Çevre yavaş yavaş bu tahıl tanesini durumdan duruma değiştirip belli bir
düzeye gelene kadar uzun bir zaman boyunca etkiler. Daha sonra esas orijinal şekline
geri gelir, yani tohum tanesi şekline, ancak nitelik ve miktarı değişmiş olarak.
Açıkçası, bu tohum tanesi tek başına hiçbir değişime uğramazdı. Bununla birlikte,
belirli bir çevrede kaldığından, bu çevreden etkilenerek, belirli bir yolda gelişir. Buna ek
olarak öyle bir etken var ki bunu çevre değiştiremez ; bir tohum tanesi her zaman bir
tohum tanesinden oluşur. Ancak, çevrenin değiştirdiği bir etken vardır – tohum
tanelerinin kalite ve miktarı.
Kabala’da bir kişiden bahsederken (muhtemelen bunu daha önce duydunuz) Yaradan’a
giden yolumuz değişmez deriz. Bizim iç ruhani genimiz yukarıdan inmek suretiyle elde
edilmiştir, sonsuzluk dünyasından aşağı bizim dünyamıza. Her kişi bu programı olan
geni taşımaktadır, açıklamak gerekirse kişinin dünyamızdaki ve üst dünyaya yükselişi,
tüm gelişim aşamaları. Bu aşamalar değişmez.
Çevre tarafından değiştirilebilen tek şey nitelik ve miktardır; yani kişinin bu yoldaki hız
ve niteliği. Kişi ya bu yolda acı, korku, ıstırap, binlerce yıllık savaşlarla, ya da rahatlık
içinde geçirebilir. Bunu gittiği yoldaki yaklaşımını değiştirerek yapabilir ki amacını
başarmış gibi olsun(aslında henüz bunu yapmamış olsa bile). Kendi ve amacı arasında
bağ kurmaya başlar ve sonuç olarak bu onun parçası haline gelir. Bütün bunların hepsi
kişinin kendine bağlıdır.
Bunun yanında, konu sadece yolumuzu kolaylaştırmak değildir. Aslına bakarsanız,
yolumuz özgürce, tüm onayımızla, kendi kişisel katılımımız ve iyi yaklaşımımız dışında
alınamaz. Bu Reşimo, içimizde var olan tohum kendi tarafımızdan seçilmiş ve
yaratılmış bir çevreye yerleştirilmezse gelişemez. Sadece bu çevre bu tohumun
gelişimi için hazır ve kullanılabilirdir ki doğru sonucu elde etsin, bu da birçok yeni,
merhametli ve iyi tohumlar demektir. Öyleyse bu çevre temeldir. “Ve yatak önceki
şeklini almıştır, yani tahılın şeklini farklı bir nitelik ve miktarla. Ve genel görünüş
itibariyle tamamen değişmemiş olarak kalır ki ondan ne mısır gevreği ne yulaf oluşur.
Onlar özellikle miktar bakımından değişirler ki bir saptan bir ya da iki düzine sap çıkar
ve nitelik olarak da tahılın önceki şeklinden daha iyi ya da kötü olarak.
Burada ki de aynıdır, insan çevreye yani topluma “yatak” olarak yerleştirilmiştir. Ve
tahıllın çevreden etkilendiği gibi insan da onun tarafından etkilenmeye zorlanır, çünkü
yatak işlenmemiş ham haldedir. Öyleyse etraf ve çevre ile ikili ilişki sayesinde insan
yavaş bir prosedür ya da olaylar zinciri, tek tek sebep ve sonuç olarak (bu kurallar
değişmez, ancak çevre tüm akımın sırasını ve gelecekte alınacak sonucun niteliğini
belirler) etkilenir.
Aynı zamanda, temelde dahil olan özellikler bir bilgi biçimi edinerek de değişirler.
Örneğin, bir kişi pinti olma eğilimini miras aldı, yetişkin olduğunda kendine çeşitli
mantıklı sebepler bulmaya başlar ki bir kişinin pinti olmasının iyi olduğu doğru
sonucuna varabilsin. Şöyle ki- kişi çevreyi doğuştan gelen içsel niteliklerine uydurur. “
Yani babası cömert olmasına karşın, ondan pintilik gibi negatif bir eğilim miras alabilir,
çünkü yok olan da varolan gibi miras alınmıştır.”
Bu neden oluyor? Çünkü tohum dış katmandan ayrışır. Öyleyse belli bir nitelik, diyelim
ki paraya olan tavır, yaklaşım değişir: para harcayanın pinti bir oğlu olabilir ya da tam
tersi, yani özel bir yaklaşım - dış katman değil – miras alınabilir. Dış katmanın şekli
çevreye bağlıdır.
“Ya da atalarından açık görüşlü olma eğilimini miras alırsa; kendisi için fikirler üretir ve
bunlardan açık görüşlü olmanın iyi bir şey olduğu sonucuna varır. Ancak kişi bu
cümleleri ve sebepleri nereden bulur? Kişi bunları çevresinden alır, bilinçsizce, çünkü
çevre fikirleri ve tatları ona yavaşça neden ve sonuç süreci içinde aşılar. Ve bu öyle bir
yapılır ki insan onları kendininmiş gibi algılar, onları özgür düşünceyle edinmiş gibi.”
Böylece kütüphaneye belirli kitapları gözden geçirmeye gider ve sonuç olarak bazı
insanlara yakınlaşmış olur- başka kişilere değil bu insanlara, ve belirli meslekleri seçer;
öteki yarısına bir olayla rastlamış gibi görünür; radyoda duydukları ve televizyonda
seyrettiklerini filtreleyen kendine ait bir yolu vardır; kanalları değiştirir. Bütün bu
tesirler nereden geliyor? Bu yolla bilinçaltımız içimizde varolan programı gerçekleştirir.
“Ve öyle bir yapılır ki insan onları kendisininmiş gözüyle bakar, öyle ki özgür
düşüncesiyle edinmiş gibi. Burada da aynı tahılda olduğu gibi, yatağın değişmeyen bir
parçası vardır ve miras alınan eğilimler aynı atalarındaki gibi kalırlar. Bu ikinci
etkendir.”
Öyleyse kişi bunlar dışında hiçbir şekilde özgür değildir. Bu bizim Baal HaSulam’ı
anlayışımız itibariyle basit ve özet bir sonuçtur.
Bunun arzularımızın içinde ruhani ve maneviyatta nasıl olduğu yollarına dair
derinlemesine konuşacağız. Hala bir kişinin psikolojik yapısı ve psikolojik değişimleri
hakkında konuşuyoruz. Gelecekte, bunu manevi düzeyde açıklıyor olacağız; ancak şu
an için sadece sonucu hatırlamak bizim için daha kolay.
Bu ikinci etken; yani çalışmamız, hayattaki arayışımız, içimizde yaptıklarımız –
herşeyin içimizde varoluş şekli kesinlikle önceden belirlenmiştir. Bu bizim
özgürlüğümüzden anladığımız şeydir. Özgürlük nedir? O, içimde varolanın farkına
varmamdır. Bununla birlikte burada iradenin özgürlüğü nerededir? Biri benim içime ne
katacağını seçmiş ve ben sadece onu uyguluyorum.
ALIŞKANLIK İKİNCİ DOĞAN OLUR
“Üçüncü etken yatağın geçirdiği ve onlar tarafından değiştirilen doğrudan neden ve
sonuç idaresidir. Çevreden ötürü insanın değişen, miras almış olduğu eğilimlerden
dolayı bu mefhumların tanımladığı yönde işlerler. Örneğin; doğası pinti olan bir adam
ki toplum içinde bu bir mefhuma dönüşmüş ve şimdi adam bazı mantıklı
tanımlamalarla pintiliği anlayabilir.
Farzedelim o şimdi başkalarına ihtiyacı olmayacak şekilde kendini savunabilir. Öyle
olsun ki bir ölçü pintilik kazandı diyelim, bir süreliğine korku yokken, bu özelliğinden
vazgeçebilir. Atalarından miras almış olduğu orijinal eğilimi daha iyiye doğru değişmiş
olur. Ve bazen kişi kötü bir eğilimi tamamen kökünden söküp ayabilir. Bu, ikinci doğa
olabilme özelliğine sahip alışkanlık ile olur. Öyleyse bazı özelliklerim olmasına rağmen,
bazı miras aldığım özelliklerim çevrenin doğrudan ve sürekli etkisi ile onları
bastırabilirim.
“Bu bakımdan insanın gücü bir bitkininkinden daha büyüktür. Tahıl değişemez buna
rağmen insan kendi özel içinde çevresel neden ve sonuç etkisinin gücüyle değişme
yetisine sahip, genelinde ise bu bir eğilimi tamamen kökünden söküp atıp, karşıtına
çevirmek olsa bile. “
Kişi bunu çevresel etkinin altında yapabilir. Bu demek ki dışarıdan sürekli olarak
işaretler alırsam, bunlar benim i,çimde alışkanlık yaratırlar, bu benim orijinal doğal
Reşimom yerine bir refleks gibi olur. Bu çok önemlidir, bir alışkanlık ikinci doğan olur.
Bir sonraki etken ise dış etkendir.
Dördüncü etken ise yatağı, ona tamamen yabancı olan ve dışarıdan onu yöneten,
etkileyen sebep ve sonuç yönetimidir. Bunun anlamı şu ki bu güçler yatağı doğrudan
etkilemek için değil, ancak dolaylı yönetmek için yatağın büyüme işiyle ilişkilidirler.
Örneğin; para işleri günlük hayatın yükleri ya da rüzgarları vs. gibi şeyler kendi
içlerinde ve dışlarında bütünsel, yavaş ve derece derece sıralı nedensel sonuçsal
olaylar ki bunlar insanın kavramlarını daha iyi veya daha kötüye değiştirir.
Bu noktada sadece bizi dışarıdan etkileyen dış etkenden değil, ama bu dış etkenin
kendi kendine nasıl değiştiğinden bahsediyoruz. Bu bizim dördüncü parametremiz,
dördüncü etkenimiz.
“Öyleyse, aklımıza gelen her düşünce ve fikrin ürünü olduğu dört doğal etkeni
oluşturdum.” Benim “kendime” ait olan herşey ve kendimde varolan herşey:
duygularım, bilgim, anlayışım, aklım; karar verme, anlama ve hissetme yolum;
kendimi arayış, seçerek alma, her nasılsa seçerek başkalarını etkileme yolum, bütün
bunlar içimde bu dört etkenin birbiriyle pekişmesi ve etkileşimi sonucu varolur. Bu dört
etken benim gerçek bilgim ve onun gelişimi için gereken program; çevrenin benim
üzerimdeki etkisi ve çevrenin gelişimi için gereken program. “ Ve biri oturup bütün gün
meditasyon yapsa, bu dört etkenin kendine verdiği şeylere ne ekleme yapabilir ne de
bunları değiştirebilir.” Bu sınırları aşabilmemizin hiçbir yolu yoktur, biz onların içinde
varoluruz ve onlar tarafından çepeçevrelenmişizdir. Ne yapabilirsek ne düşünebilirsek;
her ne edinebilirsek herşey bu dört etken tarafından çepeçevrelenmiştir.
“Ek olarak ekleyebileceği miktardır: yüksek akıl veya değil, nitelikte ufacık bir şey bile
ekleyemez. Zira bu dört etken karakter ve fikrin şeklini ve sonucu zorlayarak, bizim
fikrimizi sormadan (benim fikrim onların bana dikte ettirmesine rağmen ve fikrim
onları “dikkate almak bile olmasa” yine de onlardan gelir) Öyleyse biz aynı çamurun
çömlekçinin elinde olması gibi bu dört etkenin ellerindeyiz. Bunun dışında hiçbir şekilde
özgürlük ya da hissetme düşünme ya da bu dört etkenin dışında hareket etme
olasılığımız yok.
ÖZGÜR SEÇİM
“Buna rağmen, bu dört etkeni incelediğimizde gücümüz “yatak” olan birinci etkenle
yüzleşecek gücümüz olmasa bile;” Tohumu değiştirmekten aciziz. Diyelim ki tohum
kendimim, kendimi değiştiremem ki bir başkası benden doğabilsin. Bu beni aşar, ben
benim doğama konmuş olanın sonucuyum.
“....hala diğer üç etkene karşı kendimizi koruyabilecek özgür seçeneğimiz ve
yeteneğimiz var ki bunlar yatağın ayrı ayrı bölümlerini değiştirir. Bazen yatak, ona
ikinci doğa olarak bağışlanan alışkanlıkla da genel olarak değişir.
Özgür seçenek, çevrenin bizde bir alışkanlık oluşturmasının etkisiyle mümkün olabilir.
Bu dördünden bir etken var ki bizi değiştirebilir; içimizde öyle nitelikler yaratabilir ki
bizim doğal niteliklerimize karşı çıkar. Buna alışkanlık denir, yani kazanılmış nitelik.
Çevrenin bu yeteneğini kullanmak bizim kendimizi dört etkenin etki ve gücünden
korumak gibidir. Kendimizi bunlardan birkaç şekilde siper edebiliriz. Çevrenin etkisi ve
bu etkiyi yönetme yeteneğimiz üzerindeki gücümüzde bir dereceye kadar özgür oluruz.
“Bu korumanın (dört etkenin köleliğinden) anlamı her zaman çevremizi seçerken yani
arkadaşlar, kitaplar, öğretmenler vs. eksiklerimizi giderebiliriz. Aynı, babasından birkaç
sap tahıl miras almış bir kişi gibi; bu az miktardan, “yatak” için seçeceği çevre, ki bu
(bütün gerekli mineraller ve ham maddeleri olan) tahılı sınırsızca besleyecek verimli
topraktır, düzinelerce sap elde edebilir. Ayrıca, çevresel şartları, bitkinin ihtiyaçları ve
büyümesi için iyileştiren işçi konusu da var, irfan sahibi en iyi şartları seçecek ve işinde
kutsama bulacak; budala ise önüne ne gelirse alacak ve dolayısıyla toprağa ekimi
kutsamadan ziyade lanete çevirecek.
İyi halimiz, gelecek mahsule ve gelecek durumumuza yaklaşımımıza bağlıdır. Biz daha
önceden bunu tanımlayabiliriz. “Öyleyse, bütün övgüsü ve hevesi tahılın dikileceği
çevrenin seçimine bağlıdır. (Tahıl, tahıl olmaya devam edecektir ancak kalitesi sadece
seçilecek çevreye bağlıdır.) ancak, bir kez seçilen bölgede dikildi mi, onun tam şekli
çevrenin sağlayabileceği ölçüye bağlıdır.”
Bu demektir ki birey amaçtan uzaklaşıyor. Tabii ki şöyle bir soru gelir: o zaman bir
insan hayatı boyunca sadece tek bir özgür seçeneğe mi sahiptir? Evet, hayatı boyunca
sadece bir kez. Kişinin bu noktaya getirildiği zamana “ kalbindeki noktanın doğuşu”
denir. Bunu doğru şekilde kullanırsa daha ileriye yol alır.
Çevreyi seçmek ne anlama gelir? Birey nasıl davranmalı ki çevreden büyümesi için
gerekli filtre edilmiş doğru bilgiye anlayabilsin. Kişi kitabın içini nasıl görebilir? Kitabın
kendi iyi olabilir, ancak kişi onu nasıl iyi, etkili ve kendisi için yararlı hale getirebilir?
Kişi arkadaşlarıyla, diğer hiçbir şeyi değil de sadece kendi gelişimi için gerekli olan
şeyleri almak adına nasıl bir ilişki kurmalıdır? Bir öğretmene gelişim için en önemli
şeyleri alıp, ve düzinelerce diğer çeşitli nitelikleri almamak için nasıl bir tavır olmalı.
Herşey kişinin kendine bağlıdır. Bu iradenin özgürlüğünün yattığı yerdir, ve o insanı
tamamen farklı manevi bir yaratığa çeviren diğer bütün orijinal sevimsiz bilgileri
bastırabilir.
“O (kişi) mutlaka cezalandırılır, seçeneği olmayan kötü düşünce ve edimlerinden dolayı
değil (bu en sonunda olacak), ancak iyi çevreyi seçmediği için; çünkü gördüğümüz gibi
bunda kesinlikle bir seçenek var bir kişiyi hareketlerinden dolayı yargılamayıp onu
özgür seçimini nasıl yerine getireceğini anlaması için eğitmeliyiz!”
"Öyleyse her kim sürekli olarak daha iyi bir çevre seçmek için çabalarsa övgü ve ödülü
hak eder. Ancak burada da kendi seçiminden kaynaklanmayan iyi düşünce ve
eylemlerinden değil de iyi bir çevre edinmek için çabasından dolayı ki bunlar ona iyi
düşünce ve eylemler getirir. Rav Yehoshua Ben Prehya ‘nın (bu bilge birkaç bin yıl önce
yaşadı) dediği gibi: “Kendini bir Rav yap ve kendine bir arkadaş satın al."
Bu demektir ki eğer kişi ilerlemek istiyorsa iyi bir muhite ihtiyacı vardır. Daha sonra
neden “Kendini bir Rav yap ve bir arkadaş satın al“ dediğini tartışacağız. Bu şu demek,
çabalarımı ona yatırım yapmalıyım ki benim arkadaşım olsun. Buna “satın alma” denir.
Kendini bir Rav yapmak ise öğretmenin de öyle idealler bulmalısın ki o senin gözünde
bir Rav (büyük) olsun. Sadece bu iki dış kuvveti kullanarak kişi kendisini doğru olarak
gerçekleştirebilir, aksi takdirde, onun muhiti keyfi olur, yani kötü.
“Öyleyse, kim ki daha iyi bir çevre edinmek için sürekli çabalarsa; “Bu demektir ki
grubumu, arkadaşlarımı ve Rav’ı bir saniyeliğine bile bırakmamalıyım. Onları sürekli
olarak kendim için daha iyi bir çevre yapmayı denemeliyim. Bu sürekli bir iştir. Bir
grubun parçası olmanın beni etkileyeceğini düşünmeliyim. Bu beni etkilemeyecek. Beni
ancak ben etkilenmeyi arzuladığım zaman etkiler. Bu yüzdendir ki Rav Yehoshua Ben
Prehya şöyle der; kim sürekli daha iyi bir çevre için çabalarsa ödülü hak eder, “Ödül“
ne demektir? Bir sonraki daha yüksek manevi durum demektir. Manevi dünyanın daha
ilerisinde Mahsom’u geçtiğimizde (orada olduğu gibi burada) aynı grubumuzu, aynı
Rav’ı, onları gerçekte oldukları gibi görürüz. Orada gözleriniz açılır, arkadaşlarınızı
sadece kabuklarında değil, onları Yaradan’a özlem duyan ruhlar olarak görürsünüz.
Rav’ınızı belli bir ruhani düzeyde, sizi de o düzeye çeken biri olarak görürsünüz.
Buna rağmen, Mahsom’dan sonra bile, çevreleyen toplum kalır ve kişinin manevi
gelişimini tanımlayan etken olur. Baal HaSulam bununla ilgili mektuplarında şöyle
yazar; “Birbirinize ihtiyacınız olacak, bana ihtiyacınız olacak, (Mahsom’u geçtikten
sonra) bugünden de daha fazla.“ Bunun sebebi kişinin gelişiminde sadece bu dört
etken kişinin Gimar Tikun’a doğru yükselen (son düzeltme) yolu boyunca olan
durumunu tanımlar.
İYİ ÇEVRE SEÇMENİN ZORUNLU ŞARTI
“Buradan Rav Yosi Ben Kasma’nın (Zohar döneminde yaşayan bilge -yani 17-18 yüzyıl
önce) (Avot 86) kendisine zengin bir adamın kendi şehrinde yaşaması için binlerce
altın lira teklifine verdiği yanıttan ne demek istediğini anlayabilirsiniz.
Yosi Ben Kasma çok fakir olduğu bilinen bir adamdı. Sadece yemeği olmayan bir adam
değildi – kendi potansiyelini anlamak için fakirlik içinde yaşadı. Bu hikayenin tamamını
okumalıyız. Talmud’da tarif edilir. Rav Yosi Ben Kasma’nın iyi bir tavsiye verdiğini
duyup, onu ziyaret etmeye karar veren zengin bir adamdan bahseder. Bu zengin adam
Rav Yosi‘yi dinlediğinde şöyle dedi: “İstediğin bütün şartları sana vereceğim,
öğreteceğin büyük bir grubun olacak, sadece bizim şehrimize taşınman gerekiyor.
Kendi şehrini bırak ve bizim şehrimize taşın.”
Rav Yosi Ben Kasma cevap verdi. “Bana dünyadaki tüm altın, gümüş ve mücevher
versen, sadece Kabala’nın olduğu bir yerde yaşayacağım.” Bu kelimeler bizim basit
aklımızın alması için fazla yüce olabilir, çünkü kim bu kadar küçük bir şey için binlerce
altından vazgeçip, kendi de kimseden öğrenecek bir şeyi olmayan bir bilge olup, hiç
Kabala müridi olmayan bir yerde yaşayabilir.”
Ben Kasma herkesin kendisinden öğrenmeye çalıştığı bir adamdı; herkesten daha
yüksekti. Hiç arkadaşı yoktu çünkü o herkes için bir Rav’dı. Buna rağmen, o dönemde
bugün olduğu gibi Rav herkesten para almıyordu. O dönem herkesin kendi başına
hayatını idame ettirdiği bir zamandı. Biri büyük bir öğretmen olabilirdi ve buna rağmen
yiyecek ekmeğe ihtiyacı olabilirdi. Bugün Kabala bireyin davranması gerektiği yolun bu
olduğunu öğretiyor. Buna rağmen neden bu teklifi geri çevirdi? çok büyüktü, herkesin
üzerinde, ve o muhite ihtiyacı yoktu. Neden kendi okulunu açıp istediğini
yapabilecekken başka şehre taşınmayı reddetti?
“Ama gördüğümüz gibi; hepimiz ve her birimiz tarafından gözlemlenmesi gereken basit
bir şey. Çünkü herkesin kendi yatağı olmasına rağmen (birinci etken); güçler açıkça
ortaya sermekten ziyade kişinin içinde bulunduğu çevreden görünür; aynı güçleri
açıkça görülmeyen ancak çevre aracılığıyla yani toprak, yağmur ve güneşin ışığı ile
ortaya çıkan, toprağa dikilmiş tahıl gibi.
Öyleyse Rav Yosi Ben Kasma, seçtiği iyi çevreyi bırakıp, zararlı çevreye düşerse ki
bunun anlamı Kabala müritlerinin olmadığı bir yer, sadece daha önceki kavramlarından
ödün vermekle kalmayıp, yatağında gizli olan, açığa henüz çıkmamış olduğu (yani
daha ileri gelişimi duracak herkesten yukarıda olmasına rağmen hala büyümesi
gerekti) diğer bütün güçleri de gizli kalacak.
Bunun sebebi bu içsel, potansiyel güçlerin hala onları harekete geçirecek doğru
çevreye maruz kalmamaları.
Ve yukarıda açıklığa kavuşturduğumuz gibi, sadece insanın çevreyi seçme konusunda,
kendi üzerindeki egemenliği ölçülür ve buna göre seçiminden dolayı övgüye mi yoksa
cezaya mı layık olduğu.
Ödül mü ceza mı olduğu bir sonraki aşamada belli olur. Eğer doğru muhitse daha
yüksek bir hal, ve kötü bir muhitse açıkçası bir sonraki aşama demek.
“Öyleyse insan Rav Yosi Ben Kasma gibi bilge birinin iyiyi seçip kötüyü reddetmesine
(çünkü seçim yapabilecek kadar bilgeydi) ve materyal ve bedeni şeyler tarafından
yolundan saptırılmamasına şaşırmamak gerek. O şöyle bir sonuç çıkarır: “biri
öldüğünde kendisiyle gümüş, altın ya da mücevher değil ancak Kabala’yı götürür (yani
doğru çevreyi seçmiş olmanın sonucu olarak kendi içinde değiştirdikleri). Ve böylece
bilgelerimiz uyardı: “kendinizi bir Rav yapın ve bir arkadaş satın alın”, bahsettiğimiz
kitap seçenekleriyle birlikte (yani Rav, arkadaşlar ve kitaplar).
Bugün bu özel, harika makalenin belli bir kısmını öğrendik. Genellikle, bu hayatımızda
yapmamız gereken en önemli şeye dikkat çeker – manevi tatminimize giden yol.
Baal HaSulam’ın bu dünyadaki davranışlarımızdan bahsettiği daha pek çok makalesi
vardır. Esasında, bizlerin sadece her şeyde kuklalar olduğumuz gerçeğini anlamak,
kişinin üst dünyaya girmesinin ya da yaklaştığının ilk kazanımıdır. Yavaş yavaş insanın
sadece ihsan etme niteliğini kazanması kendisini ifade etme fırsatı verdiğini
hissettirmeye başlar, bunun dışında herşey Yaradan tarafından verilen egoizmin
gücünün altındadır.
Bu Yaradan’ın parçası olacak yaratılmış olduğumuz gerçeğine benzer, ve sonrasında
özgecilik yavaşça ağırlığını üzerimize bıraktı ve bizi bu dünyanın seviyesine getirdi.
Bugün tamamen onun (özgeciliğin) etkisi altında varolmaktayız. Kendimizi, onun
gücünden alıkoyarak ve içimizde ihsan etme niteliğini tekrar açığa çıkararak özgürce
gerçekleştirebiliriz. İhsan etmenin niteliği iradenin özgürlüğüdür.
Soru: Kişi kendini diğer üç etkenden nasıl korur ve bu korumanın çalıştığını tespit eder.
Bu ciddi bir soru. Kişi bu üç etkenden nasıl korunabilir? Sadece muhitine sıkı sıkıya
yapışarak. Bu demektir ki ne birinci etken ne ikinci etken ne de çevremi etkileyen
etkenlerin otomatikman benim için bir şeyler yapmamasından emin olmalıyım. Ben
sadece muhitimin benim gelişimimi belirlemesini istiyorum.
Sonuçta, ben içimde yatan içsel etkenlerin etkisi altında otomatikman hareket ederim.
Ben sadece icra eden bir mekanizmayım. Ben, etkisi altında bulunduğum içsel nitelikler
ve bana tesir eden dışsal etkenlerin altında var olurum. Ben sadece bu içsel ve dışsal
etkenlerin bana dikte ettirdiğini yaparım. Eğer ben bu kontrolden vazgeçmek istersem
kendimi seçtiğim çevrenin etkisi altına koymam lazım. Bu demektir ki bana yapmam
gerekeni dikte ettirmesi için bir Rav’a, gruba ve kitaplara ihtiyacım var. Bu dört
parametrenin belirlediği herşeyi yapmak zorunda olduğuma göre Rav, grup ve
kitaplara karşı mantıklı bir yaklaşımda bulunamam. Rav’dan, gruptan ve kitaplardan
ihtiyacım olanı seçemeyeceğim; hala dört parametreyi kullanıp onları gücü altında
kalacağım.
Bu gücün altından çıkabilmem için benim ne yapmam gerektiğini belirleyen içsel
etkenlerle bağımı kesmem gerek; aynı zamanda seçmiş olduğum çevrenin bana
zorladıklarını almam gerek. Bunu bir emir gibi almalı ve Rav, grup ve kitaplara kendimi
gönüllü olarak teslim etmeliyim. Bu demektir ki ben çevreyi seçiyorum, beni
etkileyecek farklı bir etken.
Bununla beraber, yeni çevreye benim orijinal, doğal etkenlerime güvenerek
yaklaşırsam, onu içselleştirdiğim anlamına gelmez, ben sadece onu bu dört etkene
uyarlıyorum. Sonuç olarak beni gerektiği gibi etkileyecek, yani içimdeki hiç bir şey
değişmeyecek. Bu nedenle kişi Rav, grup ve kitaplara gerçek, doğal amaçlarından
kurtularak yaklaşmalı ki bu dört etkenle herhangi bir bağdan özgür olsun. Baal
HaSulam bunun sürekli bir mücadele olduğunu yazar.
“Öyleyse, her kim sürekli olarak daha iyi bir çevre seçmeye çabalarsa” bu demektir ki
kişi sürekli ve her zaman kendini kontrol etmeli: yaptıklarımın, düşüncelerimin ve
kararlarımın amacı (niyeti) nedir?
Soru: Eğer bazı niteliklerim çevrenin etkisinden dolayı değişirse, bu değişim kalıcı mı
yoksa bir sonraki çevre değişikliğine kadar mı kalır? Bir sonraki çevrenin beni
etkilemeye başlamasının başlangıç noktası nedir? O, benim değişen niteliklerim mi,
yoksa miras aldığım orijinal halime geri mi dönerim?
Diyelim ki bir kişi bir zaman dilimi içinde doğru çevrede. Kendisini devamlı olarak
etkisiyle saracak çevrenin tesirine bırakmaya karar verdi. Daha sonra bir şey olur ve
bu seviyeden düşer. Soru gelir: herşeyini kaybeder mi, kaybetmez mi? Kaybolan hiçbir
şey yoktur, bunu zaten biliyoruz. Tabii ki bizim içsel niteliklerimizde kalır.
Bununla birlikte Baal HaSulam şöyle yazar; her seferinde yine de iradenin özgürlüğüne
ihtiyacın vardır. Bir süre önce doğru işleri yapmış olsan bile geçmiş sana yardım
etmeyecek. Şimdiki dakikada yardım etmeyecek. Şöyle denir, geçmişin iyi işleri günah
işlediği gün doğru adama yardım etmez. Doğru insan olduğun zaman, doğru şeyler
yaparsın, daha sonra yolunu kaybedip günahkâr olursun – günah dolu şeyler yaparsın.
Sonunda, hepsi toplanır bir yerde ortaya çıkar. Belki tekrar daha iyi duruma gelmene
yardım eder. Buna rağmen her seferinde çevrenin seçimi iradenin özgürlüğünde yatar
ve her seferinde bilinçli bir seçim olmak zorunda.
REALİTE NEDİR?
Kabala ve Realitenin Algılanması
Kabala ilminde gizli bir yapının içerisine nasıl girebileceğimizi keşfederiz -maneviyat-.
Dünyamızın üstüne onu kontrol eden alana nasıl çıkabileceğimizi çalışırız.
Dünyayı kendi içimizde algılarız. Beş duyumuz dış uyarıcılardan aldıkları hisleri
beynimize iletir, burada işlem görürler ve bize dünya denilen yerin resmini gösterir ve
bu resmin dışında hiç bir şey algılamayız.
“Bizim bildiğimiz” dünya dış etkilerin içimizdeki reaksiyonu. Dünyamızın “aslı”
bilinmemektedir. Örneğin, eğer kulak zarımız zarar görürse duyma organımız sesleri
algılamaz ve o ses benim için yok demektir. Sadece kendimi ayarladığım dereceye göre
herşeyi algılayabilirim.
Dünyayı algılayışımız tümüyle öznel ve şahsidir- bizlere dışımızda olanlarla ilgili hiç bir
şey söylememektedir. Sadece kişisel reaksiyonlarımıza sanki dışımızda olan olaylarla
tutunuyor gibiyiz, ama gerçekten dışımızda bir şeyler oluyor mu?
Birçok teori bunu tartışmakta. Newton’un teorisi objective bir realite olduğu yönünde,
yani dünya aynen gördüğümüz gibi ve bizim var oluşumuz farketmeksizin devam
etmekte. Einstein sonradan teorisinde realitenin gözlem yapanla gözlem yapılanın
hızlarının ilişkisine bağlı olduğunu belirtti. Başka bir deyişle, bir objeye nazaran hızımızı
değiştirirsek, objeyi tümüyle farklı olarak görürüz- yer ya genişler, ya daralır ve zaman
değişir.
Başka teorilerde var, örneğin Heisenberg’in belirsizlik teorisi, dünyayla kişi arasında
karşılıklılık olduğunu ortaya sürdü. Başka bir deyişle dünyanın algılanması kişinin
dünyayı etkilemesi ve dünyanın kişiyi etkilemesinin sonucu.
Kabala ilmi ise dışımızda algılanabilecek hiç bir realite olmadığını söyler. Dışımızda olan
hiç bir şeyi etkilemiyoruz çünkü dışımızda olan hiç bir şeyi algılamıyoruz. Dışımızda,
sadece sabit olan Üst Işık var. Tüm dünya kendi içimizde ve biz dışarıdan
etkilendiğimizi sanıyoruz çünkü bu şekilde yaratıldık.
Eğer dünyamızdan çıkacak olursak, Üst Işığın nasıl içimizde sürekli yeni dünyevi
resimler yarattığını görürüz. O zaman bu dünya tümüyle dar ve kısıtlı bir alanmış gibi
gözükür. Üst Işığın nasıl kendimizi, çevremizi algıladığımızı tayin ettiğini görürüz ve
sonunda bu süreci biz kontrol etmeye başlarız.
Kabala ilmi bize bu olanağı sağlar. Sınırlı kapasitemizin nedeninin içimizden
kaynaklandığını anlamaya başlarız. Eğer iç niteliklerimizi Üst Işığın nitelikleriyle
eşitlersek, “sonsuz dünya” denilen mükemmellik ve sonsuzluk seviyesine ulaşabilirizsonu
olmayan bir hayat ve mutlak doyum.
Bunların tümü sadece iç niteliklerimizi değiştirmemize bağlı. Bu yüzden Kabala ilminin
amacı bize iç niteliklerimizi yani kendimizi nasıl değiştirebileceğimizi aktarmakta ve
bunu çabuk bir şekilde bir ömürde yapabilmemizi sağlayarak bu dünyevi var oluşun
üzerine çıkabiliriz. Bedenlerimiz ölene kadar aynen bu dünyada yaşamaya devam eder
ve biz ailevi ve toplumsal hayatımızda yer alırız. Ama tüm bunlara ek bir şey ediniriz –
Üst Realite – ve aynı anda orada bu ek duyu içerisinde var oluruz.
ARZULAR VE DÜŞÜNCELER
(Bu makale bir derste geçenlerden alıntıdır)
Gimar Tikun’da ki bir insan gibi düşünmeye çalış;
Bir tane basit prensip var: Gimar Tikun’da ki bir kişi gibi düşünmek. Çok kolay bir şey.
Bizim Yaratan gibi düşünmek için harcadığımız çaba, O’nun “aklına girebilmek”, duamız
bu olacak. Buna Man’ı yükseltmek denir ve bu halimizden Ohr Makif’i üzerimize
çekeriz.
Ne kadar doğru yaptığımız önemli değil; bir çocuğun oyuncaklarıyla oynarken kendisini
büyümüş bir insan gibi sanması gibi. Elbette doğruluğunu bilemeyiz ama bu saran ışığı
çekmek yeterlidir.
Dolayısıyla her hareke, davranış ve düşüncede, herhangi birşeyi yapmadan önce kişi
düşünmelidir. Örneğim canım bir bardak su çekti; “Herkesin var mı?”. Etrafta şişelerce
su olsa da, önemli değil. Düşüncem davranışımdır, ve düşüncem ıslah eder.
Bu yüzden her yaptığımız şeyde düşünmeliyiz: herkesin var mı? Belki dostumun bir
tanesinde yoktur ve alıp ona verebilirim? Sadece bu düşünceden sonra kendi ihtiyacım
olanı alabilirim. Bu düşünce olmadan alamam. Prensip budur ve her şeyde bu şekilde
davranmalıyız.
Yaratan’ı buna dahil etmek;
Daha büyük bir problem var. Dostlarım yanımda, onları sürekli görüyorum. Her zaman
onlar içinde var olduğumu düşünmek istesem bile, hala bir problem var; Yaratan’ı bu
işin içine dahil etmek zorundayım. Yoksa bu davranış tümüyle yanlış olur ve kutsallığın
tam tersidir. Yoksa sadece komünist bir toplum olma yolunda mesafe alınır – son nesil
yolunda değil.
Dolayısıyla ne kadar çok düşüncelerimle çaba sarf eder, davranırsam o kadar çok
maneviyatım gelişir. Bunun ne olduğu önemsizdir, saçma bile olabilir. Ne kadar
anladığım önemli değildir, bir çocuk gibi. Önemli olan harcadığımız çabadır, ne kadar
zeki ve kurnaz olduğumuz değil. Aslında insan ödülünü böyle alır bu özelliği edinerek.
Herkeste var olduğunu kontrol etmek ne demektir?
Kontrol etmek demek düşünmek demektir. Tüm dostlarıma gidip tek tek senin suyun
varmı diye kontrol etmiyoruz. Düşüncelerimde sanki tüm dostlarımda varmış gibi- ve
bundan eminim aralarında her kim istiyorsa oda alabilir, tıpkı benim gibi. Bunu
düşünmek ve istemek yeterlidir.
Hocalarımız bu yüzden kitaplarında; eğer yer yüzünde en çaresiz ve ücra köşesinde ki
bir kişide yoksa bu dünyadan kendim için bir şey almam yasaktır. Gimar Tikun’un iç
ıslahı budur. Bu şekilde düşünmemiz gerekir ve bu düşünce o dereceden ışığı çeker.
Çok kolay. Teknik gerçekten çok basit; ışığı üzerine çek ve eğer gerçekten istiyorsan
ışık o dereceden gelir.
Şimdi susadım. Gerçekten biraz su istiyorum. Davranışlarımın sırası nedir?
Öncelikle arzulamadığın bir şeyse konuşacak bir şey yok. Arzulaman çok iyi. Suyu
içmeden önce kendimi kolektif kli’nin bir parçası olarak hissederim. Kolektif kli’nin
parçası olmak şöyledir; eğer herkeste var ise o zaman kendime alabilirim, eğer
herkesin yoksa o zaman kendime almam. Eğer her birimiz birbirimizi bu şekilde
bağdaşlaştırırsak ve destek olursak Yaratan’ı içinde hissedebileceğimiz bir kli
oluştururuz. Bunun için çaba sarf ediyoruz ve buna Yaratan’a haz vermek denir. O
yaratılanların arasında ortaya çıkmak istemektedir. Aşağıda olanlarla, bu demektir, zira
aşağıdakiler O’nun ortaya çıkabileceği ıslah edilmiş bir kliyi O’nun formuna/seviyesine
aynı olacak şekilde bir araya getirmelidirler.
Kişinin rolü diğerleriyle eşit form edinerek bağ kurmak ve ihsan edebilmek. Dolayısıyla
davranışım ve üzerime çekmek istediğim ışık; bunların hepsi Kli’yi inşa eder.
Yaratan var ve ben varım, toplum var, davranışımız var – yani her şey var. Bu
düşünceleri ne kadar içimizde barındırırsak o kadar ohr makif çekeriz. Düşüncenin
gücü dünyadaki en büyük güçtür. Havanın nasıl değişeceğini hemen göreceksiniz,
içimizde bir ateş yanmaya başlayacak. Bu hepimizin içinde hissedildiği ve bağ oluştuğu
zaman herkes çok derin şeyler hissetmeye başlayacak.
Henüz o dereceye ait değiliz, nerede olduğumuz bile önemli değil. Çocuklar nasıl oyun
oynarlarsa o şekilde oynamalıyız. Bunun adı “oyun”! İsteğimiz yetişkin olmak; yoksa
buna oyun diyemeyiz. Aktörler gibi rol yaparak oynamak değil. Çocukların oynadığı gibi
oynamalıyız. Gerçek olduğuna inanarak hareket etmeliyiz.
Yaratan’ı buna nasıl dahil edebiliriz?
Yaratan’ı dahil etmek çok kolay: “Neden yapıyorum?”, düşüncemin başı ve sonu bu
soru olmalı. Arada ise kişi hareketi yapar.
Düşüncemin başında – “Burada ne işim var?, Şimdi yapacağım şeyi neden yapıyorum?
Beraber olduğum bu insanlardan ne alıyorum?” Belki de daha derin düşünmek gerekir;
“Ben kimim? Ben neyim?”. Sonunda başka bir çaremiz yoktur; Yaratan’la bağ kurmak
zorundayız, Yaratan’ı keşif etmek zorundayız. Bunu kendimize nasıl açıkladığımız
önemli değil, zaten Yaratan’ı bir amaç olarak belirlersek bu noktadan başlayabiliriz.
Şimdide “yapmam” lazım. Dostlarımla bir bağ kurmalıyım çünkü grup bir kli’dir ve
Yaratan’ın ortaya çıkması için bir gerekliliktir. O’nu ancak Kli’nin içinde keşfedebilir ve
O’nunla bağ kurabilirim. Başka bir yolu yoktur. Ancak grupta Yaratan’la bir eşitlik
sağlanabilir; O ihsan eder ve bende ihsan ederim. Diğer ruhlara nasıl ihsan edebilirim?
Bunu yapabilmek için tek kli’ye tutunurum, yani gruba bağlanırım, aslında Yaratan’ın
ortaya çıkması için bu gerekli bir koşuldur.
Dolayısıyla Yaratan’la başlar ve O’nunla bitiririm ve ortada grupta yapılan davranış
vardır. Bu olmadan başlayamazsınız, eğer başlarsan bu davranış klipa olur.
Yaptığım davranışın nedenini açıklamalı mıyım?
Kalbindekileri asla başkasıyla paylaşmamalısın, bu yasaktır! Kitapları çalışırken genel
olarak nasıl davranmamız gerektiğini konuşuruz. Hepimiz bu formülü öğrendikten
sonra bu içimizde gizli kalmalı ki klipanın tutunabileceği bir yer olmasın. Henüz bir
perde tarafından korunmuyoruz ve aramızda istesekte istemesekte kıskançlık var,
çünkü doğamız böyle.
Diyelim ki bir bardak su içeceğim davranışımın sırası ne olmalı? Gerçekten alıp haz
duymak istiyorum, buna izin var mı yok mu?
Suya ihtiyacın varsa ya da bunu ihsan etmek için içeceksen izin var. İhsan etmek
demek, bir şeyi bir başkasına haz vermek için kabul etmek demektir. Bundan
bahsetmiyoruz, bu ölülerin diriltilmesinden sonra olabilir.
Bu dünyadan almam gereken şey ihtiyacım olandır. O bir bardak suya ihtiyacım var
susuz yaşayamam. Hangi koşulda almam gerekir? Eğer dünyada benim durumumda
olan herkesin suyu varsa, o zaman o suyu alabilirim. Tüm dünyadaki insanlardan
bahsetmiyoruz Gimar Tikun’daki hesaplamalardan bahsetmiyoruz, şu an kendimiz için
olan hesaplamalardan bahsediyoruz. Eğer kendimi maneviyata göre ayarlamaya
çalışıyorsam bunu kendi cemaatime yönelik yapmam yeterlidir. O zaman şöyle
düşünmek gerekir: Şu anda grubumdaki tüm insanlarda bu imkan var mı? Dolayısıyla
ben içebilir miyim? Yaklaşımımız bu.
Neden böyle bir yaklaşım gerekmektedir? Bu yaklaşımla ne yapıyorum? Eğer amacım
iyi bir insan olmak, arkadaşlarımın gözünde yüce ve düşünceli bir kişi olmaksa; bu tür
bir niyet kesinlikle yanlış bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı sadece ama sadece Yaratan’a
daha yakın olabilmek için yaparız, Yaratan’a haz vermek için.
Gerçek istediğim bumu? Gerçek amacım bumu? Aslında değil. Kendimizi kontrol
edecek olsak aslında Yaratan hiç kimsenin umurunda değil! Ama fark etmez! Sadece
bu şekilde olmasını istiyoruz ve böyle düşünüyoruz. “Oyun oynamak” budur.
Oyun oynamak olarak adlandırılmayan bir hal daha vardır. Örneğin bir halterci gibi;
ağırlığı kaldırıp kaldıramayacağını bilmez. Bu oyun değildir çünkü elinde hesaplanmış
veriler vardır. Ağırlığı tartmıştır ve neye doğru ilerlediğini bilir, burada kişiye bağlı
olmayan bir şey yoktur. Sonuç kişiye bağlı değildir ama rakamları bilmektedir.
Biz ise “sanki” kavramıyla yapıyoruz. Bu yüzden oyun olarak adlandırıyoruz. Yaratan’a
doğru ilerlemek istiyoruz, O’na benzeyebilmek ve tutunabilmek.
Bunu nasıl isteyebilirim?
Eğer bunu gerçekten isteseydim zaten o seviyede olurdum. Bu yalandan
utanmamalıyız, çünkü kişi bu koşuldan derece derece yükselir ve bu yalan olarak kabul
edilmez.
Emin olmak yeterlimidir?
Aslında herkesin var mı yok mu bilmiyorum. Mesela yemek yerken yapmaya çalıştık.
Herkes yemeğe oturmadan önce bekledi ve gördük; herkesin yemeği var, ve ondan
sonra yemeğe başladık.
Bekleyip düşünmemiz lazım. Ancak o zaman bir davranış söz konusudur. Tekrar su
örneğine bakalım, herşeyi elbette aklımızda yapıyoruz, gidip tek tek herkesin içecek
suyu var mı diye gidip kontrol etmiyoruz.
Düşünceyi Yaratan’la bağlayarak bitiririz. Tüm dostlarımın içecek suyu arzuladıklarında
var mı?
Bu nasıl bir sınamadır?
Tamam düşündüm, hepsi su arzularlarsa var, tamamdır; bu şekilde olmamalı. Ancak
bir efor sarf etmeyi arzulayarak, man yükseltmek gerekir.
Bir arzumun olması çok iyi bir şey. Şimdi bu arzuyu yönlendirip bir çaba sarf edebiliriz.
Arzuyu sadece kendimi tatmin etmek için kullanmam. İçimde ortaya çıkan arzu,
yaratılanın özüdür. Bu arzunun ortaya çıkması çok iyi bir şey çünkü şimdi ıslah
edebilirim. Üzerine bir masah koyup zivug de haka yapmaktan ve ihsan için almaktan
bahsetmiyorum, bu çok ileri safhalarda. Şu aşamada bunu yapamayız.
“Herşey Yaratan’dan geliyor” dememiz şu aşamada mümkün değil çünkü şu an bunlar
sadece laf. Tüm ıslahlardan sonra; Yaratan’la bağım oluştuktan sonra ancak “Herşey
O’ndan gelir” demek bir şey ifade eder. Bu noktaya geleceğiz.
Yanımda üç kişi var. Suları var mı yok mu kontrol etmeli miyim, yoksa sadece
düşünmem yeterlimidir?
Sadece düşünmeniz yeterli, kontrol etmeniz gerekmiyor. “Dostların arzularlarsa suları
var” sonra iç suyunu.
Peki bu yalan olmaz mı?
Yalan yada değil, kontrol etmek budur. Elinden geldiğince bu düşüncenin derinliğine in,
zorluk yaratmana gerek yok. Bu düşünceler bir arada olmamız için fırsattır. Ancak bir
bütünün parçası olursak aramızda Yaratan’ı hissedebiliriz.
Peki düşünceyle davranış arasındaki ilişki nedir?
Düşünce maneviyatta davranıştır. Birisine su vermek yada benim su içmem bir
davranış değildir. Davranışım içinde oluşan arzuyla ne yaptığımdır. Esas davranış
budur.
TES çalışırken bir ratzon’la veya masahla ilgili şeyler öğrendiğimiz gibi. Eğer manevi
davranışlardan bahsedersek, iç eforumuz davranış olur - elimle, bedenimle yaptığım
davranışlardan bahsetmiyoruz.
Kendimizi grup ve Yaratan’la tek bir davranışta bütünleştirerek özgecil bir davranış
yapmak için konsantre olmalıyız. Bu seviyede grup, ben ve Yaratan tek olur ve her şey
iki taraflı özgecil davranış olarak oluşur. Gerçek durum bu. Sadece bu koşulda yaşama
arzusu edinmeliyiz. Önümüze çıkan herşeyi, her arzuyu bu şekilde değerlendirirsek
buna davranış yada yapmak denir.
Kişi her zaman nasıl bu tür şeylere hazır ve tetikte olabilir?
Grubun genel düşüncesine bağlı. Eğer hepimiz bu şekilde düşünürsek, sende bu
şekilde düşünmeye başlarsın. Kelimeler olmadan bu düşünceleri diğer kişilerden
edinirsin, ve istesende istemesende öyle olursun. Bu toplumun birey üzerindeki
etkisidir.
Rav Yusuf Kisma’nın dediği gibi; “Eğer inekleri düşünen insanlar arasında olursam
bende inekleri düşünürüm. Eğer manevi şeyleri düşünen insanların arasında olursam,
bende manevi şeyler düşünürüm.” İnsanların ağızlarından çıkan sözler değil, kişiler
arasındaki o bağ herkes üzerinde işler. Hepimiz yoğunlaşmış bir düşüncenin alanı
içerisindeyiz ve bu hepimizi etkiliyor. Bu o kadar etkilidir ki Baal Hasulam öğrencilerine
Yidiş dilinde öğrettiğinde bazı öğrencileri bu dilden hiç anlamamalarına rağmen onlara
öğretmeye devam etti; düşünceleri etraftan sözler olmaksızın alacaklarını söyledi. En
ileri öğrencisi bu dili hiç anlamayan ve ısrarla çalışan Irak’lı bir Arap’tı.
Nerede düşünce ve nerede davranış olarak yapmalıyım?
Hayatımızı öyle düzenlemeliyiz ki tüm davranışlarımız herkese eşit şekilde özgecil
olmalı, özellikle Sitrin’de ki bir haftalık buluşmamızda. Bu özgecil davranış, düşünce
her zaman herkesi dahil etmeli. Sadece bir grup insanı düşünemeyiz, kesinlikle
kendimizi de düşünmemeliyiz. Herkesi, tüm grubu. Davranışlar böyle olmalı.
Arkasında hareket olmayan bir düşünce yalan mıdır?
Hareket olmayan bir düşünce elbette bir sonuç yaratmaz. Doğru yada yanlış
yaptığımızı bilemeyiz, şöyle mi yada böylemi olmalı bilemeyiz. Tabi ki bu demek değil
ki sağ sola koşturup “Su içmek ister misin?” diye herkese soracağız.
Genel olarak insanlara karşı içimizde bir ilgi oluşturmalıyız. Özellikle şimdi bir şey
istiyorsan aklında davranmalısın. Yoksa büyük bir grupta herkesi kontrol etmek
mümkün değildir. Davranışın düşünce olmadan yapılmasına yalan dediğim zaman
demek istediğim şu; bu davranışa ulaşamayacağımız, bu davranışın
oluşamayacağından bahsediyoruz. Ama düşüncelerimizde bunun gerçekten
olabilmesini/ oluşabilmesini istiyoruz. Dolayısıyla düşünce olarak sürekli yapmalısınız,
fiziksel olarak değil.
YARATANA DÖNÜŞ
Benzer bir şekilde manen hareketsiz seviyede olan insanlarda kişisel arzu eksikliği
vardır. Sadece Yaratan’ın arzuları onları yönlendirir ve doğaları gereği Yaratan
tarafından içlerine program olarak yüklenmiş bu yönlendirmeyi titizlikle, yarıbilinçli
şekilde ve dikkatle takip etmeliler.
Dolayısıyla, Yaratan’ın kişilerin doğalarını Kendi nedenlerinden dolayı bu şekilde
oluşturmasına rağmen, insan bu manevi seviyedeyken kendisinden başka hiç bir şeyi
algılayamaz ve sonuç itibariyle başkaları için bir şey yapamaz, sadece kendisi için
çalışabilir. Bu yüzden bu seviyede gelişime hareketsiz/ cansız seviye denir.
Daha yüksek seviyede bir gelişimi bitkilerin doğasında görebiliriz. Yaratan bu gruba ait
varlıklara hareketsiz seviyedeki objelere nazaran daha büyük zevk alma arzusu
verdiğinden, bitkilerde ihtiyaçlarını karşılama gerekliliğinden hareket etme ve büyüme
ihtiyacı oluşmaktadır.
Ancak bu büyüme hareketi kişisellikten ziyade grubun özelliğidir. Bitkisel seviyenin
arzularına ait olan kişilerde, Yaratan’ın tayin ettiği programdan bir dereceye kadar
bağımsız davranma kapasitesi söz konusudur. Yaratan doğanın tüm yapısını egoizmin
temelinden oluşturduğundan, yani, kişisel doyum isteğiyle, bitkisel seviyedeki kişiler
içlerine önceden işlenmiş programdan kendilerini uzak tutarak başkalarına yönelik
düşünceli davranmaya başlarlar, sanki doğaya aykırı gibi.
Ancak dünyamızda bitkilerin her yöne doğru büyümelerine ve bir dereceye kadar
hareket etme özgürlükleri olmalarına rağmen, hareketleri hala kolektif sayılır zira tek
bir bitki gerekli arzudan mahrum olduğu için tek başına hareket etmeyi idrak edemez.
Benzer şekilde, bitkisel seviyeye ait olan bir kişi tek başına toplumsal ve kolektif
normlardan ve yetiştirilişinin çerçevesinden çıkacak kapasiteye sahip değildir. Tam
tersine, diğer “bitkisel” seviyeye ait gelişimdeki çevresinin “bitkisel” değer ve
kurallarını korur.
Dolayısıyla, tıpkı bitki gibi, kişinin bu seviyede kişisel ve ayrı bir hayatı yoktur. Hayatı
toplumunun bir parçasıdır ve kendisine benzeyen kişiler arasında yaşar. Tüm bitkilerde
ve bu seviyeye ait insanların hepsinde herkes için kişisel bir hayattan ziyade ortak bir
hayat vardır.
Tüm bitkiler genel olarak tek bir bitkisel organizmaya benzetilebilir, her bitki bu
bedenin bir dalı gibidir. Manevi “bitkisel” seviyeye ait olan insanlarda bu örneğe
benzetilebilir. Bazen egoist doğalarından sapma gösterseler de, her halükarda, manevi
gelişimleri az olduğundan, çevrelerinin yasaları çerçevesinde kalırlar. Kişisel arzuları
yoktur, dolayısıyla topluma ve yetiştirilişlerine karşı koyacak güçleri de, bazı
durumlarda basit doğalarına karşı koyup başkalarına fayda sağlasalar da, yoktur.
Manevi gelişim derecelerinde, bitkisel seviyeyi hayvansal seviye izler. Hayvansal seviye
Yaratan’ın bu seviyeye verdiği arzulardan dolayı, bu seviyeye ait olan insanlar
başkalarından bağımsız olarak hareket etmekten haz duyarlar ve arzularını tatmin
etmek için, bitkisel seviyeye nazaran, bağımsız olarak düşünebilirler.
Her hayvanın çevresine bakmaksızın bağımsız bir karakteri ve hisleri vardır. Sonuç
olarak, bu gelişim seviyesindeki bir kişinin egoist eğilimlerine, diğer kişilere nazaran,
daha fazla karşı koyup başkalarına fayda sağlama yeteneği vardır.
Ancak, kolektiften bir derece daha fazla bağımsızlık kazanmasına ve kişisel bir
hayattan zevk almasına rağmen, toplumun görüşleriyle koşullaşmamasına rağmen,
hala kendisinden başka kimseyi hissedememektedir.
İnsan seviyesinde var olan bir kişi, yani konuşan diye adlandırılan, doğasına ve
kolektife aykırı (bitkisel seviye gibi değil) davranma yeteneğine sahiptir; arzularının
seçimi açısından tümüyle toplumdan bağımsızdır; başka yaratılışlar için hisleri olup
onları düşüne bilen, acılarına ilişkin kendilerini iyileştirmelerine yardımcı olabilir;
hayvanların tersine, geçmişi ve geleceği hissedebilir ve dolayısıyla merkezi bir amacı
öngördüğünden ona göre hareket edebilir.
Bahsi geçen tüm dünyaları ve aşamaları Yaratan’ı (O’nun ışığını) bizden gizleyen bir
dizi perde / ekran olarak düşünebiliriz.
Kişisel doğamızı yenmek için manevi gücümüzü geliştirdikçe, her güç, her sonraki
perde, sanki önceden hiç yokmuşçasına kaybolur.
Aşağıdaki hikaye manevi gelişimimizin perdeleri kaldırmaktaki aşamaları ve Yaratan’la
bir bütün olarak nasıl yaşamayı açıklamaktadır.
Yalnız Kalamayan ve Her Şeyi Yapabilecek Güce Sahip Olan Sihirbaz
Büyükler için bir masal.
Neden sadece yaşlıların hikaye ve efsaneler anlattığını bilir misiniz? Çünkü efsaneler
dünyadaki en dahice şeyler! Dünyadaki her şey değişiyor, ama sadece gerçek efsaneler
kalıcıdır. Efsaneler bilgeliktir ve efsaneleri anlatabilmek için kişinin çok bilgisi olması ve
başkalarının göremediklerini görmesi gerekir. Dolayısıyla, kişinin çok yaşamış olması
gerek. Bu yüzden sadece yaşlı insanlar efsaneleri anlatır. Tıpkı en efsanevi ve
büyüleyici kitapta yazdığı gibi, “Yaşlı bir insan bilgelik edinmiş bir insandır!”
Çocuklar efsaneleri dinlemeye bayılır çünkü hayal güçleri ve akılları, sadece
başkalarının gördüklerini değil, herşeyi canlandırabilir. Eğer bir çocuk büyür ve hala
herkesin göremediklerini görürse, akıllı ve bilgeli olur, yani “erdemliliği edinir”. Ve
başkalarının göremediklerini gördüğü için, hayalin gerçek olduğunu bilir. Bir çocuk gibi
kalır, “erdemli bir çocuk”, tıpkı en eski ve büyüleyici kitap olan “Zohar’da” yazdığı gibi.
Bir zamanlar bir sihirbaz varmış, çok yüce, asil ve iyi kalpli tıpkı tüm çocuk
masallarında yer alan o iyi niteliklere sahip ancak çok iyi kalpli olduğundan, kiminle
paylaşacağını bilememekteymiş sevgisini verebileceği hiç kimse yokmuş, oyun
oynayacağı, zaman geçirebileceği, düşünebileceği ve aynı zamanda istenmek ihtiyacıda
varmış, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey.
Ne yapsın? Bir taş yapmayı düşünmüş, sadece küçük bir tane ama çok güzel bir taş,
belki de bu üzüntüsüne cevap olur. “Taşı okşar ve sürekli yanımda bir şey olduğunu
hissederim ve ikimizde kendimizi iyi hissederiz, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey.”
Sihirli değneğini salladı ve tam arzuladığı gibi bir taş oluştu. Taşı sevmeye, ona
sarılmaya ve onunla konuşmaya başladı, ama taş hiç karşılık vermedi. Soğuk yapısını
muhafaza etti ve karşılığında hiç bir şey yapmadı. Sihirbaz taşa ne yaparsa yapsın,
aynı hissiz varlık olmaya devam etti. Bu sihirbaza hiç uymadı. Taş nasıl olurda hiç
karşılık vermez? Biraz daha taş yaratmayı denedi, sonra kayaları, tepeleri, dağları,
toprakları, Dünyayı, Ayı ve Galaksiyi. Ama hepsi aynıydı hiç bir şey. Hala kendisini
yalnız ve üzgün hissediyordu.
Üzgünlüğünde, taş yaratmaktansa, güzel açacak bir bitki yaratma fikri geldi aklına.
Onu sular, biraz hava verir, biraz güneş, biraz müzik çalar… ve o zaman bitki mutlu
olur. O zaman ikiside mutlu olur, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey.
Sihirli değneğini salladı ve tam istediği gibi bir bitki oluştu. O kadar mutlu oldu ki
etrafında dans etmeye başladı, ama bitki hiç kıpırdamadı, onunla dans edip onu
izlemedi. Sadece sihirbazın kendisine verdiği basit özellikler dahilinde karşılık verdi.
Ona su verince büyüdü, vermeyince soldu. Tüm kalbini vermek isteyen bir sihirbaz için
bu yeterli değildi. Bir şeyler daha yapmalıydı, çünkü yalnız kalmak çok üzücü bir şey.
Sonra bir sürü farklı boylarda, çeşitlerde bitki çeşidi yarattı, ormanlar, kırlar, meyve
bahçeleri, korular. Ama hepsi tıpkı ilk bitki gibi davrandılar ve tekrar üzüntüsüyle
birlikte yapa yalnız kaldı.
Sihirbaz derinden derinden düşündü. Ne yapmalı? Bir hayvan yarat! Ne tür bir hayvan?
Bir köpek? Evet, sürekli onunla olacak şirin bir köpek. Onu yürüyüşlere çıkartır ve
oyunlar oynayabilir. Evine geri geldiğinde (aslında kalesine, ne de olsa bir sihirbaz),
köpek onu görmekten o kadar mutluluk duyar ki koşarak onu karşılamaya gelir. İkiside
çok mutlu olurlar, çünkü yalnız olmak çok üzücü bir şey.
Sihirli değneğini salladı ve tam istediği gibi bir köpeği oldu. Köpeğine bakmaya başladı,
yedirdi, içirdi ve sevgi gösterdi. Hatta onunla koşturup oyunlar oynadı ve yıkadı. Ama
bir köpeğin sevgisi sahibinin yanındayken ölçülür. Onunla oynayıp her yere gelse bile
Sihirbaz köpeğinin karşılık verememesine çok üzülür. Bir köpek onun gerçek dostu
olamaz, onun için yaptıklarının değerini bilemez, düşüncelerini anlayamaz, arzularını
ve onun için nelere katlandığını. Ama sihirbazın istediği buydu. Diğer hayvanlar yarattı:
balıklar, kuşlar, memeli hayvanlar, ama ne çare – hiç birisi onu anlamadı. Yalnız kalmak
çok üzücüydü.
Sihirbaz oturup iyice bir düşündü. Sonra gerçek bir dosta sahip olabilmesi için, onun
sihirbazı araması gerektiğini farketti, sihirbazı çok isteyen birisi olmalıydı, sihirbaz gibi
olan birisi, onu sevebilecek, anlayabilecek ona bezeyen ona ortak olacak. Ortak?
Gerçek bir dost? Ona yakın olması gereken birisi olmalı, sihirbazın verdiklerini idrak
edebilecek birisi, her şeyi geri verebilen birisi. Sihirbazlarda sevmek ve sevilmek
isterler. O zaman ikiside mutlu olur, çünkü yalnız kalmak çok üzücü.
Sihirbaz sonra bir insan yaratmayı düşündü. Ona gerçek bir dost olabilecek! Kendisine
benzeyen birisi… sadece kendisine benzemesi için biraz yardıma ihtiyaç duyacak birisi.
O zaman ikiside kendisini iyi hissedebilir çünkü yalnız olmak çok üzücü… Ama önce
ikisininde iyi hissedebilmesi için, önce insan kendisini yalnız ve sihirbaz olmadan
mutsuz hissetmeli…
Sihirbaz tekrar sihirli değneğini kullandı ve uzakta bir insan yarattı. İnsan tüm
tepelerin, dağların, kırların, bitkilerin ve ayın, yağmurun, rüzgarın vs.-dopdolu bir
dünya ve hatta bilgisayarların ve futbolun olduğu ve kendisini hiç eksiksiz ve iyi
hissettiği bu yerin bir sihirbaz tarafından yaratıldığını hissetmedi. Öteki taraftan
sihirbaz ise, hala yalnız olduğu için üzgündü. İnsan kendisini yaratan, seven ve onu
bekleyen ve beraberliklerinden mutluluk duyacaklarını söyleyen, çünkü yalnız olmak
çok üzücü, bir sihirbazın varlığından habersizdir.
Ama tatminlik duygusu içinde olan, herşeye sahip olan, hatta bilgisayar ve futbolu bile
olan bir insan, sihirbazdan habersiz olup da onu aramayı isteyebilir, tanımaya
başlayabilir, onu sevip dostu olup şöyle diyebilir: “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz, çünkü
sensiz yalnız olmak çok üzücü.” Kişi sadece etrafında olan bitenlerden haberdar olup
çevresindeki insanların yaptıklarını yapar, onların konuştukları şeylerden konuşur,
onların istediklerini ister, etrafındakileri gücendirmekten kaçınır ve isteklerini kibarca
dile getirir, bir bilgisayar, futbol. Nasıl olurda yalnızlıktan mutsuz olan bir sihirbazdan
haberdar olabilir.
Ancak sihirbaz iyi kalpli olduğundan sürekli insana dikkat eder, ve zamanı gelince…
sihirli değneğini kullanır ve insanın kalbine çok sessizce seslenir. İnsan bir şey aradığını
sanar ve sihirbazın kendisini çağırdığını fark etmez, “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz,
çünkü sensiz yalnız olmak çok üzücü.”
Sonra sihirbaz tekrar değneğini sallar ve insan onu hisseder. Sihirbazı düşünmeye
başlar, beraber olmanın ne kadar iyi olacağını, çünkü sihirbazsız yalnız olmak çok
üzücü. Bir kez daha değneğini sallar ve insan sihirli bir kalenin kulesinin iyiliklerle dolu
olduğunu ve belki de sihirbazın orada beklediğini ve sadece orada iyi hissedeceklerini
hisseder, çünkü yalnız olmak çok üzücü…
Peki ama nerede bu kule? Oraya nasıl ulaşabilir? Hangi yönde gitmeli? Kendisine
sormaya başlar, aklı iyice karışır, sihirbazla nasıl tanışabilir. Sürekli sihirli değneğin
etkisini kalbinde hissetmektedir ve bir türlü gözlerine uyku girmemektedir. Sürekli
sihirbazı ve sihirli kuleleri görmektedir ve iştahını bile kaybetmiştir. Kişi bir çok
arzuladığı bir şeyi bulamayınca kendisini böyle hisseder, ve yalnız olmakda çok
üzücüdür. Ama sihirbaz gibi erdemli, asil, iyi kalpli, sevgi dolu ve yüce bir dost
olabilmek için sihirli değneği sallamak yeterli değildir, insan mucizeleri yapmayı kendi
öğrenmelidir.
Bu yüzden, sihirbaz gizlice ve çok hafifçe, fark edilmeden, kişiyi en sihirli ve eski kitap
olan Zohar’a getirir… ve ona yüce kulelere giden yolu gösterir. İnsan sihirbazla,
dostuyla buluşabilmek ve ona “Gel, ikimizde iyi hissedeceğiz çünkü yalnız olmak çok
üzücü” diyebilmek için elinden geldiğince hızlı çalışır.
Ancak kulenin etrafında sihirbazla insanı ayıran yüksek bir duvar ve insanı püskürtmek
için nöbet tutan bir sürü muhafız vardır. İnsan umutsuzluğa kapılır, sihirbaz kilitli
kapıların arkasında kulede gizlenmektedir, duvarlar yüksek, ve muhafızlar kararlılıkla
insanı geri püskürtüp, sihirbazla insanın beraber olmalarına engel olmaktadırlar, hiç bir
şey geçememektedir. Ne olacak şimdi? Nasıl beraber olup iyi hissedebilirler, çünkü
yalnız olmak çok üzücü?
İnsan her zayıf düştüğü ve çaresizliğe kapıldığı anda, birden sihirli değneğin etkisini
hisseder ve ne olursa olsun tekrar duvara koşup muhafızları aşmaya çalışır! Kapıları
yıkıp geçmek ve kuleye ulaşıp merdivenin basamaklarından çıkarak sihirbaza ulaşmak
ister.
Ve her kendini ileri atıp kuleye ve sihirbaza yaklaştığında, muhafızlar daha da inatçı,
güçlü ve merhametsizce kişiyi geri püskürtür.
Ancak her defasında insan daha cesur, güçlü ve erdemli olur. Sadece bir sihirbazın
yapabileceği birçok hile ve numara geliştirir kendisi için. Her geri itilişinde, sihirbaza
ulaşmayı daha çok istemektedir, sihirbazın kendisine olan sevgisini daha çok hisseder,
ve sihirbazla beraber olmaktan başka dünyada hiç bir şeyi istememektedir, onun
yüzünü görmek, çünkü beraber olmak iyi olacak, ve dünyadaki herşey kendisine
verilse bile, sihirbaz olmadan kendisini yalnız hisseder.
Sonra, artık onsuz olmaya dayanamadığında, kulenin kapıları açılır, ve sihirbaz, onun
sihirbazı kendisine doğru koşar ve der, “Gel, beraber iyi olacağız, çünkü yalnız olmak
çok üzücü.”
Ve o andan beri, sadık dost oldular, birbirlerine yakın, ve insanlar arasında bundan
daha büyük ve sonsuzluğa açılan bir mutluluk yoktur. Beraber kendilerini o kadar iyi
hissederler ki, arada sırada bile eski yalnızlıklarından kaynaklanan hüzünlerini
hatırlamazlar…
Perdelerin dizisi Yaratan’ı bizden gizler. Bu perdeler kendi içimizde ve ruhumuzda
bulunmaktadır. Ancak, kendimiz ve ruhumuzun dışında var olup parazit yapan tüm
etkenler Yaratan’ın Kendisidir.
Dışımızda var olanların sadece çok küçük bir kısmını perdemizden süzerek
algılayabilmekteyiz. Dışımızda geriye kalan herşey algımıza girmeden kaybolmaktadır.
Aynı şekilde, bu dünyada da sadece gözümüzün iç yüzeyine yansıyan şeyleri görüş
alanımıza girdiği zaman görmekteyiz.
Manevi dünyalarla ilgili bilgimiz Kabalistlerin ruhlarının algı ve duyuları tarafından
edinilip bizlere aktarılmasından ibarettir. Ancak, onların edinimleride manevi
öngörüşleriyle sınırlıydı. Dolayısıyla, bildiğimiz tüm manevi dünyaların varlığı sadece
ruhlara yönelik mevcuttur.
Yukarıda yazılanlardan sonra diyebiliriz ki, tüm yaratılış üç parçaya ayrılabilir:
YARATAN: O’ndan bahsedemeyiz, çünkü sadece manevi öngörüşümüzün alanına giren
ve engelleyici perdelerden sızan olayları yargılayabiliriz.
YARATILIŞIN AMACI: bu bizim başlangıç noktamız, buradan Yaratan’ın tasarımını
inceleyebiliriz. Bazıları, yaratılışın amacının özünde yaratılanları mutlu etmek olduğu
tartışması yer almaktadır.
Yukarıdaki cümleden başka bir şey yazmamız bilgi yetersizliğinden dolayı mümkün
değildir. Yaratan, etkisinin bizim üzerimizde mutluluk olarak hissedilmesini arzuladı ve
bu yüzden duyularımızı öyle yarattı ki bu hazzı hissedebilelim.
Ancak tüm algılarımız ruhlar tarafından hissedildiği için, bu konuyu dünyaları
algılayanlarla ilişkilendirmeden konuşmak son derece mantıksız olur, bunun en basit
nedeni ruhu algılamadan diğer dünyaların var olmadığıdır. Aslında Yaratan’la aramızda
olan bu engelleyici perdeler dünyaları temsil etmektedir. Olam kelimesi alama
kelimesinden türemedir ve gizlilik demektir. Dünyaların var olmasının tek sebebi
Yaratan’ın yansıyan ışığının ruhlara küçük bir miktarda mutluluk (ışık) verebilmesi
içindir.
RUHLAR: bunlar Yaratan tarafından yaratılıp kendisini bağımsız olarak var olan hissini
taşıyan varlıklardır. Ancak, bu his tümüyle düşsel olup ruha aktarılışı bireyselliktir, bu
özellikle Yaratan tarafından böyle tasarlanmıştır. Gerçekte bizler O’nun önemli bir
parçasıyız.
Kişinin tüm yolu ilk aşamadan son aşaması olan Yaratan’la bütün nitelikleriyle tümüyle
bütünleşene kadarki süreç beş aşamaya ayrılabilir ve her bir aşamada tekrar beş alt
kademeye ayrılır. Toplamda 125 aşama mevcuttur.
Her insan belirli aşamada aynı hisleri ve etkileri yaşar, sanki tüm insanların onunla aynı
safhada ve aynı ruhani algıyı taşıyormuş gibi ve dolayısıyla o derecedeki herkes gibi
hisseder kendisini. Benzer şekilde, bizim dünyamızda var olan herkesin aynı duyu
organlarına sahip olup aynı şekilde algılayıp da manevi dünyaları hissetmediği gibi.
Yukarıda yazılanlar doğrultusunda, Kabala kitapları sadece yazarın seviyesine ulaşmış
kişiler tarafından anlaşılabilir, zira o noktada yazar ve okuyan aynı hisleri
paylaşmaktadırlar, tıpkı bu dünyayla ilgili yazan yazar ve aynı şeyleri yaşayan
okuyucular gibi.
Yaratan’la bütünleşmeden edinilen yakınlığının algılanması, manevi yükseliş ve
aydınlanma, O’nun arzularının, hükmünün ve yasalarının anlaşılmasından, Yaratan’ın
ışığı olarak adlandırılan, O’nun algılanması – tüm bunlar ruh tarafından manevi
dünyalarda edinilir. Yaratan’a olan yakınlıklaşma hissi kişinin manevi ilerleyişinde
zamanla edinilir. Yaratan’ın ışığının yolumuzun her aşamada yeni bir ışık olarak
algılanmasının sebebi budur. Sadece bizim dünyamızı algılayanlar için, Kutsal Kitaplar
sadece bir dizi kural ve tarihsel olaylarmış gibi geçmektedir. Ancak, manevi yolda daha
ileri aşamada olan kişiler, cisimlere verilen isimlerde ve dünyada olan olaylarda
Yaratan’ın davranışlarını algılarlar.
Tüm bu anlatılanlardan sonra açıkça görüyoruz ki yaratılışta iki katılımcı vardır:
Yaratan ve yüce Yaratıcı tarafından yaratılan insan. İnsanın önünde ortaya çıkan her
görünüm, bizim dünyamız ya da hatta üst dünyaların algısı bile, sadece Yaratan’ın
görünümü ve gizliğinin, O’nun insana olan yaklaşımındaki bir safhasıdır.
Manevi Seviyeler
Yaratılışın tümü üç parametrenin fonksiyonu olarak anlatılabilir: Yaratan’ın arzu ve
niyetiyle içsel olarak kontrol edilen; dünya, zaman ve ruh.
DÜNYA: inorganik olan tüm evren. Manevi dünyalarda bu inorganik seviyesindeki
arzulara tekabul eder.
RUH: organik olan herşey, buna insan dahildir.
ZAMAN: sebep sonuç ilişkisiyle her ruhun ve insanoğlunun geneliyle olaylarla
ilerlemesi, bu insanoğlunun tarihsel gelişimine neden olan olaylara benzetilebilir.
VAR OLUŞUN KAYNAĞI: her birimizde ve insanoğlunun genelinde olanların gelişiminin
ve yaratılışın tümünün yönetim planıyla ilk olarak tayin edilmiş koşula getirmektir.
Dünyaları ve içinde insanları yaratıp Kendisine yakınlaştırmak amacıyla giderek
varlığını, Kendi ışığını, bizim dünyamızı yaratmak için azalttı.
Yaratan’ın varlığının aşamalı gizliliğine (yukarıdan aşağı doğru) dünyalar denir:
ATZİLUT: bu dünyada var olanlar Yaratan’la tümüyle bütünlük içerisindedir.
BERİA: bu dünyada olanların Yaratan’la bağları vardır.
YETZİRA: bu dünyada var olanlar Yaratan’ı algılayabilirler.
ASSİYA: bu dünyada var olanlar ya nerdeyse tümüyle ya da tümüyle Yaratan’ı
algılayamaz. Bu seviyenin en alt kısmında bizim dünyamız vardır, en alt ve Yaratan’dan
en uzak yer.
Yukarıdaki tüm dünyalar birbirlerinden doğmuştur ve aslında bir nevi bir birlerinin bir
nevi kopyalarıdır. Her alt dünya, yani Yaratan’dan bir aşama daha uzak olan, üstüne
göre daha hamdır, ancak her halükarda bir önceki seviyenin kopyasıdır. Burada ilginç
olan bir noktayı vurgulamalıyız, her dünya her dört parametrede kopyalanmıştır:
dünya, ruh, zaman ve var oluşun kaynağı.
Şöyle ki, bizim dünyamızdaki her şey daha önce üst dünyalarda olan süreçlerin
sonucudur ve orada olan her şeyde daha önce olanlardan kaynaklanmaktadır, ta ki en
üst seviyede bu dört faktör olan – dünya, zaman, ruh ve var oluşun kaynağının bir
bütün olarak Yaratan’ın içinde var olduğu noktaya kadar! Bu “yere” Atzilut denir.
Yaratan’ın Atzilut, Beria, Yetzira ve Assiya dünyalarınca örtülmesine (O’nun bu
dünyalarda yansıyan ışık ve perde yoluyla bize görünmesi) Kabala denir. Yaratan’ın
Assiya yani bizim dünyamızdaki örtüsüne yazılan kutsal kitap denir.
Ancak aslında Kabalayla bu dünyanın kutsal kitapları arasında bir fark yoktur. Her şeyin
kaynağı Yaratan’dır. Başka bir deyişle, çalışmak ve yazılanlara göre yaşamak, ya da
çalışıp Kabalaya göre yaşamak kişinin bulunduğu manevi dereceye bağlıdır. Eğer kişi
bu dünyanın seviyesindeyse kişi kitabı ve bu dünyayı herşeymiş gibi görür.
Ancak, kişi kendisini yükseltirse farklı bir görüntüyle karşılaşır, çünkü bu dünyanın
örtüsü kalkar ve kaybolur ve geriye sadece Yetzira ve Beria dünyalarının örtüleri kalır.
Sonra Yetzira seviyesine ulaşan birisi için kitaplar ve gerçek tümüyle farklı görünür.
Bu noktada, kutsal kitaplarda anlatılan tüm hikayeler, savaşlar ve bu dünyaya ait cisim
ve hayvanlar, Kabalaya dönüşür – yani Yetzira dünyasının tarifine.
Eğer kişi kendisini Beria ya da Atzilut dünyalarına daha da yükseltirse, o
zaman dünyayı manevi koşullarla idare edilen tümüyle daha farklı bir görüntü ve
işleyiş mekanizması olarak görür.
Kutsal kitaplarda yazılan olaylarla Kabala arasında hiç bir fark yoktur – manevi
alemlerin kutsal kitapları; aradaki fark ilgilenen kişinin edindiği manevi seviyedir.
Aynı kitabı okuyan iki kişiden bir tanesi kitapta tarihsel hadiselerin anlatımını görür, bir
diğeri ise, dünyalar üzerindeki yönetimin dile getirilişini, yani Yaratan tarafından nasıl
algıladığını.
Yaratan’ın tümüyle gizlendiği dünyada var olanlar Assiya dünyasında bulunmaktadır. Bu
yüzden, sonunda, her şey bu kişilere iyi değilmiş gibi gelmektedir: dünyada sürekli
ızdırap varmış gibi gelir zira Yaratan tümüyle gizli olduğu için daha farklı
hissedemezler. Eğer herhangi bir mutluluk hissederlerse, bu kendilerine ızdırap
çektikten sonra hissettikleri bir mutluluk olarak görünür.
Sadece Yetzira seviyesini edindikten sonra Yaratan kişiye kendisini kısmen gösterip
ödül ve cezayla nasıl dünyayı yönettiğini görmesini sağlar, bu şekilde kişide sevgi
(ödüle dayalı) ve korku (cezaya bağlı) doğar.
Üçüncü basamak – karşılıksız sevgi – kişinin Yaratan’ın kendisine hiç bir zaman zarar
vermediğini sadece iyi davrandığını görmesiyle oluşur. Bu Beria seviyesine tekabül
eder.
Yaratan kişiye yaratılışın tüm gerçeğini ve yaratılış üzerindeki tüm yönetimini açtıktan
sonra, kişide Yaratan’a yönelik mutlak sevgi oluşur, çünkü Yaratan’ın tüm yaratılanlara
yönelik mutlak sevgisini görmeye başlar. Bu anlayış kişiyi Atzilut dünyasının seviyesine
yükseltir.
Dolayısıyla, Yaratan’la olan ilişkimiz O’nun davranışlarını anlayabilmemize ve bu
Yaratan’ın kendisini kişiye ne kadar açtığına bağlıdır, çünkü yaratılışımız gereği
Yaratan’ın davranışları bizi otomatikman etkilemektedir ve sadece bizi değiştirmesini
talep edebiliriz.
Yaratan’ın tüm yaptıklarının iyi olmasına rağmen, Yaratan’ın isteğine karşı
davranıyormuş gibi gelen ve aslında Yaratan’dan kaynaklanan güçler vardır. Bu güçler
O’nun davranışlarını eleştirmeye yöneltir ve dolayısıyla arı olmamış olarak bilinir.
Her adımda, yolun başındaki ilk noktadan son ana kadar, Yaratan tarafından yaratılan
ve bir birine karşıt olan iki güç vardır: arı ve arı olmayan. Arı olmayan güç içimizde
kasten güvensizlik yaratır ve Yaratan’dan uzağa doğru iter. Ama eğer, bu arı olmayan
güce aldırmazsak, Yaratan’dan bize yardım etmesi için ısrarlı davranırsak, Yaratan’la
aramızdaki bağı güçlendiririz ve buna karşılık arı bir güç ediniriz ve bu şekilde
kendimizi daha yüksek manevi bir boyuta yükseltiriz. Eş zamanlı olarak arı olmayan
güç bizi etkilemeyi durdurur, çünkü işlevini yerine getirmiştir.
1. Basamak- Assiya dünyasının arı olmayan gücü oluşumların Yaratan’ın varlığının
inkarıyla aşılamaya çalışır.
2. Basamak- Yetzira dünyasının arı olmayan gücü dünyevi oluşumların kişiyi ödül ve
ceza mekanizmasıyla değil ama rastgele oluştuğuna ikna etmeye çalışır.
3. Basamak- Beria dünyasının arı olmayan gücü insanın içerisinde Yaratan’ın kişiye
yönelik sevgisinin algılanmasını nötrleştirmek ister, buna karşılık kişi Yaratan’a yönelik
sevgi için dua eder.
4. Basamak- Atzilut dünyasının arı olmayan gücü kişiye Yaratan’ın tüm yaratılanlara
her zaman mutlak sevgiyle davranmadığını göstermeye çalışır, böylelikle kişinin
Yaratan’a olan mutlak sevgisini engellemeye çalışır.
Dolayısıyla, her manevi basamağa yükseliş, Yaratan’ın ortaya çıkması ve O’na
yaklaşmaktan duyulan mutluluk, kişinin karşıt gücü düşünce ve arzularında aşması
gerekmektedir. Sadece bundan sonra kişi bir sonraki seviyeye ulaşabilir ve manevi
yolda bir adım daha atabilir.
Söylenenlerden anlaşıldığı üzere manevi güçlerin türü ve dünyaların hissi, Assiya,
Yetzira, Beria, Atzilut, karşısında bunlara paralel zıt güç türleri ve hisleri vardır, Assiya,
Yetzira, Beria, Atzilut. İlerleyiş değişimli süreçle olur. Eğer kişi arı olmayan güçleri ve
Yaratan tarafından gönderilen tüm engelleri aşabilirse, eğer Yaratan’dan kendisini bu
arı olmayan zıt güçlere karşı güçlendirmek için göstermesini isterse, düşüncelerini ve
arzularını, o zaman kişi arı olan saf seviyeye gelir.
Doğuştan içinde bulunduğumuz durumda Yaratan bizden tümüyle gizlenmiş
durumdadır. Manevi yolda ilerlemeye başlayabilmek için şu koşullar gereklidir:
1. İçinde bulunduğu durumu dayanılmaz olarak hissetmek.
2. Yaratan’ı en azından bir dereceye kadar hissetmek.
3. Sadece Yaratan’a bağımlı olduğunu hissetmek.
4. Sadece Yaratan’ın kendisine yardımcı olabileceğini görmek.
Kendisini ortaya çıkartarak, Yaratan anında arzularımızı değiştirebilir ve içimizde yeni
bir öz ve akıl oluşur. Yüzeye çıkan bu güçlü arzular, içimizde bunları dolduracak gücün
oluşmasını sağlar.
Kişinin özünü tanımlayan tek şey arzularıdır. Arzuların çeşitleri ve kombinasyonları
kişinin özünü tanımlar. Aklımızın olmasının tek nedeni arzuladığımızı elde etmek içindir,
yani aklımız sadece yardımcı bir araç olarak hizmet verir.
Kişi yolunda aşama aşama ilerler, birer birer adımlarla hem arı olmayan (sol) egoistik
güçle hem de arı olan (sağ) özgecil güçle yol alır. Sol tarafın güçlerini Yaratan’ın
yardımıyla aşarak, kişi sağ tarafın niteliklerini edinir.
Yol böylelikle iki ray gibidir – sol ve sağ, Yaratan’a yaklaştıran ve Yaratan’dan
uzaklaştıran iki zıt güç gibi, iki arzu gibi – egoizm ve özgecilik. İlk başlangıç
noktamızdan ne kadar uzaklaşırsak karşı koyan taraf o kadar güç kazanır.
İLERİ DOĞRU İLERLEMEK YARATAN’A BENZEMEYE DOĞRU YOL ALMAKTIR: bu arzuların
ve sevginin benzerliği demektir, (zira Yaratan’ın sevgisi tek kutsal histir ve bizlere
yönelik tüm hislerin kaynağıdır). Yaratan’ın bizlere sadece iyilik yapma arzusu vardır,
bizi ideal noktaya getirmek ve bu konum ancak Yaratan’a benzer olduğumuz bir konum
olabilir, şöyle ki ölümsüzlükle sonsuz haz ve Yaratan’ın bize yönelik hissi gibi O’na
yönelik sevgi hissi içerisinde var olmak.
Bu halin edinimi Yaratılışın amacı olduğundan, diğer tüm arzular saf olmayan arzular
kategorisindedir.
Yaratan’ın amacı BİZLERİ KENDİSİNE BENZER NİTELİKLERDE OLMA KOŞULUNA
GETİRMEKTİR. Bu amaç bizler ve tüm insanoğlu için biz istesekde istemesekde çok
önemlidir.
Bu amacı bizim arzulamamız mümkün değildir, bunun basit sebebi bizler bu
dünyadayken Yaratan’la bütünleşmekten duyulabilecek tüm zevklerin ve çekilen tüm
ızdıraplardan kurtulabilmenin nasıl olabileceğini algılayamamızdandır.
Çekilen ızdıraplar Yaratan tarafından bizi ileri itmek için gönderilir, içinde
bulunduğumuz çevreyi değiştirmemiz için, alışkanlıklarımızı, davranışlarımızı, bakış
açımızı, zira kişi kendisini ızdıraptan kurtarmak için içgüdüsel olarak hazırdır.
Izdırap çekmeden onu takip eden bir haz olması mümkün değildir; eğer bir soru yoksa
cevap da olamaz; eğer açlık olmazsa doyum olamaz; şöyle ki, her hangi bir his
yaşayabilmek için önce o hissin tersini hissetmek gerekir.
Dolayısıyla, Yaratan’ın çekim gücünü ve O’na yönelik sevgiyi hissetmek için zıt hisleri;
nefret ve fikir, alışkanlıklar ve arzulardan soğumayı yaşamak gereklidir.
Boşluktan hiç bir his doğmaz; o hissi edinmek için gerçek bir arzu gerekir. Örneğin,
kişinin önce anlayabilmesi öğretilir ki, müziği sevsin. Eğitimsiz bir kişi eğitimli bir
kişinin mutluluğunu anlayamaz, zira yoğun ve uzun zamandır harcadığı çabalardan
sonra edinmek istediği yeni bir şey bulmuştur.
Bir şeye olan arzu Kabala terminolojisinde kab (kli) olarak bilinir, zira haz duyabilmek
için bir şeyin eksik olduğu hissi gerekli bir koşuldur. İleri zamanda alınacak zevkin
büyüklüğü kabın büyüklüğüne bağlıdır.
Bizim dünyamızda bile görüyoruz ki, yemekten alınan zevk kişinin midesinin
büyüklüğüne bağlı değildir ama kişinin ne kadar açlık hissettiğine bağlıdır. Yani,
arzulananın eksikliğinden kaynaklanan ızdırap kabın büyüklüğünü tayin eder ve bu
durum elde edilecek zevkin büyüklüğünü de belirler.
Arzuyu doldurup mutluluk duygusunun oluşmasına ışık denir, çünkü kabın dolup haz ve
tatminlik duygusunun edinilmesini sağlar.
Mutluluk duyulacak bir arzu olabilmesi için öncelikle bir eksiklik hissi olmalı ki kişi bu
eksiklikten dolayı kendisini ızdırap içerisinde hissetmeli ve sadece o zaman kabın
kişinin almayı beklediği bolluğu almaya hazır olduğu söylenir.
Arı olmayan güçlerin (arzuların), klipot olarak da bilinir, yaratılmasının amacı, kişinin
içerisinde sonsuz boyutta bir arzu oluşturabilmektir.
Eğer klipot olmasaydı, kişi bedensel temel ihtiyaçlar dışındaki arzulara yönelmezdi. Bu
yüzden çocuksu bir gelişim seviyesinde kalırdı. Kişiyi yeni zevklere zorlayan klipottur,
çünkü sürekli tatmin edilmesi gereken yeni arzular yaratmakta ve kişi böylelikle
gelişmektedir.
Atzilut dünyasının niteliklerini edinmeye ölülerin diriltilmesi denir, zira bu şekilde kişi
arı olmayan (ölü) tüm arzularını arı bir hale getirir. Atzilut dünyasından önce kişi, sanki
iki rayda gidiyor gibidir, sadece arzularını zıt olanlarla değiştirebilir, ama tüm arzularını
arınmış arzulara çeviremez.
Atzilut dünyasına girdikten sonra kişi geçmişteki arzularını ıslah edebilir, böylelikle
daha yüksek manevi seviyeleri edinebilir. Bu sürece ölülerin dirilmesi (arzular) denir.
Elbette ölülerin dirilmesinden bahsederken fiziksel bedenimizden bahsetmiyoruz, zira
bu dünyada tüm yaratılan varlıklar gibi, beden ruh ayrıldıktan sonra çürür ve dağılır ve
ruhun varlığı olmadan hiç bir değeri yoktur.
Eğer kişisel çabayla kişi iyi olmayan arzuların kontrolünden kurtulur ama hala
Yaratan’la arasındaki ilişkide kişiyi olumsuz etkiliyorlarsa, bu arzuların hala içinde
olduğunu hissetmesine rağmen, kişinin içinde bulunduğu hale kutsal gün (Şabat) denir.
Ancak düşünceleri ve Yaratan’a yönelik arzuları kendisi ya da çevresi tarafından farklı
yönlere çekiliyorsa ve kişi bu yabancı düşüncelerin içine girmesine izin veriyorsa (bu
koşula kutsallığı kirletmek denir) kişi bu düşünceleri kendisine ait sanar ve yabancı
düşünceler olarak görmeyip bunların, önceden kendisini doğru Yaratan’a tereddütsüz
götüren düşüncelere nazaran, doğru düşünceler olduğunu sanar.
Eğer bir konuda çok uzman olan bir kişi aynı alanda çalışan bir grup ikinci sınıf insanla
bir araya gelirse ve kişiyi ruhunu vererek gönülden çalışmaktansa daha az çalışmanın
iyi olduğuna ikna ederlerse, o zaman bu büyük uzman yeteneğini zamanla kaybeder.
Ama eğer, böyle uzman bir kişi başka dalda çalışan orta seviyeden insanlarla beraber
olursa kendisine zarar gelmez, zira kendisiyle diğer çalışanlar arasında bir ilişki yoktur.
Dolayısıyla, bir alanda gerçekten başarılı olmak isteyen bir kişi, aynı alanda işlerini bir
sanat gibi görüp bu yolda uzman olmak isteyen bir çevreye sokmalıdır.
Bundan başka, bir uzmanla, sıradan bir çalışan arasındaki en çarpıcı fark, uzmanın
kazandığı paradan ziyade yaptığı işten ve edindiği sonuçlardan zevk duymasıdır.
Sonuç itibariyle, kendilerini gerçekten manen yüceltmek isteyenler içinde bulundukları
çevreyi ve bu çevredeki insanları dikkatlice incelemeli. Eğer çevre Yaratan’a yönelik
inançtan mahrumsa, o zaman maneviyatı arayanlar farklı bir yolda ilerleyenlerin
arasındadır; birisinin amacı manen yücelmektir ve diğerininki bu dünyanın zevklerini
edinmektir.
Dolayısıyla, görüşleri bir tehdit unsuru değildir. Sadece anlık bile olsa görüşlerini,
uygulasanız, bu görüşün inançsızlar tarafından oluşturulduğunu görür hayatınızın
hedeflerine geri dönersiniz.
Ancak, kişi inananlara ve doğru nedenler dışında dini kuralları uygulayanlara dikkat
etmeli, zamanından önce hem bu dünyada kem de diğerinde alacakları ödülü
düşünenlere. Bu tür insanlardan uzak durmak gereklidir, ve senin amaç ve
düşüncelerine yaklaştıkça, kendini daha da uzak tutmalısın.
Özellikle kişi kendisine “Kabalist” veya gizemci diyenlerden özellikle durabildiğine uzak
durmalı, zira kişinin yeni girdiği bu alanda çok zarar verebilirler.
Kabala yaratılışı iki parçadan oluşur olarak gösterir: Yaratan, ve O’nun tarafından
yaratılan ve O’na yakınlığından mutluluk duyan alma arzusu. Yaratan’a yakınlıktan
duyulan mutluluk sonsuzluğun kaynağı ve mutlak mutluluk olarak bilinen ruhtur. Ruh
tüm arzularımıza benzemektedir ama fiziksel formu yoktur.
Yaratılışın sebebi ve amacı Yaratan’ın ruhları memnun etme arzusudur. Ruhun arzusu
da Yaratan tarafından memnun edilmektir. Yaratan’ın arzusu ve yaratılanların arzusu
birbirlerine yaklaştıkça çözülmeleridir, yani bütünleşirler.
Bütünleşmek ve yakınlık niteliklerin ve arzuların benzerliğiyle olur. Bizim dünyamızda
da benzer olarak, bazen kişileri kendimize yakın düşünürüz bunun nedeni yakınlık
hissinin hissedilmesidir, mesafe yakınlığının değil. Aynı şekilde dünyamızda, aradaki
mesafe ne kadar fazla olursa, arzulanan arasındaki engel de o kadar fazladır, şöyle ki
arzuladığımız bir şeyi elde edince aldığımız haz o kadar büyük olur.
Bu nedenden dolayı, Yaratan ruhu kendisinden en uzak ve en zıt nitelikler içerisine
yerleştirir:
Tüm zevklerin kaynağı olduğunu tümüyle gizler;
Ruhu bir bedene tüm etrafındaki şeylerden zevk alabilmesi için yerleştirir.
Eğer, Yaratan’ın gizliliğine ve bedensel arzuların engellerine karşı, kişi içerisinde
Yaratan’a yakınlaşmak ve O’na tutunmak için bir arzu beslerse, bedenin karşı koyma
arzusuna bağlı olarak kişi ruhunun bedene girmesinden önceki halinde duyduğu
hazdan çok daha fazla mutluluk duyma arzusu edinir.
Kişinin Yaratan’a tutunabilmesini sağlayan metoda ya da öğretiye Kabala denir, ve
“lekabel” – (almak) kelimesinden gelir, - Yaratan’dan mutluluk almak.
Bu dünyanın kelimeleri ve nosyonlarını ele alarak, Kabala bizlere manevi dünyalardaki
yaşamın ilişkisini aktarır.
Kabala’ya göre, kutsal kitaplarda yazanlarda (bu Hz. Musa’nın beş kitabı,
peygamberlerin kitapları dahildir), sadece kişiye yaratılışın amacını öğretmek vardır,
Kabala şu yazılanlarda bunu görüyor: “Başlangıçta” – kişi kendi üzerinde çalışmanın
başlangıcında, Yaratan’a yakınlaşmada, “atalarımız” – kişinin ilk içinde bulunduğu
arzular, “put / sanem perestdiler” – insanın yaptığı herşey zevk alması içindi. “Ve sonra
Yaratan aralarından bir tanesini seçti” – kişi tüm arzuları arasından bir tek arzuyu
seçer, Yaratan’la bütünleşme arzusu, “ve ona bir emir verdi, topraklarından ayrıl ve
başka bir yere yerleş” – kişinin Yaratan’ı algılayabilmesi için bir arzusunu tüm diğer
arzularının üzerine çıkarması lazım (Yaratan’ı algılama arzusu), ve kendisini diğer
arzularından uzaklaştırması gerekir.
Eğer kişi tüm arzuları arasından sadece bir tane arzu seçebilirse, onu yetiştirip ve
sadece o arzuyla yaşarsa, yani Yaratan’la bütünleşme arzusunun içerisinde yaşarsa, o
zaman sanki farklı bir hayata geçer, ruhani bir hayata.
Eğer kişi bu yolda ilerlemeyi arzularsa veya Yaratan’a yönelik yolda ise, o kişiye “İsrail”
denir ve “yaşar – direkt, El – Yaratan’a” kelimelerinden gelir.
Dünya, doğuşu ve idaresi dahil olmak üzere yaratılışı, önceden tayin edilmiş bir plan
dahilinde yaratılışının amacı olan sona doğru ilerlemektedir.
Yaratan’a Dönüş
İlahi Takdiri uygulayabilmek ve buna ek olarak insanın hareketleri için özgür seçim
hakkı olan bir yer verebilmek için, her koşul için iki tane bir birine zıt yönetim sistemi
oluşturuldu, şöyle ki her arı pozitif güce karşıt bir tanede zıt arı olmayan bir güç
yaratılmıştır. Böylelikle “Keduşa’nın” (arı/kutsal) ABYA dünyaları ve bunlara karşıt
olarak “Tumah’ın” (kirli/murdar) ABYA dünyaları yaratıldı. Bizim dünyamızda, arı ve
murdar olan dünyaların arasındaki fark ayırt edilememektedir, tıpkı manevi olarak
gelişen bir insanla gelişmeyen arasındaki farkın gözle görülemediği gibi.
Kişi kendi başına ilerlediğini veya yerinde saydığını göremez ve üzerinde pozitif veya
negatif bir gücün etkisi olduğunu da tayin edemez. Dolayısıyla, ilerlediği yolun doğru
olup olmadığı konusundaki bilinci ve güveni son derece yanıltıcı olabilir ve genel olarak
ta verdiği kararında doğru olmadığını ve seçtiği yolun doğru olup olmadığı da söz
konusudur.
Ama kişi manevi yolculuğunun başında ise, nasıl yaratılışının ve var oluşunun amacına
yönelik doğru yolda ilerleyebilir?
İnsan son varış noktasına, kendisinin mutlak ve sonsuz iyi koşulunu, iyi ve kötünün ne
olduğunu net olarak algılayamadığı ve anlayamadığı halinden, aldatıcı kısa ömrüne
zevk veren şeyler arasında, nasıl bu dünyada doğru yolu bulabilir?
Tüm insanoğlu kayıp bir şekilde gezinmekte (sanki bir ormanda gibi) ve varlığının,
yaratılışının formülünü açıklayacak ve bu yaratılışın amacına ulaşabileceği ve hatta
doğru yolun başında bile olan bir kişi, düşüncelerinin ve arzularının doğru olup
olmadığını ölçecek bir konumda değildir.
DÜZELTME GETİREN IŞIK
Yaradan’ın iki tür ışığı vardır: ilim, akıl, bilgelik ışığı ki buna or hohma; ve merhamet,
güven, birlik ışığı buna da or hasadim denir. Sırasıyla or hohma kişi üzerindeki yarattığı
etkiye göre iki şekilde gelir; ilkin ışığı geldiğinde kişi kendi kötülüğünü keşfeder, ve
sonra kişi kendi kötülüğünü keşfedip özgeciliğin kullanılması gerektiğini anladığında bu
aynı ışık onun özgecil isteklerine güç verir ki böylece kişi onları uygulatabilsin ancak
kendisi için değil. Sonuç olarak kendi kişisel özgecilliğini aşacak kuvveti kazanır; bu
aynı ışık eskiden özgecil olan düzeltilmiş arzuların ihsan edilmesinden zevk almayı
mümkün kılar.
Bir başka deyişle or hasadim bize “almak” arzusundan ziyade “vermek” arzusunun
zevkini verir. Bu sebepten dolayı ruhun 320 düzeltilmemiş arzusundan (ki bunlar yavaş
yavaş ruhani yükselme gerçekleştikçe hissedilir, aynen kişinin kendi kötülüğünün en
derinliklerini yavaş yavaş anlayıp kendi özünü kavramasının verdiği titreme gibi) or
hohma etkisiyle malkut’un 32 parçası ayrılır, kişisel zevk alma arzusu ve kişi
egoistliğinin onun en kötü düşmanı olduğunu anlar.
Kalan 288 arzu ise ne özgecil ne de ihsan edilme yönündedir, zira bunlar sadece
hislerdir(duyma, görme vs gibi) kişi bunları kendi veya başkaları için istediği gibi
kullanmayı seçebilir.
Or hasadim etkisi altında kişi bütün bu 288 hissi ihsan etme yönünde uygulamak için
bir arzu geliştirir. Bu, 32 özgecil arzunun 32 ihsan etme arzusuyla yer değiştirmesi
sonucu hasıl olur.
Işığın etkisi altında açığa çıkan bir düzelme bundan bir zevk hissi almadan ortaya çıkar.
Birey sadece kendi kişisel özgeciliği ile ışığın muhteşemliği arasındaki üstünlük (nitelik)
farkını hisseder. Sadece bu bile bedeni arzulardan kurtulmak için yeterlidir. Bu nedenle
şöyle denilmiştir; ”Ben sizin içinizde özgecil meyiller (istekler) yarattım ve Kabala’yı
onun tedavisi olarak yarattım.”
Fakat sonra kendi arzularını düzeltmekle birey Yaradan’ı sevindirmek üzere ışığı
almaya başlar. Bu ışık aynı zamanda Torah olarak da bilinir, ve Yaradan’ın İsimleri
olarak adlandırılır, çünkü birey kendinin ve ruhunun içine Yaradan’ın bir parçasını kabul
eder ve ışıktan aldığı zevklere eş olarak Yaradan’a isimler atfeder.
Kişi ruhani dünyaya sadece herşeyi verme üstünlüğünü kazandığı zaman girebilir
(Hafetz Hesed). Bu özgecil arzuların kişiyi hiçbir zaman baştan çıkaramamasını
dolayısıyla ona zarar gelmemesini sağlayacak minimum önkoşuldur, çünkü kişi kendisi
için hiçbir şey istemez.
İhsan etme eğilimlerinin koruması olmadan, or hasadim nitelikleri ile insan üst ışıktan
gelen sınırsız zevkleri almaya başladığında kaçınılmaz olarak kendini memnun etmeyi
arzulayacak ve bu kişisel çöküntüye sebep olacak; özgeciliği ihsan etme uğruna asla
bırakamayacak. Bütün varlığı bu özgecil arzularına nüfuz edemeyecek olan zevklerin
peşinden koşmaktan oluşacak.
Ama insana ihsan etme çabasını veren or hasadim, özgecil arzulara doğru ışık
tutamaz. Özgecil arzular kendi içlerine ruhaniliğin tüm doğasına karşın zorla Yaradan
tarafından konulan bir mikrodoz ışık kıvılcımıyla, bizim içimizdeki yaşamı sağlamak
amacıyla, ayakta kalırlar çünkü hiçbir zevk almadan insan hayatta kalamaz. Eğer bu
yüksek ışığın kıvılcımı yok olursa (özgecilikten ve tatmin edilmemiş arzuları memnun
etmekten kurtulmak ve mutlak hüzün ve umutsuzluk duygusunu yaşamamak için) kişi
anında yok olur.
Or hasadim’in özgeciliğe girememesinin sebebi nedir? Daha önce de gösterildiği gibi
ışığın kendisi or hohma ile or hasadim, arasındaki farka bakmaz, kişi bu farkı belirler.
Özgecil bir arzu ışık’tan, onun nereden geldiğine bakmaksızın, zevk almaya
başlayabilir. Sadece ihsan etme eylemi için hazırlanmış bir arzu ışığı alabilir, ama
sadece ihsan etmeden zevk almak üzere, bu ışığı ohe hasadim olarak almaktadır.
Bir kişi üç tür histen zevk alır: geçmiş, şu an ve gelecek. En yüksek hazlar gelecekle
ilgili hislerden alınır çünkü birey şuan ki hazzı öngörebilir, yani şimdi de zevki yaşar.
“böylece uygunsuz eylemlerle ilgili düşünce ve öngörüler, eylemlerin kendisinden daha
kötüdür, çünkü öngörü hazzı uzatır ve kişinin düşüncelerini uzun bir süre meşgul eder.
Şu an ‘ki hazzın ise süresi bizim önemsiz ve kolayca tatmin edilebilen arzularımızın
yanında genellikle kısadır. Bunun yanında geçmiş hazdan ise kişinin kafasında
defalarca hatırlanıp zevk alınabilir.
Öyleyse “İyi bir eylemle meşgul olmadan önce, mümkün olduğunca farklı hisler elde
etmek için, ona çok düşünmek ve hazırlık yapmak için uzun bir süre adamak şart ki
daha sonra bunlara insan hafızasında ruhaniliğe yönelik amaç ve arzuları yeniden
canlandırabilmek üzere başvurabilsin.
Özgecilik doğamızın özü olduğundan, insan hayattan zevk almayı arzular. Öyleyse bir
kişiye yukarıdan arzuların doğası gereği özgecil olmayan arzuları dileyip bunlarla
hayatta kalmaya çalışan çekirdek bir ruh verilmişse, özgecilik bu tür hareket ve
davranışları motive edemez; ve böyle bir hayattan alacak zevk kalmaz. Bunun sebebi
ruhunun ona gerçek dolu dolu bir hayat yaşamadığını sadece ve sadece var olduğunu
hatırlatarak huzur vermemesidir.
Sonuç olarak, insan hayatı acı dolu ve çekilmez görmeye başlar, çünkü davranış ve
hareketlerine rağmen kişi hiçbir şeyden zevk almaz ya da en azından tatmin,
memnuniyet duymaz çünkü ruh kişinin tatmin olmasına izin vermez. Bu, böylece
özgeciliğin kendi, ruhun sesini dinleyip onun talimatlarını izlemekten başka çıkar yol
olmadığına karar verene dek devam eder. Aksi takdirde birey asla huzur bulamaz. Bu
durum Yaradan’ın bizim isteğimize karşın bizi O’na geri getirmesi olarak tanımlanabilir.
Bir bireyin önceden eksikliğini hissetmediği küçücük bir zevki bile anlaması mümkün
değildir. Bu arzulanan zevkin eksikliğini ızdırap olarak tanımlarız. Üst ışığın alınması
aynı zamanda onun için önceden bir arzuya ihtiyacı vardır. Bu sebeple, bir kişi
öğrenirken ve diğer eylemleri sırasında kendisinin yüksek ışığa ihtiyacını hissetmeyi
istemelidir.
“O‘ndan başkası yok.”: belirginleşen herşey O’nun arzusudur ve bütün yaratılanlar
O’nun arzusunu yerine getirirler. Tek fark O’nun arzusunu kendileri istedikleri
için yerine getiren çok küçük bir insan grubu var. Yaratılanların Yaratan ile
birleşme deneyimi sadece arzuların ahenkli varolduğunda mümkündür.
Kutsama, merhamet ışığının (or hasadim) yukarıdan serpilmesi olarak tanımlanır., bu
da yalnızca kişinin ihsan etme eylemleri içinde olmasıyla mümkündür. Kabalistlerce
denir ki : “İnsanlarınızın ihtiyaçları büyüktür, ancak ilimleri azdır.” İhtiyaçlar kesinlikle
büyüktür çünkü ilimleri gerçekten de azdır.
Rav Yehuda Aşlag dedi ki: “Durumumuz babası tarafından her çeşit hazineyle dolu olan
ama onları görecek ışığı olamayan bir saraya kapatılan kralın oğlunun durumuna
benzetilebilir. Böylece oğul karanlıkta oturur ve zenginliğe sahip olmak için tek eksiği
ışıktır. Hatta kendisinde bir mum bile vardır (Yaradan kendisine doğru ilerleme
olasılığını gönderir) denir ki: İnsan ruhu Yaradan’ın mumudur. Bireyin ihtiyacı olan
sadece onu kendi arzusuyla yakmasıdır.
Rav Yehuda Aşlag dedi ki: “Yaradılışın amacının anlaşılmaz olduğu söylenmesine
rağmen bilge adamın anlaşılmazlığı ile aptalın cahilliği arasında büyük fark vardır."
Rav Yehuda Aşlag dedi ki: Dal ve kök kuralı “En alttaki en yüksek seviyeye ulaşmalı,
ancak en üstteki an alttaki gibi olmak zorunda değildir.”e işaret etmektedir.
Bütün çabamız ışığı alabilme çabamızdan oluşur. Rav Yehuda Aşlag’ın dediği gibi: En
önemli olan kli – (kab) dir. Işıksız gemi ruhsuz beden kadar hayatsızdır. Öyleyse
gemimizi önceden hazırlayalım ki ışığı aldığı zaman düzgün çalışabilsin. Bu insan
tarafından yapılan ve elektrikle çalışan bir makineye benzetilebilir. Makine elektrik
prizine takılmadığı sürece çalışmayacak ancak çalışmasının sonucu makinenin
kendisinin nasıl yapıldığına bağlıdır.
Ruhani dünyanın bütün kural ve arzuları bizim dünyamızınkine taban tabana zıttır;
bizim dünyamızda nasıl bilgi ve kavrama gücünün tersine eylemde bulunmak
olağanüstü zor ise; ruhani dünyada da bilgi ile ilerlemek aşırı derecede zordur.
Rav Yehuda Aşlag ‘ın dediği gibi: ”Denir ki tapınaktaki ayinde herkes ayakta
durduğunda çok kalabalıktı, ama herkes secde ettiğinde orada çok yer vardı. Ayakta
durma eylemi partzuf’un “yücelik“ durumunu, ışığı almayı; secde etmek ise “
küçüklük” durumunu ve ışığın eksikliğini temsil eder. Bu daha alt seviyede daha çok
yer ve daha büyük özgürlük hissi vardır çünkü ruhani yücelme sürecinde olanlar kendi
akıl ve mantıklarına rağmen ilerleme potansiyelini hissederler ve bu çabalarının zevk
kaynağıdır ki bu da Yaradan’ın gizlilik durumudur.
Rav Yehuda Aşlag geçen yüzyıllın büyük Kabalist’inin hikayesini anlatırdı, Ari’nin Hayat
Ağacı kitabını bile alacak parası olmayan Korits köyünden Rav Pinchas kitabı alacak
parayı kazanabilmek için yarım sene çocuklara öğretmenlik yapmaya mecbur kalmıştı.
Bedenimiz ruhani yükselişimize bir engel gibi görünse de, böyle görünmesinin sebebi
bizim, Yaradan’ın ona yüklediği fonksiyonların farkına varmayışımızdandır. Rav Yehuda
Aşlag’ın söylediği gibi ;”Vücudumuz bir “anker” (saatin bir parçası) gibidir; anker saati
durdurmasına rağmen, onsuz da saat çalışmaz, ileri doğru gitmez.” Başka bir zaman
Rav Yehuda Aşlag dedi ki;”Uzun menzilli bir silahın namlusunda özel bir yiv vardır ki
merminin çıkışını zorlaştırır, ancak tam da bu yivden dolayı mermi daha uzağa ve
doğru olarak gider. “ Kabala’da bu durum kişhui olarak bilinir.
Rav Yehuda Aşlag dedi ki: Herkes İncil’i bu dünyanın mefhumlarına uygun olarak
tercüme edilmesine alışmıştır ki İncil’de açıkça bir şekilde “Ruhlarınızı koruyun”
denilmesine rağmen bu hala bedenin sağlığı olarak anlaşılmaktadır. “Bir birey, özgecil
arzularının özde, saf olmayan güç olduğunu anladığı boyuta kadar ruhani
durumdadır.” “Ruhani seviyenin en altı maneviyat en önemli olup maddeden önce
geldiğinde kazanılır.” ”Bir kişi sadece tek bir şeyde kibirlilik gösterebilir, o da Yaradan’ı
kendinden başkasının memnun edemeyeceğini iler sürmesiyle olur.“ ”Bir Emir’i yerine
getirmenin ödülü, o Emri vereni algılamakla kazanılır.” “Bu dünyanın endişeleri manevi
yükselmeyle ilgili olanlarla hiç bağlantılı değildir, aynı çok hasta olan bir kişinin
maaşını alma endişesinden çok sadece hastalıktan kurtulma endişesi taşıdığı gibi.”
“Aynı fiziksel dünyamızda olduğu gibi manevi dünyada da kendi kontrolümüz dışında
olan şartlardan dolayı bir şey olursa bu gerçeğin kendisi bizi kurtarmayacak. Örneğin
biri kasıtlı olmadan bir uçurumdan yuvarlansa, sadece düşmüş olması gerçeği, düşmek
istememiş olsa bile, onu ölmekten alıkoyamaz. Aynısı manevi dünya için de geçerlidir.
Rav Yehuda Aşlag hastalandığında onu gelip görmesi için bir doktor çağrılmıştı. Doktor
dinlenme ve huzur tavsiye etti, hastanın sinirlerinin yatışmış olmasının önemli
olduğunu önerip, eğer öğrenme ile ilgileniyorsa bunun, Paragraflarda yazdığı gibi pek
komplike olmayan şeyler seçmesi gerektiğini ifade etti. Doktor gittiğinde Rav Yehuda
Aşlag “ Doktor, Paragraflarda daha derin anlam aramadan yüzeysel okunabileceğini
zannediyor olmalı” diyerek yorumda bulundu.
Rav Yehuda Aşlag dedi ki: “Maneviyat ihsanla vermek ve maddesel egoistik, saf
olmayan “kabul etme”, arasında bir yer yoktur. Eğer her an kişi maneviyata bağlı
değilse onu tamamen unutur ve saf olmayan fiziksel durumda kalır.
Hakurazi kitabında denir ki; Kral Kuzari halkı için bir din seçme zamanı geldiğinde, bir
Hıristiyan, bir Müslüman ve sonunda bir Yahudi’ye (buradaki Yahudi kelimesinin tanımı
içselliğiyle ihsan etme koşuluna gelen bir kişidir ve fiziksel olarak dini Yahudilik olan bir
kişiden bahsedilmemektedir) döndü. Kral Yahudi’yi dinlediğinde, Hıristiyan ve
Müslüman’ın ikisinin de ölümden sonraki dünyada sonsuz cennet yaşamı ve büyük
ödüller söz verdiğini ifade etti. Bunun yanı sıra Yahudi, Emirlerin yerine getirilmesinin
ödüllerinden ve onlara bu dünyada itaat edilmemesinin cezalandırılmasından bahsetti.
Ancak Krala öyle göründü ki ölümden sonraki dünyada alacaklarıyla ilgilenmek, bu
dünyada nasıl yaşaması gerektiğiyle ilgilenmekten daha önemliydi. Yahudi açıkladı
gelecek olan dünyada ödül sözü verenler böyle yaşarlar çünkü bu yolla kendilerini,
yalanı ve kelimelerinin anlamını gizlemek yanlışlığından uzaklaştırmak isterler. Benzer
şekilde Rav Yehuda Aşlag AGRA‘nın kelimelerini açıkladı, “Yahudi” mefhumu ruhani
dünyayı, bütün dünyayı bu dünyadayken tamamen kazanan kişiye verilen isimdir. Bu
bize Kabala’nın söz verdiği ödüldür. Kabala’nın bütün ödülleri kişi bu dünyadayken
alınmalı, özellikle herşeyi bedenin tamamıyla hissedebilmek için, bedenin varolduğu
süre içinde. Rav Yehuda Aşlag dedi ki: “Kişi saf olmayan güçlerin yani egosal arzuların
kendine baskı yapmaya başladığını hissettiğinde, bu onun ruhani özgürlüğünün
başlangıcıdır. Rav Yehuda Aşlag Kabala’dan bahsederken, “Tanrı korkusu hariç herşey
Tanrı’nın elindedir.“ dedi. “Bir insanın Yaradan’dan istediği herşeyle ilgili olarak herşeye
gücü yeten O, kişinin istediğini yerine getirip getirmeyeceğine karar verir. Buna
rağmen birine cennetin korkusunu vermek isteğine Yaradan tarafından karar verilmez,
ancak bir kişi gerçekten Tanrı korkusunu çok arzu ederse bu arzusu kesinlikle yerine
getirilir.
CENNET VE CEHENNEM
Gazeteci S. Atia ile Röportaj
Ekim 19, 2003
Soru: Cennet ve cehennemden bahsedelim. Kabala ilmi Cennetin tüm dinler tarafından
kullanılan bir nevi ağrı kesici ilaç olduğunu mu düşünüyor? Dinler Cennet Bahçesini ve
Cehennemi imajlarla anlatarak inanları kullanıp idare ediyorlar.
Böyle yerler gerçekten var mı, bu tür boyutlar mevcut mu? Öldükten sonra her ruh ya
Cehennem ateşinde yanacak ya da Cennet’te sonsuz zevkimi yaşayacak? Eğer
gerçekten böyle boyutlar var ise, nasıl oluyor da Manevi bir bilim olan Kabala’da “ödül
ve ceza” yok, ve aslında insanoğlu yaptıklarından sorumlu değil?
Size “Zohar Kitabına Yorumun Merdiveni” adlı kitaptan bir örnek vereyim. Bazı kişiler
Kabala’da bulanıklık yaratmak için bu tür cümleleri kullanıyorlar. "İnsan bu dünyadan
ayrılır ayrılmaz, üzerinde yanan bir mum vardır, ve Cennet, haktan yana olanlar için
ödül gösterilir, ve ona Cehennem gösterilir – günahkarlar için cezalandırılacakları yer,
bu dünyadaki günahları için yargılanacakları yer... "
“Zohar Kitabında” Cennet ve Cehennemi anlatan buna benzer birçok yazı bulabiliriz,
ruhun gittiği yer, nerede ve ne kadar zaman kalacağı.
Gerçekten Cennet ve Cehennem gibi boyutlar var mı, yoksa bunlar maneviyatı
anlatmak için kullanılan ruhani betimlemeler mi?
Yaratılış zevk alma arzusudur. Işık onu öyle bir şekilde yarattı ki Işığın kendisi ve bütün
nitelikleri bu arzu tarafından zevk olarak hissedilir. Işıkta var olmayan nitelikler ise bu
arzu tarafından hoş olmayan şeyler olarak algılanır, tahammül edilemeyen şeyler,
kişinin kaçmak istediği koşullar. Bu demektir ki sadece zevk ve haz alma arzusu var, ve
duyulan zevk/haz – Üst Işık bu arzuyu yarattı ve dolayısıyla da arzu ışık’dan zevk
olarak algılamakta ve hissetmekte.
Bizler bu Üst Işığa “Yaratan” diyoruz “Yaratılışın Düşüncesi” olan yaratılanlara mutluluk
vermek. Aslında bizi yaratan bu Üst Güç’ten bizlere asla kötülük gelemez. Yaratan
herkese eşit davranır: iyiye de – kötüye de, özgür iradesi olanlara da - yaptıklarının
sorumlusu olmayanlara da, ve doğal içgüdülerine göre hareket edenlere de. Yaratan
tüm yaratılanlara karşı aynı tutumda davranır ve bu nitelik de yaratılanlarına mutluluk
vermek prensibiyle işlemektedir.
Bu tutum kişiye hayatının son yıllarında bariz olmaz, ya da Son Islah’dan sonra; ve
ayrıca her hangi yarım/eksik bir tutum da değildir. Yaratan tarafından hiç bir şey
değişmez. Böyle bir nosyona maneviyatta kanun/yasa denir, şöyle ki Üst Işık daimi
olarak her zaman mutlak sükun/hareketsizlik konumundadır. Başka bir deyişle:
Yaratan tüm insanlara yönelik, hem iyi hem kötülere, iyiliksever ve mükemmeldir, “İyi
olan iyilik yapar.” Tüm yaratılışı yönelik bundan başka hiç bir tutumu yoktur.
Ancak, “İyi olan iyilik yapar” tanımında kendimize yönelik kullanımımızla Yaratan’a
yönelik kullanım arasında çok büyük bir fark vardır. Yaratan’ın amacı bizlere “İyi olan
iyilik yapar” tutumuyla davranmaktır ve bizleri bu özel ve mükemmel koşula getirmek
istemektedir. Yaratan bizlere bu noktadan davranır, bu Düşünce’den. Ancak bizlerin
nitelikleri mutlak iyiliğe zıt olduğu sürece ve bizler en bozuk ve alçak seviyede
olduğumuzdan, en içler acısı halde, bizler sanki bu yüce noktadan/Düşünce’den bizlere
kötülük geliyormuş gibi hissediyoruz.
Bu kategorileri Yaratan’ın iyi ve kötüyü gördüğü şekilde anlamaya yaklaştıkça,
Yaratan’dan gelen iyiliği daha net bir şekilde hissederiz.
Bir bananın oğlunun bilim adamı, aktör, müzisyen, politikacı bir lider olmasını istemesi
gibi… En önemli ve bilinen bir kişi, sanki bir Kral’ın oğluymuş gibi. O zaman baba
oğluna birçok farklı şekilde, en iyi ve doğru metotları kullanarak gerekli olan her şeyi
öğretir. Ama oğlu babasını yol gösterimini zorbalık ve baskıcı olarak görür.
Oğlu gençken, henüz aklı, anlayışı ve zorla birşeyi edinme durumunda olduğu bilinciyle
gelişmemiştir, neden bunların hepsi eğitimi için geçerli… Oğul babasını bir türlü haklı
görememektedir; bu yüzden ona “kötü olan” (günahkar) denir. Babasına cani der,
çünkü yaşının seviyesindeki şeylerle oynamasına izin vermez ve sürekli kendisini daha
da iyileştirmesi için zorlar.
Ancak baba oğluna yaptığı her uygulamayı sevgiyle yapar ve yaptıklarından dolayı
oğlunun çektiği sıkıntıları gördükçe kendisi bundan daha fazla acı ve hüzün duyar.
Ancak babasının başka bir seçeneği yoktur; oğlunu en yüce seviyeye yetiştirmeli ve en
iyi koşula getirmelidir. Oğlunu gelişmemiş bir şekilde sadece oyuncaklara oynarken
mutlu olduğu bir halde bırakamaz.
Dolayısıyla oğul, kendi hayatını Cehennem gibi hissetmeye başlar ve top oynamak
sanki onun için Cennettir. Ama babası her şeyi farklı görür. Bu koşulda ne yapılacak?
Oğlunun önüne ulaşması gereken bir amaç var: Yaratılışın Düşüncesi’ni edinmek, bu
yaratılanları mutlu etmek demektir ve o zaman babasıyla hem fikir olabilir. Oğul
babasının bu yaptıklarına anlam veremese bile onun dediklerini yerine getirir; kabul
etmek için kendisini zorlarlar, görür ki başka çıkış yolu yoktur: babası kendisinden
daha yetişkin olduğu için onun dediklerine uymak zorundadır, zira babası hem erdemli
hem de yücedir. Bu demektir ki oğlu şu anki bildiğinin üzerine çıkmaya çalışmaktadır,
Yaratan’dan ve O’nun Tasarımından uzak haldeyken. Yoksa oğul Cehenneme gider.
Kişi Yaratan’ın varlığını hissettiği zaman iç hisleri çok kuvvetli, canlı, yoğun ve berrak
olur. Kişinin içerisinde formasyonlar oluşturur, imajlar ve resimler. Aslında, Kabala
kitapları bunlarla doludur. Kişi henüz manevi bir edinimi, manevi his ve algısı olmadan
bazı dünyevi ve tümüyle yanlış imajlar hayal eder. Bu imajlar kişinin sadece aklını
karıştırır.
İnsanoğlu maneviyatın Yaratan ile insan arasındaki ilişkisi ve Yaratan’ın yaratılanın
içerisinde algılanması olduğunu hala anlamamakta ve kafasında bir sürü imaj ve hayal
yaratmaktadır. Bizler Yaratanı algılamadan manevi bir dünya var olamaz. Üst Dünyalar
dediğimiz şeyler Realiteyi saran ve dolduran Düşünce’nin (Yaratan) içimizde
uyandırdığı ruhani hislerdir.
Bu tür hisleri içimizde keşfederek, Yaratan’ı bu dünyada ifşa ederiz, aramızda, başka
bir alemde değil.
Kafamızda imajlar, resimler ya da mabut, ya da ruh tarzı imajlar oluşturmak yasaktır,
çünkü bu tür şeyler yoktur ve kişi bunlara inanarak gerçeği algılamaktan daha da
uzaklaşmaktadır.
Bu unsur Baal HaSulam’ın kitaplar yazmasına neden olmuştur. Ancak, tüm çabasına
rağmen kitaplarının sadece bazı bölümlerinde kişinin kafasında imaj yaratamayacağı
şekilde anlatımlar ve tarifler yazabildi. Özellikle “Zohar Kitabına Yorumun Merdiveni”
kitabında Baal HaSulam, Kabalistik bir dil kullanarak, Sefirot, Partzufim, basamaklar,
dünyalar ve perdeler gibi nosyonlar kullanmakta ki kişinin aklı imajlara kayıp
karışmasın diye. O biliyor ki burada yazılanlar perde vasıtasıyla yaratılanın Yaratan ile
olan ilişkileri, Yaratan’a ihsan etmek isteği ve Yaratan’ı sevmek arzusu.
Ancak Baal HaSulam’ın yorum getirmediği yerlerde sadece Aramikçe’den İbranice’ye
tercüme yaptı ve dolayısıyla kişinin aklı karışmakta. Kişinin aklına bir sürü hayal ve
imaj/resim gelir ve bunların hiç birinin maneviyatla ilgisi yoktur. Her kim realiteyi beş
duyusuyla algılıyorsa manevi dünyayı da bu aynı beş duyusuyla algılar.
Soru: Herhangi bir kişi bu makaleyi okuduktan sonra şöyle bir sonuca varıp: “nasıl olsa
Cennet ve Cehennem yok gidip istediğim gibi eğlenmeme bakiyim” diye bir sonuca
varabilir.
Doğru, insan elbette eğlenebilir. Gitsin keyfine baksın… Eğlenebildiği kadar eğlensin…
Daha önce Cennet ve Cehennem kendisine bir şey yapması için baskı mı yaptı?
Maneviyata yaklaşan bir kişi maneviyata Cehenneme gideceğim korkusuyla gelmez.
Kişi insanları öldürüp, Cehennemden korkup Cennete gitmeyi arzulayabilir. Ya da, kişi
dünyevi hayatında bir sürü iyi davranışlarda bulunabilir, örneğin hayır yardımları yapar,
fakirlere yemek dağıtır, arkadaşına komşusuna yardım eder, hayvanları korur… Bu
davranışlarının hiç birisi kişiyi maneviyata, Yaratılışın amacına yaklaştırmaz. Yaratılışın
amacı Yaratan’a benzemektir, bu dünyada sadece insanlara şefkatli davranmak değil.
Bu tür iyilik yapma hevesiyle insanoğlu çok büyük hatalar yapmıştır. Bakın Ruslar neler
yaptı, komünizm inşa etmek istediler, ne sonuç oldu? Ve kendileri için iyilik yapmak
isteyen ve “Kibbutzim” (İsrail’de komün hayatı yaşamak amacıyla bir araya gelen bir
grup insan – oluşturdukları köy/kasaba tarzı yerde komün hayatı yaşayan bir grup
insan) leri oluşturan o hevesli insanlara bir bakın?
Eğer gerçekten iyiliğe gelmek istiyorsak, şunu anlamalıyız ki “iyilik” eşittir Yaratan.
Tıpkı bir çocuğun kendine göre iyi olanın ne olduğunu anladığı gibi, ama babasının iyi
olarak tanımladığını öğrenmesi gerektiği gibi. Bu şekilde ilerlersek kafamız karışmaz ve
yolun tersine gitmeyiz. Yoksa kişinin tüm hayatı kabusa döner, zira karşı koydukça
babası sürekli kendisine bağırıp çağırmak zorunda kalacaktır. Böyle bir hayat kişi için
cehennemdir.
Şu anki modern Kabala ilmi anlayışımızla bu ilmi net, konsantre bir formda şu soruya
cevap verecek şekilde sunuyoruz: “kişinin hayatının manası ve amacı nedir, kişi neden
yaratıldı, insanlar neden ızdırap çekiyor, nasıl acı çekmekten kurtulabilir ve mutlak
şefkatle gelebiliriz, sükuneti ve sonsuzluğu burada nasıl edinebiliriz, bu hayatta, şimdi.
Her halükarda insan doğası neredeyse herkesi hayatın anlamına bir cevap bulmaya
itecektir. Sonuç olarak doğanın baskısı arttıkça, bu soru herkesin içinde sürekli
tutuşacak.
Baal HaSulam’ın “son nesil” dediği nesil bizim neslimiz – Mesih’in nesli. “Son nesil” ne
demektir? Kimse mucize falan beklemesin demektir. Manevi hocalarımızın tavsiyelerini
uygulamalıyız. Zira zaman da bir faktördür. Bugün olmazsa, bir gün ya da iki gün
sonra, koşullar kötüleştiği zaman, Yaratılışın Düşüncesi ile aramızdaki mesafe arttığı
zaman, ve bu koşullarda çok daha fazla acıya ve ızdıraba tahammül etmek zorunda
kalacağız. Bu nedenden dolayı kişinin acele etmesi iyi bir şeydir. Başımıza gelen tüm
kötü olaylar sadece Yaratılışın amacını yanlış anladığımızdan kaynaklanıyor.
Sanmayın ki bu dünyadan daha kötü bir yer var. Burada gerçek Cehennem var ve
bundan daha korkunç bir şey yok.
Cehennemi bizi Yaratan’dan ayıran bir takım kötü güçler olarak tanımlayarak, sadece
aklımızı daha da karıştırıyoruz ve kendimizi yoldan çıkartıyoruz ve Yaratan’a yönelik
çalışmıyoruz, bizi daha da sükunet ve sonsuzluğun yolundan uzak tutmakta ve bu
hayatımızı ölümden beter yapmaktadır, Kabalistler önce bozuk olan arzuları ifşa ederler
ve sonra ıslaha başlarlar. Bu bozuk/kirli arzulara, hayvansal heveslerimize Klipot (kirli
güçler) denir ve maneviyatta buna “Cehennem” denir.
Soru: O zaman hayatı boyunca yaratılışın amacına ulaşamamış bir kişi, buna önceki
reenkarnasyonları dahil, bu dünyada daha büyük acılara maruz kalmaktadır?
Kişi bu dünyada yaşarken, Babasının kendisinden talep ettiği her şeyi yaparak O’nun
seviyesine ulaşana kadar, yani, Yaratan’ın seviyesine gelene kadar, başka bir deyişle,
Yaratan’la bütünleşene kadar, bu dünyaya reenkarne olarak geri gelmek zorunda.
Cennet ve Cehennem koşulları hem Yaratan hem de insanın kendisi tarafından tayin
edilir. Bu iki formu doğru şekilde bir araya getirerek bir bütünlük oluşturmak
gerekmektedir.
DÜNYANIN SONU – SON MESİHİN ZAMANI
Dünya kelimesi “Olam” gizlemek kelimesinden gelir. Bu gizliliğin sonuna ulaşmamız
gerektiği anlamındadır, her şeyin gözlerin önüne serileceği ve görüneceği.
Şu anda geçmişte manevi edinimi olanların bizler için hazırladıkları metot ve kitapları
manevi ilerleyiş için çalışıyoruz. Şimdi 21. yüzyıldayız ve milyonlarca insanın kalpteki
noktaları uyanmaya başlıyor. Bu insanların ilerlemeleri için metot eksiklikleri var. Bu
uyanış safhasında olan kişilere yardım etmeliyiz. 6000. yıl için beklemeyeceğiz.
Şu anda çok zor bir dönemdeyiz ve bu döneme son mesihin dönemi denir. Nedir son
mesihin zamanı? Işığın bizlere ihsan edip bizi tekrar kendisine çekmek istediği
zamandır. Bizi kendisine yaklaştırmak isteyen bu ışıkla ilerlemediğimiz için bunun
tersini hissediyoruz – karanlık ve dünyada büyük acı ve ızdıraplar. Bu iyi bir şeye doğru
çekmek istediğimiz ve gelmek istemeyen bir çocuk gibidir. Babasından baskıyı hisseder
ve üzüntü ve acıyı.
Üst Işık (Yaratan) insanları uyandırmak için dünya üzerinde etki yaratmakta – buna
Son Kurtarıcının (Mesih’in) ışığı denir. Bu dünyada kalpteki noktası gelişen insanlara
göre bizi kendisine çeken Işık. Işık bu kişilere göre davranır. Buna göre hareket
etmezsek bunu dünyada yaşanan krizler olarak hissederiz, acı ve ızdırap dolu olaylar
olarak. Dolayısıyla şöyle denir – Son Mesih’in zamanında, 6000 yılın sonunda, manen
çok huzurla yükselebiliriz ya da çok büyük acı ve ızdıraplarla.
Bu bizim Işığa olan tavrımıza bağlıdır. Diyelim ki Işığa karşı davranıyoruz yani eksi
kutubuz – alıcı konumunda – çünkü O bizi ihsan etmeye yani artı kutuba getirmeye
çalışıyor. O zaman kendimizi kötü hislerin içerisinde buluruz. Eğer tersi olursa ve
eksiden artıya gitmek istersek, kendimizi iyi hislerin içerisinde buluruz. Herşey bizlere
bağlı. İşte özgür seçim burada ve tüm insanoğluna açık. Seçim zamanı şimdi ve bu
koşul daha önce kölelik zamanında yoktu. Şu zamanlarda kişilerin kalpteki noktaları
uyanmakta ve Işık ihsan etmekte. Her kim ararsa bulur! Kişiyi gruba getirir. Gelişmeye
başlayın! Sizi Kendi Işığına çekmeye, maneviyata yaklaştırmaya başlar. Bizim neslimize
kadar özgür seçim yoktu. Bu nedenden dolayı Kabala bu döneme kadar gizli ve saklı
olarak kaldı. Çalışması bile yasaktı çünkü kimsenin çalışması için bir neden yoktu.
İnsanların kalbinde o nokta yoktu. Dünyadaki tüm gelişimlerden dolayı bir çaresizlik
hissi yoktu.
Günümüzde manevi yükseliş için koşullar uygun. Dolayısıyla, bu dönemde özellikle
tüm dünyada kişilerin ulaşabileceği bir metot haline gelmeli ve bunu arzulayan
insanların gelebilmesine olanak sağlamalıyız. Şöyle yazdığı gibi “Her kim dostu için dua
ederse önce o cevap bulur.” Dolayısıyla dünyayı ilerletmek istedikçe biz de manen
ilerlemiş oluruz.
GİZLEMENİN NEDENİ
Keyif onu almak için işe karşı
Bu dünyada yaptığımız herşey sadece tek bir prensibe dayanıyor – en az çalışma ile en
fazla zevk alma.
Aldığımız zevkin alanı geniş çapta çeşitli olabilir, direkt zevkten mesela istediğim
birşeyi almak veya bir dilim pasta yemek gibi, dolaylı zevke kadar mesela bir dostuma
veya çocuğuma bir şekilde yardım etmekten aldığım keyif gibi.
Bununla birlikte, zevk ne tür bir form alırsa alsın, onun için olan arzu her zaman o
umursamayan zevk, işe karşı prensibi altında işleyecektir.
Orada ‘’bundan daha fazlası’’ var hissi
Ama ne zaman kişi hepimizin bu temel teşkil eden kuralın, durumların en aşağı olanın
altında var olduğumuzu fark ederse, o zaman kişi daha yüksek, daha yüce ve düzelmiş
durumda birşeyler olduğunu hissetmeye başlar. Elbette, onlar varsayımlarında
doğrular, ama burada bir sorun var. Var oluşun daha yüksek aşaması bizden gizlenmiş
durumda – ve birkaç çok iyi nedenden dolayı.
Bizim yaşadığımız dünya bir arzular grubu meydana getirir ki normal bir insan da
bütün var olan şeylerin bunda olduğuna inanır. Sonuç ise benim istediğimdir. Ama
benim istediğim şey sürekli bir zevk formundan başka bir zevk formuna değişir. Ve
zaman zaman, biz yeni bir zevk keşfederiz. Aslında, biz henüz zevki keşfetmedik, ama
yeni birşey için olan bir arzuyu arzular duasına eklemek çoktan sahip olduğumuz
birşey.
Bu dünyada gerçekleştirilemeyen bir zevk için olan çok özel arzuyu keşfetmiş olan biri
için, bu dünyada bunun gerçekleştirilememesinin nedeni onun en az çalışma ile en
fazla zevk alma prensibi altında işlemiyor olmasıdır. Biz bu prensibi bir tür program
olarak düşünebiliriz, tıpkı verilen herhangi bir arzuya doğru bizim nasıl çalışacağımızı
belirleyen bir bilgisayar programı gibi.
Ben yeni birşey istiyorum
Ama bu yeni arzu farklı. Neden? Aslıda bu yeni arzu tamamen farklı bir program
altında çalışmak için olan bir arzu. Eğer iki bilgisayar işletim sistemine bakarsak bunu
anlamak oldukça kolay, Windows tabanlı ve Apple tabanlı. Bunların ikiside altlarında
çalışan yazılımlara sahipler, ama asla aynı yazılıma değil. Neden? Çünkü onlar farklı
komutlar ile çalışıyorlar.
Bizim bu dünyada altında çalıştığımız program aslında bizden önce ortaya çıkan
herhangi bir arzuyu bizim nasıl kullanacağımıza – onun bize nasıl yarar sağlayacağına
– dair bir komutlar grubu. Bir alma programı ve onun tek fonksiyonu zevk almak için
gereken işin alınan zevkten daha mı fazla yoksa daha mı az olduğunu belirlemek.
Başka şekilde söylemek gerekirse, zevk ile acının karşılaştırılması altında işliyor.
Acı eksiklik olarak düşünülüyor. Bu nedenle, bu programın altında çalışarak, biz
tamamlanmamış bir arzumuz olduğu zaman hissettiğimiz acı duygusu ile hangi arzuları
hissedebildiğimiz konusunda oldukça kısıtlıyız. Tamamlanmamış arzu büyüdükçe, acı
da büyüyor.
Farklı bir program
Ama ya farklı bir program olsaydı, öyle bir program ki benim ne kadar alabildiğime
dayanmayacak, ama ne kadar verebildiğimi temel alacak? Bu programa ihsan
programı deniyor. Şimdi bu dünyada olan gibi bir vermeden bahsetmiyoruz. Bu
dünyada, biz karşılığında bir yarar sağlamak için veririz, mesela bir doğum günü
hediyesi gibi.
Eğer biz öyle bir hediye verirsek ve hediyeyi verdiğimiz kişi hediyeyi beğenmemişse,
biz kesinlikle mutlu olmayız. Başka şekilde söylersek, bir fayda almayı bekleriz,
hediyemizi alan kişinin keyfini hissetmekten zevk almayı bekleriz. Ve bu kişi bizim için
daha önemli oldukça bizim için hediyeyi sağlamak daha çok fedakârlık ile birleşir,
çünkü o zaman reddedilirse acı daha da büyük olacaktır.
Ama vermenin ihsan diye adlandırılan bu çeşidinde, tek bir kural geçerlidir: o da benim
faydamın asla hesaba katılmamasıdır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, benim
hissettiklerimin, ihsan etmenin sonucu olarak iyi veya kötü olması, sonunda fark
etmiyor. Program benim nasıl hissettiğime bağlı olarak işlemiyor, benim verip vermeme
bağlı olarak işliyor. Yani, sadece faydayı kimin sağladığını temel alıyor, benim ondan
zevk veya acı alıp almamı değil. Program benim ne kadar zevk aldığımı temel alarak
işlemediğinden dolayı, çok daha fazla ve çok daha büyük arzular kullanılabilir.
Neden bu farklı program gizlenmiş?
Öyleyse neden bütün bunlar gizlenmiş? Eğer ben mevcut olan alma programı ile içinde
olduğum bu durumda yaşarken bu arzuları hissetseydim, bu eksiklikleri, bütün
hissedeceğim mutsuzluk olurdu. Bu arzular, ‘’manevi arzular’’ diye adlandırılanlar, öyle
büyük eksiklikler ki bunların acısı dayanılmaz olurdu. Bu nedenden dolayı, bu arzuların
bizden gizlenmiş olarak kalması gerekiyordu, çünkü bizim bugün var olduğumuz ‘’
alma isteği’’ yazılımı altında, o tür arzuların oluşturacağı büyük acılarla başa
çıkamazdık.
Ve ikinci bir neden daha var. Arzularımız kendileri ile uyuşan zevklere bizim bedensel
dünyamızda sahipler, dolayısıyla manevi arzular da kendileriyle uyuşan zevklere
manevi dünyada sahipler.
Bu tamamen farklı bir problem oluşturuyor. Eğer ben var olduğum mevcut programın
altında bu arzular ile birleşen zevkleri hissetseydim, anında zevke ait bir köle olurdum.
Zevkler de arzular kadar muazzam büyüklükte olduğu için bütün gün ve gece boyunca
ihsan ederek mutludan da öte olurdum, ama o zaman da sadece zevk almak için ihsan
ediyor olurdum.
Öyleyse bütün bunlar bizi nereye getiriyor? Bu deneyimlemeye başladığımız yeni arzu,
gerçekten ‘’ihsan’’ denilen yeni program altında çalışan bir arzu. Ve bu arzuyu
gerçekleştirmek için, benim işleme metodumu, altında arzular ile çalıştığım programı
değiştirecek, yeni programın parametreleri ile eşleştirecek bir yol bulmak zorundayım.
Üstelik bunu, bu yeni program ile birleşmiş zevkleri deneyimlemeden yapmak
zorundayım, yoksa kendim için almak yüzünden vermeye yeniden düşme riskine
girerim.
İşletim sisteminizi seçin
Ama burada gizli bir sorun var. Ben aynı anda iki program altında çalışamam. Ya birinin
ya da diğerinin altında çalışmak zorundayım, tıpkı bir bilgisayarın aynı anda hem
Windows hem de Apple (Windows gibi bir işletim sistemi) altında çalışamaması gibi.
Eğer bu yeni program altında çalışma arzum yeteri kadar güçlüyse, yeni arzular ve şu
anda bu dünyada deneyimlediğimden tamamen farklı türde bir tamamlanma ile ortaya
çıkan yepyeni bir dünya bulacağım.
Öyleyse gerçekte bir dünya nedir? Dünya basitçe gizlemenin bir seviyesidir. Bu dünya,
bizim maddesel dünyamız, sadece ‘’alma isteği’’ programının işlediği tamamen
gizlenmiş bir seviye. Ve bu gizlenmişlik bir amaca yönelik ve gerekli. Ama eğer ben
daha fazla araştırmayı seçersem, bu arzunun bu dünyada tamamlanamayacağını
keşfederim, yeni bir işletim programı için olan o arzu, aslında gerçek ebedi bana ait bir
his, manevi ben tamamen yeni bir dünyaya uyanmaya hazır.
Yazar: Michael R. Kellogg
DÜNYADA BARIŞ
Her şey, onun belli bir andaki görünüşüne bakılarak değil, gösterdiği
gelişimin derecesine bakılarak değerlendirilir.
Gerçekte varolan her şeyin, iyi, kötü ve hatta dünya üzerinde olabilecek en korkunç,
en zararlı şeyin bile varolma hakkı vardır. Onun hiçbir şekilde tamamen ortadan
kaldırılmaması gereklidir. Bizim üzerimize düşen görev, onu düzeltmek ve Kaynağa geri
göndermektir.
Yaratılış sürecine yakından bakmak, incelemek bu eylemdeki ve onu gerçekleştirendeki
mükemmelliği, yüceliği görmek için yeterlidir. Bu nedenle yaratılışı iyi anlamalı ve
yaratılışın herhangi bir parçasının gereksiz veya yararsız olduğunu söylemekten
dikkatle kaçınmalıyız. Çünkü bu, yaratılışı karalamak demektir.
Ama, yaratıcının yaratma eylemini gerçekleştirdiği sırada tam olarak tamamlamadığı
iyi bilinmektedir. Doğumdan önceki evreden başlayarak büyüme evresinin son bulduğu
ana kadar adım adım devam eden gelişmenin yasalarına göre gerçekliğimiz
yönetilmektedir. Bu nedenle bir meyvenin olgunlaşmaya başladığı andaki acı tadında
bir kusur göremeyiz, çünkü meyve henüz gelişim sürecini tamamlamamıştır.
Aynı durum gerçekliğin diğer unsurları için de geçerlidir: bir şey zararlı ve kötü olarak
görünüyorsa, bu aslında onun gelişim sürecini henüz tamamen tamamlamadığındandır,
gelişim sürecinin bir evresini yaşamaktadır. Bu nedenle de o şeyi kötü ve zararlı olarak
tanımlamaya veya onu görmezden gelmeye hakkımız yoktur, bu akılsızca olur.
“Dünyayı düzeltenler”
Bu sonuç bizim, dünyayı düzeltmeyi deneyenlerin her jenerasyonda insanı sadece bir
“makine” gibi algıladıklarını ve bu makineyi hatalı işlev gördüğünde geliştirerek,
örneğin kötü parçaları daha iyi parçalarla değiştirerek düzeltebileceklerini sandıklarını
görmemizi sağlar.
Tüm çabaları insanoğlunun içindeki şeytanı yok etmek üzerine odaklanmıştı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Yaratan onlara karşı olmasaydı, başarıyla insanlığı bir
elekten geçirir ve geriye yalnızca iyi ve doğru, yararlı olanları bırakmayı başarırlardı.
Ama Yaratıcı yarattığı her şeyin her bir parçasına büyük özen gösterir ve kimsenin
onun bir parçasına zarar vermesine müsaade etmez. Buna uygun olarak da, şeytan
dünyada varlığını devam ettirirken bütün bu “düzelticiler” yok olacaklardır. O varolur,
yaratılışın her bir unsurunun gelişim sürecindeki adımları bu süreç tamamlanana dek
takip eder.
Şeytani özellikler zamanla değişecek ve Yaratanın onları ilk yarattığı andaki gibi iyi ve
doğru hallerine döneceklerdir. Bu, bir meyvenin insanlar onun tadını ve lezzetini
anlayabilsinler diye günlerce ve aylarca ağaçtaki dalında olgunlaşana dek asılı
kalmasına benzer.
Doğanın ıslahının hızlandırılması:
Ama bu bahsedilen gelişim yasası tüm gerçekliğe yayılarak, insanların görüşünü
almadan kötülüğün iyiye ve doğruya dönüşmesini de garanti etmektedir. Aynı zamanda
Yaratan insana güç vermiştir ve onun bu yasayı, gelişim sürecini kendi isteğine göre,
özgürce ve zamandan bağımsız olarak hızlandırmasını kontrol edebilecek olanağı
sağlamıştır.
Yukarıdaki gelişim sürecinde iki tür güç yer almaktadır.
- Kötü ve zararlı olan her şeyin sonuçta iyi ve yararlı şeylere dönüşeceğini garanti eden
“ilahi güç”. Ama bu, zamanla gerçekleşecektir, yavaş ve acı veren bir süreçte
geçekleşecektir, gelişmekte olan obje korkunç acılar çekecek, evrimin acımasız silindiri
altında ezilecektir.
- Yukarıda anlatılan gelişim yasası üzerinde kontrol sağlayan ve zamanın
prangalarından kendilerini kurtarabilen insanları temsil eden “dünyevi güç”. Bu insanlar
nihai sonuca ulaşmada süreci oldukça hızlandırmaktadırlar. Diğer bir deyişle, kendi
evrim ve ilerlemelerini tamamlamaktadırlar.
Eğer hak ederlerse, gelişimin yasasını kendi elleri arasına alabileceklerdir. Bu yasa,
olumsuz özelliklerini olumlu özelliklere dönüştürmeye yönlendirilmiştir. Bu demektir ki
işe olumsuz özelliklerinden başlayabilirler ve bunları olumluya dönüştürebilirler.
Böylece zaman kısıtlamasından kurtulacaklardır, gelişimin en üst düzeyde
gerçekleşmesi onların kendi ellerinde olacaktır, örneğin: hareketlerinin ve
düşüncelerinin niteliği. Bu yolla gelişimin en ileri seviyesine ulaşma sürecini
hızlandırabileceklerdir.
Olumsuz özelliklerinin gelişimini kontrol edebilmeyi hak etmeseler de ve bunu çevrenin
ellerine bıraksalar da nihai cezalandırma ve kurtuluş yine de onlara bahşedilmiştir. Bu
durumda süreç koşullara ve zamana bağlı olarak sonuçlanacaktır.
Düzeltme süreci, aşamalı ilerleme yasasına uygun olarak pek çok aşamayı
içermektedir. Bu yavaş, zorlu ve son derece uzun bir süreçtir. İlerlemenin öznesi olan
objeler yaşadıkları ve hissettikleri için, sürecin aşamalarını kat ederken büyük acılar
çekmektedirler. Bir kişiyi bir aşamadan diğerine geçmeye zorlayan güç kederden ve
acıdan başka bir şey değildir. Alt düzeyde biriken, toplanan acılar insanı öyle
dayanılmaz bir noktaya getirir ki, kişi bu aşamayı terk etmek ve bir üst aşamaya
geçmek zorunda kalır.
Bu tür ilerleme aşamalı ve zamana-bağlı ilerleme yasasının garantilediği sondur ve “
zamanında” adını alır. Sürecin tamamlanması kaçınılmazdır, çünkü kişi özelliklerinin
gelişimini kendi eline almıştır ( buna “acele edeceğim” denilir).
İyi ve kötü bir kişinin yaşadığı toplumdaki davranışlarına göre değerlendirilir:
İnsan ırkında kötünün ıslahı meselesinden önce “iyi” ve “kötü” gibi muğlak terimlerin
tanımları üzerinde durmalıyız. Diğer bir deyişle “iyi” ve “kötü”nün eylemleri ve
özelliklerini analiz ederken bunların kime göre iyi ve kötü olduğunu netliğe
kavuşturmamız gereklidir. Bunu anlayabilmek için bir insanın parçanın bütüne göre
değerinin göreli olduğunu bilmesi gerekir. Örneğin; insanın içinde yaşadığı maddi ve
manevi gıdasını aldığı toplum karşısındaki yeri.
İnsanın, kendisini içinde yaşadığı, ona hizmet eden ve ihtiyaçlarını karşılayan
toplumdan soyutlarsa yaşamaya hakkı olmadığını gerçekler kanıtlamaktadır. Buradan
hareketle, bir insan her şeyden önce bir toplum içinde yaşamak üzere yaratılmıştır. Her
bir birey tek bir mekanizma içinde yer alan küçük bir dişlidir. Bağımsız olarak bu
dişlilerin hareket etme özgürlükleri yoktur. Bir yönde hareket eden tüm dişlilerin genel
devinimi içinde yer alır ve bu sayede mekanizma kendisine verilen görevi yerine
getirebilir. Dişlilerden birisi kırılırsa, bu sadece tek bir parçanın kırılması olarak
algılanmaz. O parçanın tüm mekanizma içinde oynadığı role göre değerlendirme
yapılır.
Benzer şekilde, her bir bireyin toplumdaki değeri de kendi başına ne kadar iyi
olduğuyla değil, onun topluma ne gibi katkılar yaptığıyla ölçülür. Bunun tersi
düşünüldüğünde de kişinin kötülük derecesini ölçmeyiz. Bunun yerine onun topluma
verdiği zararı kale alırız.
Hem doğruluk hem de iyilik bakımından bu gün gibi açıktır; çünkü bütünün sahip
olduğu şeyler küçük parçalarda olanlardan ibarettir ve bütün toplumun yararına olan
şey her bir bireyin de yararınadır. Topluma zarar veren kişi aslında kendisine zarar
vermektedir. Topluma faydası olan kişi de, bütünün bir parçası olması nedeniyle bu
faydadan payını alır. Toplamın değeri küçük parçaların toplamından meydana gelir.
Bu da gösterir ki birey ve topluma aynı ve tek şeylerdir. Bireyin topluma tabi, ikincil
olmasında herhangi kötü bir şey yoktur; çünkü bireyin de toplumun da özgürlüğü aynı
şeyi meydana getirir. İyi ve kötü özellikler ve eylemler onların topluma faydaları
oranında değerlendirilir.
Bu söylenilen durumun toplumda kendi üzerine düşen görevleri yerine getiren,
toplumdan ihtiyacı olanı kadarını alan ve üstlerinin paylarına tecavüz etmeyen bireyler
için geçerli olduğunu söylemeye gerek yoktur. Ama toplumun bazı bireyleri farklı
davranırlarsa hem kendilerine hem de topluma zararlı davranırlar.
Tüm bu söylenilenler düzeltilmesi gereken şeyin zayıf noktasına ışık tutmaktan
ibarettir. Bu yolla herkes kendi faydasının ve toplumun faydasının tek ve aynı şey
olduğunu ve dünyanın bu yolla ancak düzelebileceğini anlayabilir.
Dört kategori: birey ve toplum açısından merhamet, doğruluk, adalet ve barış
İyiliğin gerçek anlamını kavradığımıza göre şimdi de mutluluğu daha hızlı
yakalayabilme araçlarımızı kontrol etme yöntemlerimize daha yakından bakabiliriz.
Bu sonuca ulaşmak için kontrolümüzde olan dört kategori vardır: merhamet, doğruluk,
adalet ve barış. Dünyayı düzeltmeye çabalayan herkes bu dört kategoriyi kullanmıştır.
Daha ziyade, bugüne dek insanlık bu dört kategori içinde gelişmiş ve ilahi takdir
insanları bugün içinde bulundukları duruma getirmiştir.
Yukarıda söylendiği gibi yapabileceğimiz en doğru şey gelişim yasasını kontrol
edebilmeyi kendi elimize almaktır. Böylelikle tarihin bizim için gelecekte hazırladığı
acılardan kurtulabiliriz.
Bu çerçevede bu dört kategorinin şimdiye dek bizlere neler sağladığına bakalım ve
sonuç olarak da bunların gelecekte ne gibi faydaları dokunabileceğini anlayalım.
“Doğruluğu” sağlamada yaşanan pratik güçlükler
Pozitif özellikleri teorik bakımdan incelemeye kalktığımızda en ideal olanı
“doğruluk”tur. Birey ve toplum arasındaki karşılıklı bağımlılığı ele alarak, bireyin
topluma verdiği ve içinde faaliyet gösterdiği toplumdan hakkı olan payı aldığı şeklinde
tanımladığımız “iyilik” tam da “doğruluk” denilen şeydir. Bu her zaman için istenilen
şeydir, çünkü uygulamada bu ilke toplumda kabul görmemektedir. Uygulamada
doğruluğun eksikliği önceden belirlenmiştir. Toplumun bunu kabullenememesine neden
olan bir kusur, bir noksanlık vardır ve biz bunun ne olduğunu bulmalıyız. Doğruluğun
uygulamada sağladığı yararı derinlemesine incelemeye kalktığımızda bunun son derece
muğlâk, anlaşılması güç ve görülmesi zor olduğunu anlarız.
Doğruluk bizlerin toplumdaki herkesi eşit kılmamızı gerektirir, böylece her birey kendi
çabası doğrultusunda hak ettiği karşılığı alacaktır, ne daha eksik ne de daha fazlasını.
Bu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek en temel dayanak noktasıdır. Açıktır ki başkasının
gerçekleştirdiği çabalardan fayda sağlamak isteyen kişinin eylemleri hem ortak bilinçle
hem de doğruluk kategorisiyle çelişkilidir.
Peki, bu kategoriyi toplum tarafından kabullenmesi için nasıl yorumlamalı ve
anlamalıyız? Örneğin herkesin eşit saatte çalışmasını mecburi kılarsak doğruluk
kategorisi yine bizden uzakta kalmış olacaktır. Dahası, çalışanın fiziki ve manevi
durumuyla alakalı olarak açık bir yalanla karşı karşıya kalacağızdır.
Doğal olarak her birimiz eşit miktarda çalışamayız. Zayıflığı dolayısıyla, arkadaşının iki
veya daha fazla saatte harcadığı enerjiyi aynı işi yapmak için bir saatte harcamak
durumunda olan bir insan her zaman için olacaktır.
Bir de psikolojik sorun vardır, çünkü tembel kişi bir başkasının iki saatte harcadığı
enerjiden çok daha fazlasını bir saatte harcar. Mutlak doğruluk açısından bakarsak,
toplumun belli bir bölümünü yaşamın gereklerini karşılamak için toplumun geri
kalanından daha fazla çalışmak zorunda bırakamayız.
Gerçek hayatta toplumdaki güçlü ve girişimci kişiler diğerlerinin emeğinden
faydalanırlar ve kötü niyetle bunu kullanırlar, bu açıkça doğruluk kategorisiyle çelişen
bir durumdur. Toplumun zayıf ve tembel üyeleriyle karşılaştırılınca bu kişiler çok az
çaba sarf etmektedirler.
Eğer çoğunluğun haklı olduğu teorisinden hareket edersek, çalışma saatlerine
dayanarak doğrunun bulunmasının gerçek dışı ve uygulanamaz olduğunu görürüz.
Zayıf ve tembel olanlar her zaman toplumun daha büyük kısmını oluşturacaktır ve
hiçbir zaman daha güçlü ve çalışkan olan azınlığın emeklerinin meyvesini almasına izin
vermeyeceklerdir.
Açıktır ki bireyin çabasına dayanarak oluşturulan ilke tamamen elverişsizdir. Doğruluk,
bireyin ve toplumun ilerlemesinde belirleyici olan anahtar unsur olamaz. Bütünüyle
düzeltilmiş bir dünyada yaşam koşullarını sağlamak için bir şeyler eksiktir doğrulukta.
Doğadan daha net bir doğruluk olmadığını görerek daha büyük güçlüklerle karşılaşırız.
Her insan doğal olarak Yaratanın dünyasında tek hâkimin kendisi olduğunu düşünür.
Kendisi dışındaki herkesin ve her şeyin yaratılmasının kendi hayatını kolaylaştırmak
üzere olduğuna inanır. Böylece, karşılık olarak bir şey verme gereğini hissetmez.
Açıkça söylemek gerekirse, herkesin doğasında kendi dışındaki her varlığın yaşamını
kendi yararına kullanma vardır. Kişinin komşusuna verdiği şey aslında mecburen,
zorunluluktan verilmiştir. Ama bu durumda bile arkadaşından daha avantajlı çıkar. Bir
başka kişinin de ona istediğini vermesi için basitçe kurnazlığa başvurur.
Bu demektir ki her bir dalın kökle derinden bir bağlantısı vardır. İnsanın ruhu tek
Yaratanın ruhundan çıktığı için, insan dünyadaki tüm canlıların kendisine hizmet için
yaratıldığını ve kendi hükümranlığında olduğunu sanır. Bu kural tartışılmaz ve
bozulamaz.
İnsanlar yaptıkları seçimlere göre birbirlerinden ayrılırlar. Birisi yaratılışı en temel
zevkleri elde etmek için, diğeri iktidar için, bir diğeri de onur ve saygı için kullanır.
Dahası, eğer çok pahalıya mal olmasaydı herkes dünyayı tamamen, her şeyiyle elde
etmek için çabalardı: zenginlik, iktidar ve şöhret. Ama insan yetenekleri ölçüsünde
seçimini yapmak zorunda bırakılmıştır.
Bu yasa “teklik” yasası olarak adlandırılabilir, insanın kalbinde iz bırakmıştır. Hiç kimse
onun etkisinden kaçamaz, herkes payına düşeni alır, büyüklüğüne göre büyük bir pay,
küçüklüğüne göre küçük bir pay alır. Bu yasa ne iyi ne de kötüdür, doğanın gerçekliğini
yansıtır ve yaratılışın her bir parçası gibi varlığını devam ettirme hakkına sahiptir. Tüm
insan ırkını ortadan kaldırmak üzere hiçbir şans olmadığından, bu yasayı da ortadan
kaldırmak veya hafifletmek olanağı yoktur. Bu doğrultuda bu yasanın “mutlak
doğruluğu” temsil ettiğini söyleyerek kendi bilincimize karşı hareket edemeyiz.
Nasıl olur da dünya üzerinde bir insanı, o insan tüm toplum üzerinde hak sahibi olmak
isterken toplumun her bir üyesiyle eşitliğe ikna edebiliriz? Anlatılan bütün şeylerden
sonra insanın doğasında bununla çelişen başka bir şey daha olduğu söylenemez.
Artık, nihai düzeltmede olduğu gibi herkesin anlaşması için doğruluk kategorisine
dayanarak bir insanı veya bir toplumu mutlu kılabilmenin imkansız olduğunu görmüş
bulunuyoruz.
Doğruluk kategorisi yerine diğer kategorilerin kullanılması
Şimdi de geriye kalan diğer üç kategori üzerinde çalışalım: merhamet, adalet ve barış.
İlk bakışta bunlar, dünyamızda oldukça kırılgan ve nazik olan doğruluğu desteklemek
için yaratılmamışlardı. Bu noktadan hareketle tarih toplum yaşantısını örgütleme
yönündeki ağır ve adım adım devinimine başladı.
Teorik olarak toplumun bütün üyeleri doğruluk kategorisini koşulsuz olarak
kabullendiler, ama uygulamada anlaşmayı çiğneyerek ona karşı çıktılar. Doğruluk
gelmiş geçmiş en hilekar insanlar tarafından kullanılageldi. Zayıf ve dürüst insanlar
arasında olmadığından onlar tarafından çok küçük bir ölçekte kullanıldı.
Kendilerine doğruluk kategorisine göre davranamadıklarından zayıf ve sömürülenlerin
sayısı giderek arttı. Bu da merhamet ve adalet gibi başka kategorilerin doğmasına yol
açtı, çünkü toplumun kuruluşu toplumun varlığına zarar vermemek için güçlü ve şanslı
olanların zayıf ve güçsüz olanları korumalarını gerektirmektedir.
Bu koşullarda zayıf ve sefil olanların sayısı öylesine artmaktadır ki, bu sayı bir süre
sonra güçlü olanları tehdit edecek ve toplumda ihtilaflarla ayrılıklara yol açacak düzeye
erişmektedir. Bu da bir kategori olarak barışın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yani
tüm bu kategoriler; merhamet, adalet ve barış kategorileri, doğruluğun zayıflığından
ötürü ortaya çıkmışlardır.
Bu, toplumun gruplara ayrılması sonucunu doğurmuştur. Bazıları merhamet ve acıma
kategorisini benimsemiştir; örneğin mallarının bir bölümünü daha şanssız olanlara
bağışlamak gibi. Diğerleri doğruluk kategorisini benimseyerek “benim olan benimdir,
seninki de senin” anlayışına göre hareket etmişlerdir.
Açıkçası, bu iki kategori “inşa edenler” ve “yıkanlar” olarak adlandırılabilir. İnşa edenler
toplumun yararını düşünen ve bu nedenle de sahip olduklarını diğerleriyle paylaşmaya
hazır olanlardır. Yıkmaya eğilimli olanlar doğruluk kategorisini, yani “benim olan
benimdir seninki de senin” anlayışını daha uygun bulmaktadırlar. Başkalarının iyiliği
için bir şeyleri feda etmeye hazır olmayanlar, toplumun varlığı tehlikede bile olsa
mallarını korumayı tercih etmektedirler.
Barış için umut
Dış etkenler bu iki grubu karşı karşıya ve yıkım noktasına getirdiğinde, toplumda “barış
inşa edenler” ortaya çıkmıştır. Bu insanlar saldırı kuvvetini reddetmişler; toplumda bir
arada yaşamak için yeni ve adil (kendi bakış açılarına göre adil) ilkeler geliştirmişlerdir.
Ama kural olarak “barış inşa edenler”, “yıkıcılar” kategorisindendir; yani doğruluk
taraftarlarından ve “seninki senindir benimki de benim” diyenlerin arasından
çıkmaktadır. Güçlü ve girişimci olarak toplum onların fikirlerine uymadığında hem kendi
hem de toplumun yaşamını feda edebileceklerindendir.
Aynı zamanda kendi hayatlarının ve toplumun hayatının herşeyin üzerinde olduğuna
inanan merhametli ve vicdanlı “inşa edenler” toplumun kendi düşüncelerine uyması
için kendilerini veya toplumu tehlikeye atmaya hazır değillerdir. Bu insanlar genellikle
korkak veya yumuşak kalpli olarak adlandırılan toplumun zayıf kanadıdır. Risk almayı
göze alabilenler ancak kazandıkları için, “barış inşa edenler”in de “yıkıcılar” arasından
çıkması son derece normaldir.
Tüm bu söylenilenlerle birlikte açıktır ki jenerasyonumuzun sabırsızca arzuladığı barış
umudu hem “özne” hem de “nesne” bakımından değersizdir.
“Barış inşa edenler” her jenerasyonda “özne” durumundadırlar; örneğin tüm dünyada
barışı sağlayacağına inanılan insanlar. Bu nedenle de insanların “yıkıcı” özellikte
olanları arasından çıkarlar ve doğruluk ilkesine bağlıdırlar; örneğin “benimki benimdir
seninki de senin” ilkesine göre yaşarlar.
Doğal olarak bu insanlar hem kendi hem de toplumun yaşamını tehlikeye atabildikleri
için avantajlı olarak düşüncelerini savunurlar. Bu da “inşa edenler”e, barışı sağlamak
için korkaklıklarıyla, sahip olduklarını diğerleri ile paylaşmaya hazır olan merhamet ve
vicdan bağlılarına karşı her zaman üstünlük kurmaları için onları güçlü kılar.
Sonuçta merhamet ihtiyacı da barışı inşa etmek de birbirleriyle özdeş olduklarından
dünyayı yok etmek de barış istekleri de aynı şeylerdir. Bu nedenle yıkıcıların barışı
sağlayacaklarını umut etmek imkânsızdır.
Barış umudu “nesne” bakımından (örneğin barışın varolması için gerekli koşullar
bakımından) tamamen temelsizdir; çünkü bir bireyin mutlu bir yaşam sürmesi için
gerekli olan yaşam koşulları doğruluk kategorisine göre henüz sağlanamamıştır. Sayıca
çok fazla olmasa da toplumun önemli bir parçası, içinde yaşadığı koşullardan
memnuniyetsizdir ve memnuniyetsiz olmaya da devam edecektir. Kuşaktan kuşağa
birbirlerinin yerini alan barış inşa edenler için bu insanlar sürekli olarak hazır bir destek
olacaklardır.
Belirli bir toplum için ve tüm dünya için barış
Tek bir toplumda barış ve tüm dünyada barış kavramlarını birbiriyle birlikte kullandığım
için kafanız karışmamalı; çünkü tüm dünyanın tek bir toplum, tek bir birey gibi
düşünülebileceği seviyesine geldik. Diğer bir deyişle, her bir birey tüm insanlık
tarafından destek gördüğünden ötürü tüm dünyayı düşünmek ve ona hizmet etmek
mecburiyetinde kalır.
Büyük bir makinedeki küçük bir dişli ile bireyi karşılaştırarak onun topluma
bağımlılığını ortaya koyduk. Böylece bireysel ve toplumsal refahın aynı şeyler olduğu
da açığa çıktı. Bunun tersi de doğrudur. İnsan kendi iyiliğine dair ne kadar özenliyse
toplumun refahını da aynı ölçüde düşünür.
Bu toplumun kapsamı nedir? Bu, bir insanın ihtiyacını karşıladığı alan içinde belirlenir.
Örneğin eski çağlarda bu, bir ailenin yaşam alanı kadardı. Yani bir insan ona ailesinin
verdiğinden başka bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Sonuç olarak da ailesinden başka
kimseye bağımlı olmak zorunda kalmıyordu.
Daha sonraki dönemlerde, aileler küçük köylerde ve kasabalarda yerleşmeye
başladığında, kişi köylüsüne veya kasabalısına bağımlı olmaya başladı. Daha sonra,
köyler ve kasabalar büyüyerek ülkelere dönüştüğünde kişi kendi ülkesinden olan
yurttaşlara bağımlı olmaya başladı.
Bizim kuşağımızda da her bir bireyin refahı pratikte tüm dünya ülkelerince
karşılanmaktadır. Büyük bir mekanizmadaki küçük bir dişliye benzer şekilde, birey de
tüm dünyaya bağımlıdır.
Bununla bağlantılı olarak, tek bir ülkede barışçıl şekilde mutlu ve iyi bir düzen
oluşturabilme olasılığı düşünülemez. Bu düzeni dünyanın tüm ülkelerinde
oluşturmadan söz konusu ülkede de oluşturmanın veya da bir ülkede barışı
sağlamadan tüm dünyada sağlamanın yolu yoktur. Bugün ülkeler birbirlerinin
ihtiyaçlarını karşılamak yoluyla zaten bağlı konuma geldiklerinden tek bir ülkede veya
ulusta barışı sağlamanın yollarından konuşmanın anlamı yoktur. Bu yollar tüm dünya
için düşünülmelidir.
Bu gerçek bilinmesine ve yeterli düzeyde de hissedilmesine rağmen, insanlık yine de
tam olarak bu gerçeğin farkına varamamıştır. Peki, ama neden? Çünkü doğadaki
gelişime göre eylem bir fenomenin anlaşılmasından önce gelmektedir. Sadece gerçeklik
her şeyi kanıtlayacak ve insanlığı öne itekleyecektir.
Gerçekte dört kategori birbiriyle çelişkiye düşmektedir
Bahsedilen dört kategori: merhamet, doğruluk, adalet ve barış bizim doğamızda
varolan şeylerdir. Bunlar, gelişimin veya eğitimin sonucu olarak insanın doğasında diğer
insanlardan gizlenen ve birbirleriyle çatışan şeylerdir. Merhamet kavramını, örneğin,
soyut şekilde ele alırsak onun gücünün diğer tüm kategorileri alt edeceğini görürüz.
Merhamet kavramının kurallarına göre diğer kategorilerin dünyada yeri yoktur.
Merhamet, “benimki senindir seninki de senindir” durumunu meydana getirir. Tüm
insanlığın bu ilkeye göre hareket etmesi sağlanırsa adalet ve barışın değeri ve
mükemmelliği yok olacaktır. Karşılığında hiçbir şey almadan herkes sahip olduklarını
arkadaşına vermeye hazır olduğunda insanı yoldaşına yalan söylemeye iten unsur da
ortadan kalkacaktır.
Doğruluk ve yalancılık birbiriyle bağlı şeyler olduğundan, prensip olarak doğruluk
kategorisi hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Dünyada “yalan” diye bir kavram
olmadığı müddetçe “doğruluk” kavramı da olmayacaktır; doğruluğu desteklemek üzere
ortaya çıkmış olan diğer kategorilerin de yok olacağını söylemeye gerek bile yoktur.
“Benim olan benimdir seninki de senin” olarak ifade edilen doğruluk ilkesi merhamet
ile çelişir ve ona müsamaha gösteremez. Doğruluk ilkesine göre “ çalış ve komşuna
yardım et” ilkesi yanlıştır; çünkü bu anlayış insanı yozlaşmaya iter, ona başkalarını
kullanmayı öğretir. Bunun yanı sıra doğruluk insanlara kötü zamanları atlatmak için bir
şeyler biriktirmelerini ve böylelikle başkalarına yük olmamayı gösterir.
Dahası, mülk söz konusu olduğunda akrabaları veya mirasçıları olmayan insan yoktur,
doğruluk ilkesine göre bu kişilerin diğerlerine göre önceliği vardır. Sahip olduklarını
diğer insanlar arasında dağıtan kimse akrabaları veya mirasçıları karşısında, onlara
hiçbir şey bırakmazsa bir yalancı konumuna düşer.
Barış ve adalet de, barışın bir toplumda gerçekleştirilebilmesi için birçok şartın yerine
getirilmesi gerektiğinden birbirleriyle çatışırlar. Zeki ve çalışkan olanlar giderek
zenginleşecek, tembel ve işe yaramaz olanlar ise fakir olarak kalacaklardır. Böylece çok
çalışan kişi hem kendisine düşen payı hem de tembel olanınkini alacaktır. Tembel
kişiler dilenmeye başlayana kadar çok iyi bir hayat sürdürecektir.
Tembel, işe yaramayan insanı acımasızca cezalandırmak adil değildir; çünkü o hiç
kimseden bir şey çalmamıştır. Takdiri ilahi onlara çeviklik ve zekâ bahşetmemişse
suçları nedir ki? Cezalandırılarak ölümden bile daha kötü olan bir işkenceye mi maruz
bırakılmalılar? Adalet barışın tesisi için bir koşulsa, barış adaletle çelişir.
Mülklerin bölüşümü düzeni adalete tekabül ediyorsa da barışla adalet kavramları
çelişmektedir (örneğin: aylak ve işe yaramayan insanlara ciddi miktarlarda pay
veriliyorsa). Güçlü olanı zorlayan ve aylak olanın onu sömürmesine yol açan bu
uygulama terk edilmedikçe güçlü ve çalışkan olanlar rahat olmayacaklardır. Bu nedenle
de toplumda barış imkânı yoktur; çünkü adalet barışa tezattır.
Bencilliğin (Egoizmin) eşsiz özelliği yıkıma ve yok olmaya yol açar
Özelliklerimizin nasıl da sadece insan toplulukları arasında değil, kendi içimizde bile
çatıştığını açıkça görebilmekteyiz. Dört kategori de insanlar üzerinde eş zamanlı olarak
ve sırayla hâkimiyet kurmakta; öylesine bir savaşa yol açmaktadır ki ortak akıl
aralarında bir uyum ve uzlaşma sağlayamamaktadır.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu kargaşanın nedeni her birimizde varolan “eşsizlik”
duygusudur. Bu mükemmel ve yüce duygunun bize Yaratan tarafından verildiğini
bilmemize rağmen (ki bütün yaratılışın kaynağı odur), bu eşsizlik duygusu bizim dar
düşünceli bencilliğimizle bir araya geldiğinde yıkıcı bir hal almaktadır. Geçmişte de
gelecekte de, dünyadaki tüm talihsizliklerin kaynağı budur. Dünyada bu özellikten
kurtulabilmiş bir insan olmadığı söylenir. İnsanlar arasındaki tüm farklılıklar sadece bu
özelliğin kullanılış biçiminden kaynaklanmaktadır: iktidar, güç veya saygı kazanmak
için vb.
Yine de tüm yaratılanlar arasında ortak olan bir şey vardır: her türlü yolu deneyerek ve
başkasının sahip olduğuna zarar vererek kendi mutluluğunu inşa ettiği gerçeğini
gözardı ederek her birimiz başkalarını kendi menfaatimiz için kullanma arzusu
içindeyiz.
İnsanların eylemlerini nasıl meşru kıldıkları konu dışıdır; çünkü “eylemlerimizi
arzularımız yönlendirir”, bunun aksi ise geçerli değildir. Dahası, insan ne kadar
büyükse ve önemliyse “eşsizlik” duygusu da o denli derindir.
Eşsiz niteliği bir insanın veya toplumun gelişimi için bir araç olarak kullanma
Şimdi de, dünyada barış hâkim olduğunda tüm insanlık tarafından benimsenecek olan
şartlar nelerdir, bireye ve topluma mutlu bir yaşam sağlayacak olan bu şartların sahip
olduğu pozitif güç nedir anlamaya çalışalım. Bunun yanı sıra, insanlığın tüm özel
şartları için bu istekliliğinin gerçekte ne olduğunu bulmaya çalışacağız.
Ama önce her insanın kalbine yeri olan, herkesi ve her şeyi kendi iyiliği için kullanma
arzusunu ateşleyen “eşsizlik” duygusuna dönelim. Bu duygunun kökeni “Yaratan”ın
eşsizliğinden kaynaklanır ve onun vasıtasıyla kendi parçası olan “insanlara” geçer.
Burada cevap verilmesi gereken bir soru akla gelir: neden bu duygu dünyadaki tüm
kötülüğün ve yıkımın kaynağı olacak şekilde çirkin bir halde bizlerde açığa
çıkmaktadır? Bu soruyu yanıtsız bırakmak imkânsızdır.
Gerçek şu ki eşsizliğin iki yönü vardır. Eğer eşsizliğe Yaratanın durduğu yerden
bakarsak, örneğin onun eşsizliğine bir benzerlik meydana getirme faaliyeti gibi, bu
sadece “verme”ye denk gelir, çünkü bu tür bir şey ona ait olan bir özelliktir. Yaratanda
“alma”ya ilişkin bir özellik yoktur, çünkü onun sahip olmadığı hiçbir şey yoktur,
yarattıklarından bir şey almaya ihtiyacı yoktur. Bu nedenle de Yaratanın özelliğinin
bizdeki bir uzantısı olan “eşsizlik” bir armağan olarak, fedakârlık olarak görülmelidir,
bencilce bir alma olarak değil.
Diğer taraftan, bizdeki bu özelliğin uygulamaya geçirilişine baktığımızda, bunun tam
tersi bir yönde harekete geçtiğini görürüz. Bu özellik, bizde kendisini bencil bir alma
olarak açığa çıkartır, örneğin dünyadaki en zengin, en güçlü, eşsiz insan olmak gibi. Bu
iki zıt yön birbirinden tamamen ayrıdır, batı ve doğu kadar birbirinden uzaktır.
Bu da bize yukarıdaki sorunun- Yaratandan, dünyadaki hayatın kaynağından çıkan
eşsizlik özelliği bizlerde yıkımın kaynağı olarak ortaya çıkar?- cevabını verir. Bu özellik
bizlerde yıkımın kaynağıdır, çünkü bizler bu özelliği zıt bir yönde, yanlış olarak, sadece
kendi çıkarımız için kullanırız.
Eşsizlik bizlerde fedakârlık veya bir armağan olarak kendisini göstermeyecektir.
Aramızda, eşsizliği bir armağan olarak kullanan insanlar olduğunu inkâr edemeyiz. Bu
insanlar kendi başarılarını ve sahip olduklarını başkalarıyla paylaşırlar.
Ama bunlar madalyonun iki farklı yönüdür. Yaratışlın mükemmelliğe doğru giden
ilerleyişinin sadece iki yönünü gösterirler. Doğumdan önceki aşamadan başlayarak
yaratılış birbirini takip ederek ilerlemenin basamaklarını izler, ta ki takdiri ilahinin en
üst noktasına erişinceye kadar, başlangıçta takdir edilmiş olan sonsuz mükemmelliğe
erişinceye kadar.
Bu iki farklı yönün ilerleme düzeni, basamakları şunlardır: ilk basamak evrimin ilk
noktasıdır, bu var olmamaya çok yakın olan en alt düzeydir. Eşsizlik özelliğinin ikinci
yönüne tekabül eder. İkinci basamak yaratılışın ulaşacağı, orada kalacağı ve sonsuza
dek istirahat edeceği, daha önceden belirlenmiş olan bir düzeydir. Bu da eşsizliğin
birinci yönüne tekabül eder.
Ama bizim şu anda içinde bulunduğumuz dönem çok gelişmiş bir evredir ve birçok
basamağın üzerindedir. Eşsizliğin ikinci yönüne tekabül eden en alt noktanın epey
üzerinde ve eşsizliğin birinci yönüne tekabül eden noktaya yaklaşmıştır. Dolayısıyla
aramızda eşsizlik özelliğini bir armağan olarak kullanan insanlar vardır. Bu insanların
sayısı azdır, çünkü henüz ilerlememizin ortasındayız.
Merdivenin en üst basamağına ulaştığımızda hepimiz eşsizlik özelliğini bir armağan
olarak kullanacağız, hiç kimse bu özelliği kendi bencil çıkarları için kullanmayı
düşünmeyecek.
Yukarıda söylenilenlerle uyumlu olarak, tüm dünyada barış egemen olduğunda ve
insanlık birinci yönün en üst basamağına ulaştığında, en son jenerasyonun yaşam
koşullarına bakabiliriz. Eşsizlik özelliği bir armağan olarak kullanılacaktır.
Varoluşun bu formunu bizim için bir standart olacak şekilde ve yaşam kargaşasının
ortasında bilincimizin içine işleyecek kadar kendimize örnek almalıyız.
Son jenerasyonun yaşam koşulları
Başlangıç olarak, herkes toplumdaki barışın (yani devletteki barışın) dünya üzerindeki
barışla doğrudan, mutlak bir bağımlılığının olduğunu özellikle anlamalı ve etrafındaki
yakınlarına açıklamalıdır. Sosyal kurallar hepimizi tatmin etmedikçe ve devletin
yönetiliş şeklinden mutsuzluk duyan bir azınlık olduğu müddetçe devlete meydan
okunacak ve yönetim değişikliği talep edilecektir.
Azınlık rejime açıkça meydan okuyacak denli güçlü değilse, bir alternatif vardır, rejimi
dolaylı yoldan ortadan kaldırmak. Örneğin, iki devlet provoke edilebilir ve savaşa
zorlanabilir, çünkü çok doğaldır ki savaş döneminde çok daha fazla sayıda
memnuniyetsiz insan olacaktır. Muhalif azınlık böylelikle belirleyici bir çoğunluk haline
gelebilir, yönetimi yıkabilir ve kendi ihtiyaçlarına daha iyi hizmet edecek yeni bir
yönetimi örgütleyebilir. Böylelikle bir insan için barış, devlet içindeki barışı doğrudan
etkileyen bir unsur haline gelebilir.
Bunun da ötesinde, savaşı bir ticaret ve bir kariyer gelişimi için umut olarak gören
toplumun geçmişten beri varolan bir parçasını ele alırsak (örneğin profesyonel askerler
veya önemli siyasal güce sahip olan silah uzmanları) ve bunları mevcut yasalardan
memnuniyetsiz olan azınlığa eklersek, savaş ve kan dökülmesini arzu eden emre
amade ezici bir çoğunluğa ulaşırız.
Dünyadaki ve tek bir ülkedeki barış birbiriyle karşılıklı olarak bağlantılı olduğu için,
mevcut statükoyla uyumlu olan zeki ve girişimci olan vatandaşlar bile toplumun yıkıcı
unsurlarının yarattığı gerilimden dolayı kendi güvenliklerinden ciddi kaygı duyarlar.
Barışın değerini anlayabilirlerse son jenerasyonun yaşam modelini memnuniyetle kabul
ederler.
Kendi için alırken maruz kalınan acılara karşı keyif
Yukarıdaki anlayışa yakından bakacak olursak, zorluk, doğamızı kendimiz için almaktan
armağan etmeye doğru dönüştürmekten kaynaklanmaktadır, çünkü bunlar birbiriyle
çelişen şeylerdir.
İlk bakışta bu imkânsız gibi görünmektedir. Oysa ki, daha yakından bakacak olursak,
bencilce almak ile armağan etmek arasındaki çelişme psikolojik olmaktan başka bir şey
değildir, çünkü pratikte tüm eylemlerimiz kendimiz için almaktansa armağan etmek
üzerinedir.
Bencilce almayı değişik şekillerde tanımlasak da, örneğin mülke sahip olmak veya
göze, kalbe ve mideye güzel gelen her şeye sahip olmak gibi, tüm bunlar tek bir
kelimeyle ifade edilebilir: “keyif”. Bencilce almanın özü esasında keyif almaktır.
Şimdi şunu düşünün: bir insan 70 yıllık ömrü boyunca tadacağı tüm zevkleri ve de
bunların yanı sıra çekeceği tüm acıları ve zorlukları görebilseydi büyük ihtimalle hiç
dünyaya gelmemiş olmayı dilerdi.
Eğer durum böyleyse, insan yaşamının yüzde yirmisinden keyif alıyor ama yüzde
sekseninde acı çekiyorsa, dünyada ne kazanır? Birini diğeriyle kıyaslarsak, insan
yaşamının yüzde altmışında sadece ama sadece ıstırap çekmektedir.
Ama tüm bunlar kendi çıkarımız için yaptığımız hesaplamalardır. Daha genel bir açıdan
bakacak olursak, insan varlığı ve zevkleri için aldığından daha fazlasını “vermektedir”.
Almak yerine verme yönünde eğilimimizi değiştirdiğimizde bitmeyen acılar yerine daha
fazla mutluluk yaşayabiliriz.
MÜZİK HAKKINDA
Rav Laitman’ın 19 Ağustos 2005 tarihindeki konuşmasından.
Üst dünyaları algılamaya başlayan bir Kabalist farklı bir boyuta girer. Gözlerinin önünde
yeni bir dünya tüm güzellikleri ve zenginlikleriyle belirir. Bu bizim dünyamızda olmayan
bir şeydir. Tümüyle farklı bir manzara görmektedir: bizim dünyamızı harekete geçiren
tüm güçleri ve bedenlerin parçası olmayan ruhları görür. Geçmiş, şu an ve gelecek
gözlerinin önünde serilidir, tüm bunları yaşar ve sonsuzlukla dolu, tüm evreni
hissederek mükemmeliyet hissini yaşar.
Bu derin duygusal tecrübenin sözlerle ifade edilmesi mümkün değildir. Kabalistler
kitaplarında sadece böyle bir gerçeğin nasıl hissedildiğini, izlenimlerini ve keşif
edilebileceğini anlatırlar. İçimizde, kendi gücümüzle, arzumuz, perdemiz,
Reşimotumuz; ruhumuzda var olan herşeyimizle ne tür davranışlar yapmamız
gerektiğini anlatırlar. “Bazı davranışları yapın ve hissedin.” Ancak ne hissedeceğimizi
anlatmazlar, çünkü hisleri aktarmak mümkün değildir.
Bu dünyada da bu şekildedir. Birisine birşey ikram ederken: “Nasıl olduğunu bir
deneyip görün!”, tatlımı yoksa acımı, şöyle ya da böyle kişiye sadece ne tadacağının
ipucunu verebilirsiniz, ya da o hissi nasıl edinebileceğini. Ancak alınan hissin kendisi,
sadece tadan kişi tarafından tecrübe edinir, başka hiç kimse tarafından değil.
Bu yüzden bir Kabalistin bizlere hissettiklerini, neler gördüklerini, nelerle yüzleşip,
nelerin ortaya çıktığını anlatmaları zordur. Dünyamızda maneviyatı yaşamayan birisine
Üst Dünyaların görünümlerini açmak, bir fikri aktarabilmek yada bir resmi
oluşturabilmek ve bir şekilde insanın hissettiği mutluluk ve izlenimleri aktarabilmek için
tek bir iletişim aracı vardır – ses.
Ancak, sesler bile izlenimleri kesin olarak aktaramaz, çünkü aynı Kelim’e, arzulara, algı
organlarına ve Üst Dünyaları edinmiş ve hisseden Kabalistlerin iç duyu organlarının
özelliklerine sahip değiliz. Sesler bizlere bir izlenimin benzetmesini, zayıf bir taklidini
verir.
Bu nedenden dolayı çok derin makaleler ve anlaşılması çok zor olan kitaplar yazmanın
yanı sıra, şarkılar ve melodilerde yazarlar. Bu bir Kabalist’in hislerini seslerle, kelimeler
olmadan direkt kalpten, daha bütün bir şekilde, aktarmasıdır. Bu sesler böylelikle
kalbimize girer ve bizleri bir şekilde değiştirir, bir şekilde bizleri Üst Dünyalara akort
eder.
Her birimizin içinde bir ruh vardır. Bir Kabalist’in ruhu düzgün sesler çıkaran ve doğru
şekilde çalışan bir müzik aleti gibidir, Davut’un kemanı gibi. Bu resimlerdeki gibi
sıradan bir keman değildir, Kabalist’in iç Kli’sidir ve içinde yaşadığı gerçeğin hislerini
seslerle iletebilir. Bu yüzden Kral Davut, Üst Dünyaların izlenimlerini tümüyle anlatan
ilahi yazılar besteleyip yazabiliyordu.
Bizim neslimizin en büyük Kabalist’i olan Rav Yehuda HaLevi Aşlag’dan (Baal HaSulam
– bu ismi Zohar kitabına olan yorumu vasıtasıyla almıştır, Sulam – merdiven) bizlere
çok büyük bir hediyesine sahibiz. Melodilerinde, Üst Dünyalara giden basamakların
bütün hislerini anlattı.
Bu melodileri dinleyerek, Üst Gerçeğin hislerine yakınlaşırız, sanki o dünyalara girer
gibi. Elbette kişi dersleri dilerken ve kitapları çalışırken edindiği iç özelliklerden
mahrumdur. Ancak, her halükarda kişi ne kadar biliyor olsun ya da olmasın, ne kadar
zamandır çalışıp çalışmadı önemli değildir; sesler manevi bir hissin yaşanmasında en
direkt, kısa ve kolay yoldur.
Üst Dünyalarda, Kabalist hangi hallerin iyi yada kötü olduğunu hisseder, negatif ve
pozitif güçleri; bunların arasında yaşar ve hem onları idare eder hem de onlar onu
idare eder. Bu bizim dünyamızda hissettiğimiz şeylere çok benzer. Kabalist tüm bu
halleri melodilerle aktarır.
Bu yüzden bazı melodiler kişiye çok üzgün ve bazıları çok neşeli gelebilir. Ama bunları
biz gerçeğimizde böyle duyuyoruz. Bir Kabalist bu melodileri dinlediğinde içinde
uyandırdığı resimler ve hisler sadece ona heyecan verir.
Bu sesler üzgün gelebilir; melodi üzücü olabilir, ama gerçekte üzücü değildir, heyecanla
doludur, sadece kendi duyumuzda bize üzgünlük olarak gelir, sanki melodiyi
besteleyenin bir eksiklik hissettiği izlenimi gibi. Bu bize böyle gelmekte, çünkü biz
dünyamızda harfleri kullanırız, notaları, eksiklerimizin hazlarını, Kelim’i, bunları
dolduran Işığı değil. Sadece Kelim’i hissedebiliriz, Işıkları değil.
Ama her durumda, kişi bu müziği dinler, zamanla bu Kelim’in Işıkla dolduğu duruma
gelir. Kişi o zaman Kabalistlerin hissettikleri aynı hisleri hisseder.
Ümidim hepinizin bu yüce hisleri, tüm üst dünyaları, Yaratan’ı, ruhu dolduran Üst Işığı,
kollektif Klimizi bu 125 ilahi melodinin her birinde yaşamanız. Rav Yehuda Aşlag (Baal
HaSulam) bizleri düşünmüştü. Bu hislere yakınlaşmamız için bizlere bu melodileri
bıraktılar. Bu melodileri dinleyelim ve Üst Dünyalara girmek iç hislerimize yansıtalım.
Bınei Heihala
Bınei Heihala “Kral’ın Sarayının oğulları”, demektir. Kral’ın Sarayı Bina’dır – ihsan
etme özelliği, Yaratan’ın gücü, maneviyat. Oğullar Yaratan’ın özelliklerine benzemeyi
isteyenlerdir, O’na benzemek isteyenler. “Oğul” (Ben) kelimesi, “anlamak” (Havana)
kelimesinden gelir. Yaratan’ı anlamayı arzulamaktadırlar ve bu anlayışla O’na
yakınlaşmayı ve hissetmeyi.
Dolayısıyla, Bınei Heihala, Kral’ın Sarayında O’nunla bütünleşmek isteyen ruhlardır.
Bunun için tüm ıslah sistemini geçmeye razıdırlar, kendilerini baştan sona değiştirmeye
– yaratıldıkları doğadan Yaratan’ın doğasına, yazdığı gibi: “İsrailoğulları Tanrı’larının
yüksekliğine döndü.” Bu şarkı bununla ilgili.
Bu seviyeye ulaşıp Bınei Heihala’ya ulaşmaya Son Islah denir. Bu yüzden bu şarkıyı
Şabatta, Minçha - akşam duasında söylerler. Şabat yükselişleri simgeler, tüm dünyanın
Üst Dünya’ya yükselişine, ve sonrada hepimiz Kral’ın Sarayına gireriz.
Tüm insanoğlunun gelişiminin sonunda bu şekilde olacak – Son Islah. Ancak bugün bu
koşulu edinmekte olan ruhlar var. Bu dünyaların Şabatta üç yükselişinde ifade edilir.
Kişisel ıslahlarından geçenler, Kabala çalışanlar, Şabatta üç yükseliş hissederler. İlk
yükseliş akşam olur – Şabatın gelişinde; ikincisi – ertesi gün, Şabat sabahı ve
üçüncüsü, en büyük olan günün sonunda Minçha’da, Şabat’ın bitiminde. Ve sonra bu
en yüksek safhada, Bıney Heihala’yı söyleriz.
Bu melodinin sözleri kutsal Ari tarafından yazılmıştır, ve melodisi Baal HaSulam
tarafından bestelenmiştir. Baal HaSulam ve Ari’nin bütünleşmesinden dolayı tek bir
eserdir, bu şarkıya girdiğimizde bir Kabalistin son ıslah öncesi çıkabileceği en üst
seviyede hissettiklerine ulaşırız, bunun yanısıra tüm dünya o Saraya yükselir.
Dolayısıyla bu şarkı çok yüksek bir şarkıdır, yükselişin marşı gibi. Bu safha şu ana
kadar sadece Kabalistler tarafından edinilmiştir ve sonra beklediğimiz gibi tüm
insanoğlu edinecektir.
Ki Hilatzta Nafşi
Ki Hilatzta Nafşi ilahilerden kelimelerdir. Bu kelimeler Davut’un ruhunun son ıslaha
yükselişi esnasında hissettiklerinin kelimeleridir. Sonra Üst Güce – Yaratan’a şu sözlerle
döndü: Ki Halatzta Nafşi – “Ruhumu kurtardığın için teşekkür ederim.”
Bu şarkının melodisi Hocam tarafından bestelenmişti, neslimizin son büyük Kabalisti,
Rav Baruh Şalom HaLevi Aşlag (Rabaş). Bu şarkıyı bana birden fazla söyledi.
Belki bu melodi bize üzgün gelebilir, ama işin gerçeği üzücü olmadığıdır, hassastır ve
Bina’ya- ihsan etme hissine giren birisinin hissini anlatır – ağlayışların olmadığı ve
herşeyin sükunet içinde olduğu yer. Rabaş melodisiyle bu konuma girişi aktarmaktadır,
tüm arzuları Üst Güç’e boyun eğer ve içinde egemen olur.
Bu kıs bir şarkı. Üst Güce giren ve orada mutlak sükunette kalan bir adamı anlatan,
sakin bir huzur hakkında söylemekte.
Tızadik Ke Tamar İfrah
Temelde, her şarkıda iki hal vardır. Biri Kli’nin içinde bulunduğu hal, insanın üzerinde
çalıştığı ruhu, ıslah edilen, sonra da mutluluk heyecan edinimi ve şimdide bu
mutluluğuyla şarkı söylemesi.
Bu yüzden Tızadik ke Tamar İfrah’da önceki halden olan doyumun eksikliği vardır,
ızdırap çektiği durum, arayışı, böyle olması gerektiğini bildiği safhaya gelmesi, zira
erdemli bir kişi bu süreçte geçirdiği tüm safhaları haklı çıkardığı bir safhaya gelir.
Dolayısıyla daha önceki halinden ve zıtlığından kaynaklanan mesafe hissi, Kral’ın
sarayına girerken, Üst Dünyalara, yükselişi o anki halinde duyduğu haz bir melodi
oluşturur.
Bu his birbirine iki zıt halden oluşur: önceki hali olan, Üstten ümitsizce en uzak olduğu
koşul ve şimdi O’nunla bütünleştiği koşul.
Bu şarkının özel olmasının sebebi kişinin minnettar olduğu şey içinde bulunduğu hal
olmamasıdır. Daha ziyade kişi haktan yana olduğu için minnet duyar, şöyle ki
yolundayken başına gelen herşey için Yaratan’ı haklı görür. Şimdi geçirdiği tüm
safhaların nedenini ve gerekliliğini görür. Görür ki bunların hepsi Yukarı’dan onun için
yükseldiği bu seviyeyi edinmedi için hazırlanmıştır.
Hasal Seder Pesah
Hasal Seder Pesah kişinin yolunun başındayken ki halini ifade eder: enerji doludur, bu
yolculuk için hazırdır ve önünde ıslah sürecinin, ıslah olup Işığı alma döneminin
olduğunu bilir. Ancak Mısır’dan çıkış döneminde, doğasının üzerine çıkarken koşulun
garanti olduğunu görür, Yukarıdan verilen yardımla yapacak gücü olduğunu ve onun
için hazırlanan 49 kapıdan, ıslahtan, Lag Ba Ömer (Ömer’in 33. günü denilen) ve
maneviyatı Ömer’in tüm günlerinden geçerek edinebileceğini ve tüm Kli’si 50. kapıya
hazır olup ışığı almaya hak kazanacağı.
Bu gayet basit bir şarkı. Özellikle kişinin Ömer’in tüm sefirotlarını gidip onları geçmeye
olan hazırlılığını sembolize eder – her sefirada ve 49 halin her birinde yapılması
gereken Kelim’in tüm ıslahı.
Leagid Ba Boker Hasdeha
Leagid Ba Boker Hasdeha tecrübe ettiğimiz hali anlatır. Dünyamızda uykuya daldığımız
zaman bilincimizi kaybettiğimiz, dünyadan ve hayattan koptuğumuz an. Hayattan
kopmuş hissi haline girdiğimiz ve sadece Kista de Hayuta – minimum hayat
seviyesinde olmamız. Aslında (bu şekilde sorabilirsek) uyanıp uyanmayacağımızdan
emin bile olamayız. Peki, neden uyanıyoruz? Birden içimizden bir dürtüyle uyanıyoruz
ve kalkıp hayatımıza yeni bir günde devam ediyoruz.
Bu koşulda kendimizi gerçekten koparıp rüyaya sokmak çok özeldir. Maneviyatta da
buna benzer haller vardır, bunun nedeni fiziksel olarak var olan herşey maneviyatın
sonucudur.
Bu yüzden maneviyatta da “gün”, “akşam” ve “gündüz” adlarında haller vardır ve
bunların hepsinin olmasının sebebi insanın “gün”, “gece” ve tüm zamanları kendi
yaratmasından ve kendisini bu koşullardan geçirmesindendir. Eğer kendisini bu
koşullardan geçirmezsen, kendisini itmezse, ilerleyemez, o zaman vakit geçmez, çünkü
maneviyatta zaman yoktur. Sadece davranışlar, sebep ve sonuç.
Dolayısıyla kişi “uykuya dalana kadar”, yani manevi anlamda, kendisini manevi
gerçekten – Yaratan’dan ve Üst Güçlerden koparana dek bir soru yüzeye çıkar: “Tekrar
uyanması için ne olması gerek?” bu yüzden kişi kendi içinde ıslahlar yaparak tekrar
kendi içinde arzusunu uyandırmak için arzusunu hazırlar. Eğer kişi kendisini doğru
hazırlarsa, Üst Işık arzusuna karşılık olarak gelir ve bu arzuları uyandırır, tıpkı güneşin
bizi sabah uyandırdığı gibi. Ancak yukarıdan gelen Işık olmadan kişinin uyanması
mümkün değildir.
Bu yüzden, “kişi sabah kalkınca” yani tekrar maneviyata (buna maneviyatta “kalkmak”
denir), Üst Gücü över, kişi uyandıran ve yaratılışın amacına ulaştıran, ıslah eden,
sonsuz ışık ve mükemmelliği veren Yaratan’ı. Ve sonra kişi şarkı söyler: “Merhametini
sabah ilan et,” çünkü bu gerçekten Yukarısının kişiyi uyandıran merhametidir.
Valtz
“Valtz” çok özel bir melodidir. Gerçekten klasiktir, valtz tüm özellikleriyle
geleneklerimizle uyumludur. Bu melodi Baal HaSulam’a ait değildir, ama bize onun
vasıtasyıla ulaşmıştır. O bunu kendi Rav’ı ve eğiticisi olan, Pursov’dan Admor’dan
duymuştur. Baal HaSulam ebeveynleri gibi Varşova’da yaşadı. Varşova’ya yakın küçük
bir köy olan Pursov’da Rav’ı vardı. Bir Kabalistti. Baal HaSulam biraz büyüdükten
sonra babasıyla ona gitmeye başladı. Baal HaSulam’ın babasıda Pursov’lu Rav’la
çalışırdı. Zamanla Baal HaSulam büyüdükçe, Pursov’lu Rav onu kendisine daha
yakınlaştırdı ve ona Torah’nın gizli yerlerini anlatmaya başladı; Gımara, Pentateuh ve
diğer sıradan kitapları değil, Torah’nın gizli yanlarını – Kabala ilmini.
O’nun vasıtasıyla Baal HaSulam Yaratan’ın görünümünü edindi, maneviyatı ve Kabalist
oldu. Belli bir süre boyunca Baal HaSulam ona çok yakındı, ancak sonra gördükü
Rav’ının seviyesini geçmişti. Bu noktadan sonra İsrail’e taşındı. Bana bunları Baal
HaSulam’ın en büyük oğlu olan Rabaş anlattı.
Bu melodi Baal HaSulam’a Pursov’lu Rav’dan verilme ve ondan benim Rav’ıma ve ben
ondan öğrendim.
Kel Mistater
Kel Mistater Şabat’ın sonuna doğru söylediğimiz bir şarkıdır, günün sonunda, Şabat’ın
bitimine doğru. Şabat sonu kişiye gelen Şihina’nın (kutsallık) kişiyi gereklilikten dolayı
terk etmesidir, kişi yi karanlıkta bırakmasıdır, doyum kıtlığında, zira bu şekilde Şabatta
hediye edindiği herşey kişiye kendi başına edinebilmesi için enerji kaynağı olur.
Şabata “hediye” denir. Kabalistlerin yazdığı gibi: “İsrail’e iyi bir hediyem var ve onun
adı Şabat. Git ve onlara söyle.” Şabat gerçekten bir hediyedir. Neden? Hediye kişiye
ödül olarak verilmez, çünkü bunun için çalışmamıştır. Hediye ona sevgiden dolayı
verilmiştir.
Şabatda böyledir – üstümüzden Yukarının gücü gelir ve buna Şabat denir. Elbette ki bu
bir Kabaliste gelir, Yaratan’a yakınlaşmayı arzulayan birisine, kendisini manevi gelişime
adayan birisine, sıradan bir insana değil. Üst Güç kişiye yukarıdan gelir ve kişi
kaçınılmaz olarak bunun vasıtasıyla uyandırılır. Bazı hisler yaşar, henüz sahip olduğu
Kelim’in hak etmediği olağanüstü hisler, ancak kişiye hediye olarak verilmiştir.
Kişiye yükselişi verilir, manevi açılım, ancak belli bir süreden sonra bu his zayıflar ve
sona erer. Sonra kişi Kel Mistater der—“Yaratan gizleniyor” “Sen, Yaratan bana kendini
Şabatta bir hediye olarak gösterdin ve şimdi tekrar benden ayrılıp gizleniyorsun.
Bunun düşük günlerde bile seni açığa çıkarmamı sağlayabilmek için gerekli olduğunu
biliyorum, yani gizli olduğun zamanlarda, haftanın günlerinde olduğum – kutsallıktan
uzak halimde. Ama tüm günlerin Şabat’ın derecesinde olmasını sağlamalıyım.” Bu
Yaratan tecrübesi edinmiş bir kişinin şarkısıdır.
Bu şarkı tüm on sefirotun – Keter, Hohma, Bina, Hesed, Gevurah, Tifferet, Netzah,
Hod, Yesod ve Malkut’un hislerini aktarır çünkü kişi bunların için Yaratan’ın özelliklerini
tecrübe edinmiştir, ve şimdi Yaratan gizliliğe girip aradaki mesafeyi açtıkça, tek başına
neyi edinmesi gerektiğini bilir. Bu zaten kişinin içinde Reşimot olarak baştan yazılmıştır,
ve kişi bunun için gerekli olan gücü Şabat’ın koşulunda edinir. Şimdi kişi hafta içinde
kendisini geçmiş Şabat’ın seviyesine yükseltir ve sonraki Şabat gelince kişi için daha
büyük bir hediye olacak. Bu tüm Şabat’ların tek bir Şabat haline gelip Son Islah
seviyesine gelene kadar devam eder.
Baal HaSulam öğrencilerinin sıradan melodiler söylemelerindense Kabalistik melodiler
söylemelerini istemiştir. Bu yüzden hocasının melodilerini ve kendi melodilerini
öğrencilerine öğretti.
Bu melodilerin çoğunluğu “pişmanlık günleri”yle ilgilidir – Roş Haşana (Yeni Yıl) ve Yom
Kipur (Telafi etme günü), bunlar kişinin içinde bulunduğu manevi hallerdir.
Kişinin içinde çağrıştırdığı bu izlenimler ve arzular şarkılarda söylenenlerden çok daha
büyütür. Bu yüzden Baal HaSulam o manevi dereceye daha yakın bir çok yeni melodi
yapmaya çalışmıştır, örneğin Hamol Al Maseşha, Hinei Ke Homer, Be Yad a Yoşer gibi
melodileri Yom Kipur’da söyleriz. Bu seviyeler, bu arzu normal insanların arasında olan
arzudan çok daha güçlüdür.
Ancak bunların hepsi bir Kabaliste ve bu şarkılarla ilham almak isteyen kişiye bağlıdır,
bir şekilde doyumu ve ilhamı henüz edinmemişken edinmek isteyenlere. Ve sonra bu
metodu kullanırlar. Bu yüzden bu melodileri öğretmekteyiz, yeni başlayanlara bile ne
içerdiklerini anlatarak.
Kabalistik müzikte en önemli şey notalar değildir, ama aralarındaki ince ayarlardır.
Öğrendiklerimizden Taamim (tatlar), Nekudot (harflerin altındaki noktalar), Tagin
(harflerin üstündeki taçlar/şapkalar) ve Otiot (harfler) olduğunu biliyoruz. Harfler
nedir? Harfler Kli’nin sonunda Işığın bıraktığı tüm izlenimlerin en iyi nüansıdır. Bunlara
harfler denir – Reşimotun Kli’ye girmesi ve sonra ayrılmasının izlenimleri. Ayrılan
Işık’tan içte ve dışta olan bu kısa izlenimlere, “harf” denir, yani sembol, en büyük
aydınlatıcı parça.
Seslerle de aynı şekildedir. Bu sesleri çaldığımızda, melodileri, bilenle bilmeyen
arasında çok büyük fark vardır, doğru çalanla güzel çalan arasında ve kişinin nelerin
önemli olup olmadığı hakkındaki bilgisini gösterir. Önemli olan şey seste değildir, ama
en küçük semboldedir; sesin nasıl başlayıp bittiğinde, sesin kendisinde değil.
Maalesef, herkes bunu ifade etmeye hazır olmaktan çok uzak. Bana çok yakın değerli
bir öğrencim vardı – Vitalik. Keman çalardı. Bana şöyle dedi: “Tek koşulla çalmaya
razıyım, elimden tutarsan.” Ve bu doğrudur.
KABALA VE MÜZİK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Kabala’nın özü bir gizlilik kılıfına sarılıdır, ancak Kabala’ya olan merak her zaman
olmuştur. Efsanelere göre, Kabala’yı bilen ve sırlarının ustası olan hem dünyamızı hem
de dünyamızı etkileyen dünyaları yönetebilir, geçmişi, anı ve geleceği açığa çıkartabilir.
Kabala evrenin yapısının ilmidir, manevi dünyaların gelişiminin yasalarının ve
insanoğlunun varlığının sebebinin. Kabala insan arzularının çevremize olan etkisinin
ilmidir. Tüm Kabala kitapları hislerin ve arzuların dilinde yazılmıştır. Bu çok özel ve
tümüyle bilimsel bir dildir ve formüller, diyagramlar ve grafik çizimler içerir. Kendi
arzularımızda değişiklikler yaparak dünyayı bir amaçla nasıl etkileyebileceğimizi açıklar.
Bu çizimler ve grafikler vasıtasıyla, Kabala insanın hislerinden bahseder, ruhundan ve
müzikten. Müzik de insanla hisler ve duygular diliyle konuşur; dolayısıyla Kabalaya
yakındır.
Müzik nedir? Bir duygunun gelişiminde yakalanmasıdır. Sadece müzik hislerin
değişimini zaman kapsamında iletilmesine neden olabilir. Bu nedenden dolayı Kabala
müzikleri henüz Yaratan’ı algılayamayanlara, bir Kabalistin hisleriyle ilgili izlenimlerini
yansıtabilir.
İnsanın hisleri ne kadar gelişirse, duyduklarından o kadar haz alır. Hisleri hassas olan
biri kendisine müzikle yepyeni bir dünya açar, mutluluktan ağlatıya değişik duyguları
yaşar. Ve insan hislerini daha da geliştirdikçe, müziğin ilettiğini daha detaylı
hissetmeye başlar. Aynı bu şekilde Kabala çalışan bir kişide içinde maneviyatı
anlamasını sağlayacak bir iç araç geliştirir ve bu araç sayesinde manevi bilgileri
algılamaya başlar. Müzisyenin notalara bakıp müziği hisleriyle duyduğu gibi, bir
Kabalist’de Kabala kitaplarını okurken içinde manevi dünyaları hisseder.
Maneviyatın kapısı açıldığı zaman insanın ilk manevi hissi Yaratan’a olan şükrandır.
İnsan bu üstün gücü hissetmeye başlar ve kendisini nasıl ölü bir hayattan sonsuzluğa
taşıdığını görür, kusursuzluğu ve mükemmelliği bilinçli olarak farkına vardığı bir dünya.
Rav: Baruh Aşlag’ın müziğinde şu sözlerle ilettiği gibi:
"Ruhumu ölümden kurtardığın için teşekkür ederim
Gözlerimi gözyaşlarından
Ayaklarımı cehenneme yürütmekten."
Büyük Kabalistler tüm kitaplarında evrenin sırlarını açıklarlar ve Rav Yehuda Aşlag ve
oğlu Baruh Aşlag’ın müziklerini de dinleme ayrıcalığına sahibiz. Hislerin diliyle,
melodileri manevi hisler ve bilgiler iletir. Rav: Yehuda Aşlag “Zohar” kitabı üzerine
açıklamalar yapıp ilk Kabala çalışma kitabı olan “On Işığın Çalışılması (Talmud Eser
HaSephirot)” adlı kitabı yazdı. Evren’in tüm sırlarını edindi ve bunları melodilerine
işledi.
Ruhun maneviyatta var olduğu yere kökü denir. Ruhların kökleri farklıdır. Ruhlar bizim
dünyamıza iner ve bedenlerde insan şekline bürünür. Ruhların kökleri değişik olduğu
gibi, her ruhun bu dünyada edinmesi gereken amaçta farklıdır. Bu yüzden her beden
sadece ruhun gelişerek amacına ulaşması için bir araçtan farklı değildir.
İnsan maneviyata doğru çekildiğini hisseder, manevi köküne doğru bir özlem. Bunu
şimdi edinmeyi ister, tüm dünyaları bugün hissetmeyi, hala bu dünyada var olurken.
Kabalistik müzikler insanın manevi potansiyelini geliştirir ve açığa çıkarır.
Kabalist melodiler tipik musiki analize tabi değildirler. Klasik müzik açısından
bakıldığında, bu melodilerin dili çok banal gelebilir.
Ancak bu hayatta manevi yükselişe eğilimi olan kişiler, üst dünyaları ve tüm evreni
edinmek isteyen birisi bu müzikte kendisini bilinmeyene doğru çağrıldığını hisseder.
Müziksel anlayışımızın nasıl yapılandırıldığını bilmiyoruz. Neden major akorları
minörlere göre daha farklı ve mantıklı bir duyguyla hissediyoruz? Neden majörleri
minörlere göre daha ferah, açık ve mutlu olarak hissediyoruz?
Mükemmel kulak duyusu olan bir çok müzisyen notalarda renkler, akorlarda ve
tonlarda renkler görür. Kimse bunun nasıl olduğunu bilmiyor; renkler, sesler, tat ve
hisler içimizde oluşuyor. Alıcılarımızın yapısını kimse bilmiyor, bir sürü gereksiz bilgi
algılıyorlar.
Ancak, Kabalistler bu alıcıların insan içinde nasıl işlediklerini bilirler, çünkü ruhun
yapısını biliyorlar. Manevi bilgileri müziğin içerisine işleyebilirler. Bu yüzden Kabalistik
müzik iç dünyayı etrafı saran dünyayla bütünleştirmek için bir araçtır.
Bizim dünyamıza ait olan müziğin içeriği kişiye hastır, bestecinin dünyevi his ve
duygularını yansıtır. Besteciler daima yaratılışın içindeki bulunduğu durumu yansıtmaya
çalışmışlardır, ancak bu çaba kişisel hislerinin tahmininden ileri gitmemiştir.
Sadece Kabalistler tarafından yapılan besteler kişinin sonsuzluk hissine girmesine,
ruhun hareket etme hissini edinmesine ve varlığımızın tüm evrenin sonsuz bir parçası
olduğu anlayışını edindirebilir.
Kabalistik müzik büyük Kabalistler tarafından manevi hislerini ifade etmek için
yazılmıştır. Doğal olarak yüksek bir manevi seviyededir.
Manevi bir hissin unutulması mümkün değildir. Çalınan ve bir kere hissedilen kalır ve
herhangi bir zamanda tekrarlanabilir. Bu his sonra yönlendirilebilir ve rafine edilmiş
duygu tonları yaratılır. Her melodide farklı bir manevi hisse tekabül eden değişik hisler
vardır. Bestecinin içinde olduğu yüksek manevi halden dolayı, her melodi bu dünyanın
dışında olan şeylerden konuşur ve kişiyi yükselterek manevi dünyalara onunla eşlik
eder. Bu müzik dinleyiciyi sonsuzluğa ve mükemmelliğe taşır.
İKİNCİ KEZ DÜNYAYA GELMEMESİ (REENKARNASYON) İÇİN
KİŞİNİN HANGİ DÜZEYE ULAŞMASI GEREKİR?
Soru: Reenkarnasyon geçirmemek için hangi ruhani düzeye erişmek gerekir?
Kabalacılar, barındırdıkları elementlerin hepsini (N-R-N-H-Y: ruhun 5 bölümü, Nefeş-
Ruah-Neşhama-Haya-Yihida) mükemmelize edinceye kadar bütün ruhların reenkarne
olması gerektiğini söyler. Ancak pek çok insan ruhu, bu 5 bölümün hepsine değil,
sadece Asiya dünyasından olan Nefeş bölümüne sahiptir.
Bu açıdan bakarsak, kişinin kendi ruhu içinde, yalnızca sahip olduğu ruhun bir kısmını
düzeltmesi gerektiği söylenebilir. Bu düzeltme yapıldığında zaten ruhun bütünü
düzeltilmiş olacaktır.
Bütün ruhların, ilk insan Adem A’rişon’un ruhunun uzantıları olduğunu bilmek
gereklidir.
Bilgi ağacının günahının sonucunda, ilk insanın ruhu 600.000 ruha bölünmüştür. Eski
kutsal kitaplarda yeralan Adem’ın “ışığı” (Zei’ra Ila’a olarak adlandırılır, aynı zamanda
üst mükemmellik), benzersiz, bütün ve tek iken, günah anında ansızın yayılmış ve pek
çok ışığa parçalanmıştır.
İyi ve kötü (günahtan sonra) birbirine karıştıktan sonra klipanın (saf olmayan güçler)
kutsallığını koruyabilmesi amacıyla geniş bir yapı oluşturulmuştur. Klipadan korunmak
için yaradılışın yedi gününün ışığı çok küçük parçalara bölünmüş ve bu ışık parçaları
klipanın gücünü bastırmıştır. Denizleraşırı bir ülkede yaşayan oğluna yüklü miktarda
altın para göndermek isteyen bir kral vardı. Ülkesinde yaşayanların hepsi hırsız ve
dolandırıcıydı. Hiçbir elçiye güvenilemezdi. Peki kral ne yaptı? Altın paraları küçük
parçalara böldü ve herbir parçayı çok sayıda elçiyle gönderdi. Herbir elçi de bu kadar
önemsiz küçüklükte bir miktar için kralın öfkesini üstüne çekmeyi göze alamadı.
Aynı şekilde, bir grup ruh günler içerisinde, klipanın bilgi ağacı günahı sonrası kuşattığı
bu kutsal kıvılcımları üzerlerine çekebilir.
“Ruhlar” içsel ışığı, "günler" dışsal ışığı temsil eder. İçsel ışık bugüne kendini
yansıtırken, onu çevreleyen dışsal ışık geleceğe yansımada bulunur. Bütün küçük para
parçalarının bir araya gelmesi Adem’in günahı işlediği sırada O’nu saran orijinal ışığı
sembolize eder ve bu bütünlük tekrar sağlandığı zaman düzeltme işlemi tamamlanmış
olur.
Bütün insanlar Adem’in ruhunun küçük bir parçasından doğmuştur. O, ruh bir parçasını
düzelttiğinde reenkarne olma gereğini ortadan kaldırmış olur. Kişi sadece sahip olduğu
bu küçük ruh parçasını düzeltebilir. Kitaplarda: "bir gün diğeriyle, bir an diğer bir anla,
ve bir kişi de bir diğeriyle karşılaştırılamaz. Ama herkes kendi payına düşeni düzeltmek
durumundadır.” diye yazar.
Her doğanın seçme şansı vardır, çünkü kişi dünyaya günahsız gelmez. Kabalacıların
anlattıkları gibi “ hamile kalmayı sağlayan melek (layla adı verilmiştir), damlayı aldı ve
Yaratan’ın önüne getirdi. Yaratan’a dedi ki: “Dünyanın hakimi! Bu damlanın zayıf ya da
kuvvetli, akıllı ya da aptal, zengin veya fakir, kötü veya günahsız olduğu önceden
belirlenemez.”
Kişi günahsız doğmaz, çünkü içindeki iyilik veya kötülük önceden belirlenir, ancak bu
seçim kişinin özgür iradesine bırakılır. Kendi çabası ile herkes kalbini temizlemeli ve
ruhun sahip olduğu parçasını düzeltmelidir. Böylece insan bütün olur.
OYUN
Bizler çocuk olarak nasıl yetiştirildik; insanoğlu nasıl büyür? Oynayarak geliştik.
Aslında, oyun dünyadaki en ciddi aktivitedir.
Doğadaki herşey, oyun temellidir. Büyüyen her hücrede, doğadaki her harekette, eğer
düşük bir durumdan bir yükseğine geçiş varsa, biz bir sonraki duruma çıkan bir
çocuktaki sürecin tamamen aynısını gözlemleriz. Bu her aşamada olur, hatta bitkisel ve
hareketli aşamalarda da.
Var oluşun her aşamasında, eğer oyunun bir elementi yoksa bir aşamadan bir diğerine
değişmek imkansızdır. ‘’Oyun’’ tam olarak ne demek? Bu kendinizi gerçekte
olduğunuzdan daha gelişmiş hayal etmenizi kapsar. Prensipte, bunda garip olan hiçbir
şey yok çünkü büyümek aslında gönüllü, arzu edilir olmalı ve zorunlu olmamalıdır. Her
ne kadar doğa bize güçlü ve herşeyi etkiler, gelişmeye zorlar gibi gözükse de, gerçekte
bu sadece dışarıdan görünendir. İçte, var oluşun her seviyesinde: cansız, bitkisel,
canlı, Yaratan’a karşı aynı gönüllü özlem vardır.
Bizim dünyamız ile manevi dünya arasındaki boşluk kesin ve koşulsuzdur. Bencil bir
durumda, özverili manevi durumu arzulayamayız. Bu imkansızdır; ve bizler bunu
sadece suni olarak hayal edebiliriz. Ancak, bunu suni olarak hayal ederek kendimizi o
durumla özdeşleştirmek için hedef aldığımızı fark etmek zorundayız, bunu o duruma
geçip içinde var olmak için yaparız. Eğer böyle yaparsak, bencil halimiz bize sıkıntı
vermez ve oynamaya karşı nefret hissetmeyiz.
İşin doğrusu, bir oyun olmayacak; bir çeşit yaratılış olacak. Bu tıpkı bizim
kendimizden, farklı bir varlık yaratmamız gibi bir şey. Bunun için yeteri kadar
çabaladığımız zaman, tıpkı bir çocuğun oynarken yaptığı gibi, bizler de başarıya
ulaşacağız. Bir çocuk dener, uğraşır, ama başaramazsa; sonra gene dener ve sonunda
görevi başarır. Eğer biz bu aktiviteye daha çok ve daha çok yatırım yaparsak ve daha
çok çaba sarf edersek, o zaman yukarıdan yeterli bir miktarda ışık bizim üzerimize
gelir, içimizde algının altıncı hissini yaratır, bizi yükseltir, ve bizim için herşeye açıklık
getirir.
Oyun zorunludur. Birinin bir daire içinde durup şarkı söylemesinin ve diğerlerinin
önünde gerçekleştirmesinin biraz rahatsız edici olduğunu anlıyorum. Bunun nedeni
sizlerin eski Kli’niz içinde var olmanız. Bunun ötesine, dışına hareket edin ve bir
sonraki aşamada olduğunuzu hayal ederek davranın. Bir sonraki aşamayı kendi içinizde
güçle oluşturmak zorundasınız, tıpkı bir çocuğun güçlü bir tavırla oynayarak kendini bir
yetişkin olmaya doğru yöneltmesi gibi. Çocuk çok çalışır, ama tıpkı doğanın onu ittiği
gibi biz de kendimizi itmekten sorumluyuz, çünkü bizim doğamız bizleri maneviyata
doğru itmez.
Biz kalbimizdeki noktayı kullanarak kendimizi itmek zorundayız. İçimizde Üst Dünya’ya
ait bir nokta var. Biz kendimizi bu noktanın içinden itmeliyiz.
Bizim oyunumuz niyetimiz. Biz ne yapıyoruz? Yaratan’a, gerçekten doğru ve gerçek
niyet oluşturmak istediğimizi gösteriyoruz. Bu bir çocuğun ‘’ Ben bir yetişkin olmak
istiyorum’’ demesindeki gibi bir niyet değil. Bizler ileri doğru bilinçli olarak gerçek
niyetle hareket etmeliyiz.
Gerçek niyet bir perde; bu ihsan uğruna ihsan etmek için olan niyet. İşte bu şekilde
perde gelişir.
Yaratan insanın içinde Kendi’si için olan bir arzu uyandırır ve aynı zamanda Kendi’ni
gizler, sanki oynuyor gibi, veya biriyle flört eder gibi (flört diye adlandırılan bu oyunun
dünyamızda sadece bir oyun olmadığını gözlemleriz; Üst Köklerden kaynaklanır), ta ki
insan önemli bir arzu geliştirene kadar, Kishui – gerilim. (Din ve Maneviyat [Kabala]
arasındaki Fark, 14 Temmuz 2004)
Oyun, alt bir derecenin daha üst bir derece haline gelmek istemesi gibi ama
hala bunu yapamaması gibi bir durumdur. Sadece onun gibi olmak ister, aynı
bir çocuğun yetişkin birinin davranışlarını tekrarlaması gibi. Alt seviye bu
arzu ile uyumlu olarak Üst Işık’ı çeker, ve Işık düzeltir. Bu alt seviyenin bir
sonraki seviye ile nasıl benzer olduğu ve ona yükseldiğidir.
(Hareket Etme Zamanı, 14 Temmuz 2004)
Bizim gerçek resmin bir parçası olmamamız önemli değil; o anda bizim nerede
olduğumuz önemli değil. Biz küçük çocuklar gibi oynuyoruz. Olgun, büyük olmak
istiyoruz; aksi takdirde buna oyun demezdik. Ama biz sahnedeki oyuncular gibi
oynamıyoruz; burada bir fark var. Oyuncu sahnede canlandırdığı karaktere benzemek
istemez. Bu farklı birşey, sahte gibi ki bu bizim durumumuzda böyle değil. Bizim
oyunumuz bir tiyatro gösterisi değil, ama küçük bir çocuğun oyunu gibi: ‘’Ben böyle
olmak istiyorum’’. Bu büyük bir fark. Ben oynadığım insan olmak istiyorum, bir tür
Othello veya Pygmalion değil.
Ben benzer istekleri olan insanlar bulmaya çalışıyorum ve biz beraber nasıl
yükseleceğimizi, uçan bir halı gibi algının bir sonraki aşamasına nasıl yüceleceğimizi
düşünüyoruz. Ama eğer ben o aşamaya yükselmeye çalışıyorsam, gerçekten deneyip
denemediğimi nasıl bilebilirim? Eğer ortak isteklerim olan dostlarımla berabersem, bu
gelecek duruma çıkmaya başlayabilirim, ondan sonra, belli ki o benim şuan ki
durumum değildir.
Bu hepimizin mevcut durumumuzdan çıkıp, maneviyata girmeye çalıştığımız bir oyun
gibi. Ama bizler çoktan buna giriştik ve aramızdaki bizim iç çabalarımız bu duruma
ulaşmak için, ki bu bizim manevi köklerimizde, manevi durumda zaten var, maneviyat
için bizim isteğimizi doğuruyor. Eğer ben bunu yapmayı reddedersem, daha yüksek bir
manevi seviye için istek geliştiremem veya benim isteğim oldukça yapay olur. Yukarı
doğru yönelmiş olmayacaktır ama beni bir yan yola götürecektir. Daha yüksek bir
seviye görmediğim için bunu asla bilemem.
(Gelecek Toplumun Prensipleri, 19 Eylül 2004)
Bizler bugünden, Gelecek Toplumun olası şeklini araştırabiliriz. Bu bizi neden
ilgilendiriyor? Çünkü bu şekilde daha üst, bizlerin yükseldiği bir aşamayı araştırmaya
başlarız. Bu seviyeye çıkmak ve buna karşı bir çekim hissetmek onun özümsenmesi
anlamına gelir, çünkü üst seviye oyunun bir formu olarak her zaman kendini içimizde
fark ettirir.
Üst seviyenin aşamalı adaptasyonu ve onun iradesi saran ışığı çeker ve bu durum bizi
yukarı doğru çeker ve doğruca içine yerleştirir.
(Odessa Kongresi, 21 Ağustos 2004 akşamı)
Oyunun Kuralları:
Dostların mutlak eşitliği
Bir dosta samimi ve sevilen biri davranmak
Bir dosta herşeyde yardım etmek ve en önemlisi neşeli olmada ve Amacın
önemini fark etmede
Sürekli ve bilerek dostunuzla ilgilenmek
Dünya Grubundan dostlarla bağlantıda kalmak
Herkes bu kuralları zorla uygulamalıdır; zoraki olarak!
Biz seçeneğimiz yok – bunları takip etmek zorundayız!
Biz, düzelmiş durumda, kendimizi bunlara benzer karşılıklı ilişkilere sahip olmaya
zorluyoruz. Böyle yaparak, arzularımızı değiştiren Üst Işık’ı çekiyoruz.
Birey, maneviyatta var olan ilişkileri oynamadan maneviyata ulaşamaz. Bu Aravut’dur
(Güvence).
Eğer ben oyunun kurallarını takip edersem ve, içten bu durumuna ulaşmayı
arzularsam, dostlarımın maneviyat için olan arzularına güvence oluştururum.
HADİ BU OYUNU OYNAYALIM – KENDİMİZİ O GERÇEKLİKTE BULALIM!
İnsanoğlu sadece oynayarak gelişir. Hadi yücelmişi, Yaratan’ın Işık’ı ile doldurulmuş
Tek Kli’nin olduğu durumda var olmayı oynayalım.
Bunu yaparak, “Bizi Kaynağa geri getiren Işık’’ı çekiyoruz ve bu bizi O’na geri
getirecek!
NEDEN MANEVİ BİR ŞEYLER ARIYORUM?
Neden günlük hayatımın verebileceği şeylerden daha fazla bir şey istiyorum? Kabala bu
soruyu şu şekilde sorar: Maneviyata yönelik arzu kişinin içinde nasıl ortaya çıkar?
İnsanoğlu birçok hayat sürecinden geçerek gelişti: önce hayvanlara benzeyen koşulda
gıda- seks - aile ve barınak ve sonra zenginlik- güç- itibar ve bilgi sahibi olma
koşullarından geçerek gelişir.
Gelişimin ilk safhasında, yiyecek, aile, seks ve barınak kişinin tek arzularıdır. Tümüyle
izole edilmiş bir insanın bile bu arzuları vardır ve bunları tatmin etmeye çalışır.
Toplumun etkisiyle oluşan arzular bir sonraki safhada ortaya çıkar (zengin olma
arzusu, güç ve itibar sahibi olmak vs).
Daha sonra, kişide bilgi edinme arzusu ortaya çıkar. Bilim dalları öğrenme arzumuz
büyüdükçe gelişir, herşeyin nereden geldiğini öğrenmek ve köklerimizi keşfetmek
arzusu. Ancak bilim arzusu hala bizim dünyamızın çerçevesinde işler.
Sadece bir sonraki safhada insan gerçek kaynağı öğrenme arzusuna ulaşır, kendi
özünü ve kaynağını, hayatının amacını öğrenmek. “Nereden geliyorum?” , “Ben
kimim?” “Ben neyim?” Bu sorular kişiyi rahatsız ve kafasını sürekli meşgul eder.
İnsanlar doğal olarak egoisttir. Tüm arzularımız kişisel memnunluk ve haz duymamız
için hareket eder. Bize baskı yaparlar ve resmen her hareketimizi kontrol ederler. Bizim
dünyamızda egoizmin son noktası bizim seviyemizin üzerinde bir bilgi edinmektir.
Arzularımızın kaynağı nedir ve nasıl ortaya çıkarlar? Arzuların kaynağı acı çekme
hissidir. Bir arzudan başka bir arzuya geçebilmek ancak bir hazsızlıktan / tatsızlıktan
dolayı olabilir. Eğer dengeli bir halde olsaydım o zaman herşey sakin ve bende sükunet
içerisinde olurdum. Ancak yeni bir arzu ortaya çıkar ve kişi kendisini sanki bir şey
eksikmiş gibi hisseder. Şimdi yeni bir his peşinde koşar ve bu arzuyu doldurmak ister.
Ve bu böylece devam eder durur. Başka bir deyişle kişi her zaman yeni zevklerin
peşinde koşar.
Bu gezegende doğduk, yaşıyoruz ve ölüyoruz ve ardı arkası gelmeyen arzularımızı
tatmin etmeye çalışıyoruz. Ancak birçok hayattan sonra tek bir arzunun kaldığı koşula
geliyoruz: kaynağımızı edinme arzusu, hayatımızın amacını edinmek. Bu tek ve mutlak
arzu kişide uyandığı zaman, geriye kalan tüm arzuları gereksiz ve anlamsızmış gibi
gelir. Kişi depresyona girer, ruhen ve hissen kendisini boş hisseder, sanki hiç birşey
kendisine mutluluk getiremezmiş gibi. Hayat anlamsız ve gerçekten mahrummuş gibi
gelir kişiye. “Hayatımın amacı ne?” “Neden yaşıyorum?” İnsanları Kabala’ya bu sorular
getirir.
GERÇEK ‘’BEN’’ LÜTFEN AYAĞA KALKAR MISIN?
Veli* Kimdir? (*Sıradan insanları anlatmak için kullanılan ibare)
Çoğunluğumuz kim olduğumuz konusunda oldukça kendinden emindir. Aslında, çoğu
zaman biz dostlarımızın da kim olduğu konusunda oldukça eminizdir. Ama ne zaman
ben dostumu ve kendimi anlatmaya başlasam, bu şekilde bir tarif için seçilen kriterler
genelde fiziksel tanımlamalar ile başlar: yaş, cinsiyet, boy, genel yapı, saç rengi, göz
rengi vb.
Bana onun hakkında biraz daha birşeyler anlat. O nasıl biri?
Tabii ki, bu şekilde bir tanımlama bir hayli kısıtlıdır ve kesinlikle anlatılan belirli kişi ile
ilgili gerçek bir aydınlanma vermez ve biz de özelliklerini başka şekilde söylemek
gerekirse, hızlı bir şekilde o kişinin nasıl biri olduğunu anlatmaya devam ederiz.
Daha fazla bilmeye ihtiyacım var! Ne yapmayı sever?
O özelliklerin bazıları o anki çevrelerine, ailelerine, işlerine, diğer arkadaşlarına, nerede
yaşadıklarına vb. bağlıdır. Tekrar, biz tanımımızı eksik buluyoruz. Son olarak, eğer çok
derin kazarsak, en derin kademeyi ortaya çıkarırız: o kişi ne sever. Örneğin, dostumuz
opera veya türküden, futboldan veya beyzboldan, okumaktan veya televizyon
seyretmekten, ailesiyle evde oturmaktan veya dışarı çıkıp bütün gece eğlenmekten
hoşlanıyor olabilir.
Ama bizim burada gerçekten tarif ettiğimiz ne? Bu özellikler, bir kişinin
gerçekleştirmekten hoşlandığı arzulardır. Bizim bir insanı gerçekten tanımaya
başladığımız zaman onun neleri sevdiğini, neleri yapmaktan hoşlandığını, nelerin ona
en çok zevk verdiğini bildiğimiz zamandır. İşte bu nedenden dolayı, bir kural olarak,
bizim en yakın dostlarımız bize zevk veren şeylere uygun olarak en çok ortak noktamız
olan insanlardır.
Başka kelimelerle söylersek, ne zaman dostlarımız ile aynı şeyleri yapmayı seversek, o
zaman daha çok onlarla olmak isteriz. Birinin ‘’kim’’ olduğuna dair son kararımız,
neredeyse her zaman o belirli kişiye has arzulara bağlıdır.
Ben arzularım mı?
Öyleyse bu ben arzularım mı anlamına geliyor? Biyolojik özelliklerim dışında, ben
sadece toplandığı zaman beni, insanı oluşturan belirli bir sayıdaki istekler miyim?
Biz bu dünyada farklı çok sayıda arzular görüyoruz, eğer bütün arzuların her birinin
farklı yollarla gerçekleştirilebileceğini hesaba katarsak, gezegendeki bütün insanların
içinde neden bu kadar çok farklılıklar olduğuna şaşırmamak gerek.
Ancak, bir anlığına daha derin bir ‘’sen’’ olduğunu düşünün, öyle bir ‘’sen’’ ki fiziksel
özelliklerin ve belirli tipteki zevkler için olan arzuların bütünün birleşmesi ile
belirlenmesin. İçimdeki bu harici ‘’ben’’ ile nerede ve nasıl öyle bir ‘’ben’’i
keşfedebilirim?
Daha kafanız karışmadı mı? Hangi diğer ‘’ben’’ belki de onların olabilir?
Ben arzularım değilim
Bu sorunun cevabı, bir insanı oluşturan arzuların içinde değil, ama daha çok bunları
‘’kim’’in gerçekten yerine getirdiğinin içinde. Başka şekilde söylersek, o arzuları
tamamlayan zevkler nerede başlıyor?
Bir anlığına bir tür güç olduğunu farz edelim, öyle bir güç ki herhangi bir güç gibi
olsun, yer çekimi, elektrik, ne tür olursa. Ama bu güç ile ilgili benzersiz olan şey, onun
bize zevk veriyor olması. Nasıl? İlk olarak, o hepimizin farklı yollarla hissettiği o
arzuları oluşturuyor, ondan sonra onları tamamlıyor. Gerçekte, tam anlamıyla olan da
bu. En küçükten en büyüğüne bizim yaptığımız herşey bir çeşit arzuyu gerçekleştirmek
için.
Siz onun üzerinde iyice düşünürken, şunu dikkate alın. Biz bu güçten tamamen
saklanmış durumdayız. Ama eğer bu güç varsa, o sadece benim yaptığım herşeyden
sorumlu olmakla kalmıyor, çünkü ben her zaman bir tür arzuyu gerçekleştirmeye
çalışıyorum veya sabit kalıyorum, o güç aynı zamanda diğer herkesin de yaptığı
herşeyden sorumlu oluyor. Bu dünyada herhangi bir bireyin yaptığı hareketlerin hepsi
aynı amaç için, bu da bir tür arzudan bir şekilde tamamlanmayı almak. Bunun aynısı
dünyadaki bütün hayvanlar için de geçerlidir. Sadece bizim arzularımız daha gelişmiş
durumda.
Köylü ile Kral’ın hikayesi
Peki bizim burada çıkarmaya çalıştığımız sonuç ne? Bakalım kısa bir hikaye ile hepsini
aydınlığa kavuşturabilecek miyiz? Bir zamanlar çok iyi dost olan iki çocuk varmış.
Büyüdükleri zaman, bir tanesi Kral olmuş ve diğeri ise basit bir köylüymüş. Yıllar içinde
birbirlerinin izini kaybetmişler, ama Kral köylünün nerede olduğunu bulmuş. Onun
koşullarını görünce, köylüye gizlice hediyeler vermeye başlamış. Köylü aldığı hediyeleri
sevmiş ve onların verdiği zevk o kadar hoşuna gitmiş ki o hediyeleri kimin yolladığını
merak etmeye başlaması uzun zaman sonra olmuş.
Yıllar sonra, sonunda o hediyelerin bir kaynağı olduğu aklına gelmiş ve bu harika
bağışların kaynağını aramaya başlamış. Bir gün, bir adamın onun bulması için bir
hediye bıraktığını fark etmiş, ve adamı takip etmiş. Tabii ki, adam Kral’ın sarayına
girmiş ve köylü onu içeri doğru takip etmiş.
Kral ile karşılaşmış, bütün o yıllar boyunca kendisine hediye verenin o olduğunu
bulunca hayrete düşmüş. Kral köylünün o anda tam olarak mutlu olmadığını fark etmiş
ve sormuş ‘’Seni tam olarak mutlu etmek için sana daha başka ne verebilirim?’’. Köylü
cevap vermiş ‘’Ben senin gibi olmak istiyorum, senin yaptığını yapmak istiyorum.’’ Bu
Kral’ın yapamayacağı birşeydi, sahip olduğu her türlü serveti köylüye verebilirdi, ama
iyi Kral arzusunu kendi içinde bulmak köylüye kalmış birşeydi.
Bizler de köylü gibiyiz, adsız bir bağışlayan tarafından içimize sürekli bize zevk veren
arzular konuyor. Ama bir noktada, sadece hediye ile bağışlayan arasında ilişki kurmaya
başlamıyoruz, ama aslında onun kim olduğunu da bulmak istiyoruz ve onun gibi olmak
istiyoruz.
Ben gerçek ‘’ben’’i yaratmak zorundayım
Bu arzu bizim asıl ‘’Ben’’imizi temsil ediyor. Neden? Çünkü bütün o diğer arzular
aslında bağışlayandan geliyor. Ama bağışlayan gibi olma arzusu, onun yaptığını yapma
arzusu, onun bize verdiği bir arzu değil, bu bizim kendi içimizde geliştirdiğimiz bir
arzu. Ve sahip olduğumuz tek özgür arzu bu, geriye kalanların hepsi bağışlayandan
geliyor.
Eğer biri gerçekten kim olduğunu bulmak istiyorsa, arayış kişinin deneyimlerindeki
zevkleri kimin getirdiğini bulmakla başlıyor ve ondan sonra bağışlayan ile ilişkilendirme
başlar, bağışlayandan olan zevklerle değil.
Yazar: Michael R. Kellogg
ARAYIŞ VE KEŞFETME
Ben ne arıyorum?
Biz bir istekten, birşeyin eksikliğinden maneviyatı göz önünde tutarak bir araştırmaya
geldik. Bu, bizim emin olamadığımız ‘’bir şey’’ ne? Basitçe söylersek, birşeyleri atlamış
olduğumuzu biliyoruz ve bizim bu eksikliği doldurmadaki arayışımızda olan
başarısızlıklarımız bunu sadece daha da büyütmüş gibi gözüküyor.
Bir noktada, bu eksikliği fark edecek kadar şanslı olanlar için, ki bu bizim dünyamızın
hiçbir yerinde doldurulamaz, biz bir şekilde kendimizi bir kitabı kaldırırken, bir dersi
dinlerken, veya bir web sitesini karıştırırken bulduk, bu gizemli yoksunluğun adreslerini
keşfettik.
İlk başta, araştırmamız bu gereğinden fazla bilgi içinde bağlantısız gözüktü, bizim
eksikliğimiz ile ilişkisiz, ve bir kural gibi, tamamen ve tam anlamıyla kafa karıştırıcı.
Yine de aramızdan gerçekten ısrarlı olanlar, eksikliğin oldukça büyük olduğu kişiler,
daha ve daha derinine araştırmaya devam etti. ‘’Ben bütün bu bilgiden ne
çıkarabilirim? Neden bu beni çekiyor? Bu bilginin içindeki ne benim bu eksikliği, bu
ihtiyacı doldurmama yardım edecek, diğer bütün araştırmalarım nerede başarısız
oldu?’’. Tabii ki, buradaki esas soru ‘’Ben tam olarak ne arıyorum?’’.
Bu sorunun cevabı için olan ipucu bizim kendi deneyimlerimizde saklı – çocuk ve
ebeveyn olarak. Eğer çocuk olduğumuz zamanları düşünecek olursak, anında o, tek
endişemizin hangi şekildeki oyunla günümüzü dolduracağımız harika günleri hatırlarız.
Belki bisiklete binmek ve daha sonrasında genç dostlarımızla parkta buluşmak ve
orada bizim seçimimizle olan oyunun harika oyuncaklarını keşfe çıkmak. Veya belki de
ailemiz bizi özel bir yere götürmesi. Hangi çocuk hayvanat bahçesine ilk gezisini
hatırlayamaz ki? Ondan sonra tekrar, belki sadece içeride kalırız ve onların bizim için
aldıkları bazı oyunlar ve oyuncaklarla oynarız.
Ama eğer bu deneyimlerdeki hislerimizi aynı durumdaki çocuklarımızı izleyen
ebeveynler olduğumuz zaman ki ile kıyaslarsak, her ne kadar oyuncaklar biraz
değişmiş de olsa, bizim bakış açımız önemli ölçüde farklıdır. Biz çocuklarımız için
bisiklete binmeyi bir egzersiz olarak görürüz ve içlerinde hapsedilmiş enerjiyi serbest
bırakmanın bir yolu olarak. Biz onların parkta arkadaşlarıyla buluşmalarının ileride
hayatlarında ihtiyaç duyacakları sosyal becerileri geliştirmenin bir yolu olduğunu
düşünürüz. Hayvanat bahçesine yapılan bir ziyaret, daha keşfedilmemiş bütün bir
dünya olduğuna dair harika bilgi sağlar. Ve evde oynadıkları o oyunlar ve oyuncaklar,
okula başladıkları zaman için çok geniş yarar sağlayacakları kavrama yöntemlerini
geliştirmeye yardım etmek için dikkatle seçilmiştir.
Bizim kendi çocukluğumuz ile ilgili hatıralarımız, eğlence dolu o günlerimizin perde
arkasında olanları hatırlatan şeyler taşımaz. Her ne kadar o anıları, kendi kişisel
gelişimimizde inanılmaz değerli rol oynayan o deneyimlerimizle bağdaştırsak
bağdaştıralım. Çocuk olarak, biz sadece ‘’eğlenmek’’ istedik, oynamak ve keyiflenmek
– zevk almak. Ama bir anlığına durursak ve deneyimlediğimiz bu durumları ebeveyn
olarak bildiklerimiz ile karşılaştırırsak, çocuk olarak yaptığımız herşeyin amacının bize
doğruca bir yetişkin olmak için yardım etmekle ve yönlendirmekle dolu olduğunu fark
ederiz.
Ama ya şimdi aynı durum hepimiz için şu anda da varsa, ‘’yetişkin’’ halimizde? Biz
bugün de temelde çocukken yaptığımız şeylerin aynısı yapmıyor muyuz? Kendimizi
mutlu etmenin yollarını aramıyor muyuz, keyif veren her türlü şey ile kendimizi gün
boyu doldurmayı? Eğer her gün karşılaştığımız sıkıntılara bakarsak çocukken
yaşadığımız sıkıntılar ile aynılar, şu an için veya gelecek bir an için mutluluk yolları
arayışı, biz aslında yıllar önce olduğumuz çocuktan farklı olmadığımızı fark etmeye
başlarız.
Zevkin kabul edilmiş kaynakları bisiklete binmekten hoşlanmaktan sağlıklı olmaktan
hoşlanmaya değişti, dostlarımızla parkta oynamaktan yetişkin dostlarımız ile çok
seçenekli eğlencelerden hoşlanmaya değişti, hayvanat bahçesine bir geziden o harika
tatillere, ve o oyuncaklardan eğitimimiz ile oynadığımız ve bize yetişkin olarak
hayatımızı kazandıran oyunlara. Tabii ki, yetişkinler öylesi ‘’yetişkin’’ meselelerini
çocuklarının ki ile aynı seviyede tutmazlar, ama günün sonunda, aslında aralarında fark
yok.
Ama gelin, ilk olarak konuştuğumuz o eksikliğe geri dönelim, bizim arayışımıza ve
soruşturmamıza başlamamıza neden olan şeye. Eğer çocuklarımızı ve onların gelişimini
gözlemlersek, orada gelişmeye başlayan başka bir arzu daha görürüz. Bu genelde
çocuklarımızın yetişkinleri birçok davranışta taklit etmeye başlaması ile kendini
gösterir. İtfaiyecinin oğlu babasının botlarını ve itfaiye şapkasını giyebilir ve ondan
sonra kendisi bir itfaiyeciymiş gibi oyunlar oynayabilir. Bir doktorun kızı, tıpkı doktor
annesi gibi olmasına fırsat veren oyuncaklarla doldurulmuş kendi doktor oyuncak
takımına sahip olabilir. Burada aslında olan şey çocuğun tamamen yeni bir arzu
keşfetmeye başlamasıdır, yetişkin olma arzusu, büyümek isteği.
Tıpkı arzuların en önemlisini keşfetmeye başlayan o çocuk gibi, biz de bir arzu
deneyimleriz, bu aynı şey için olan eksikliği. Şimdi olan bu eksiklik bizim her zamanki
oyunlarımız ve oyuncaklarımız ile yetişkin uyarlamaları ile tamamlanamaz,
oyuncakların ve oyunların getireceği keyif bu eksikliği dolduramaz. Bu arzu, tıpkı
oyunların asıl amacını asla fark etmeden oyuncaklarla ve oyunlarla oynayan çocuğun
zihinsel gelişimi gibi bize yabancı olan birşey olmak zorunda.
Manevi bir bakış açısından bakarsak, hepimiz çocuğuz, bedeni hayatımız diye
adlandırdığımız oyuncaklarımız ve oyunlarımız ile oynuyoruz, bize gelişmemizde
yardımcı olan manevi ebeveynlerimizden tamamen habersiziz. Ama ne zaman kişi bu
eksikliği hissetmeye başlarsa, doğumumuzdan beri orjinal olarak var olmayan eksikliği,
o eksiklik bizim yetişkin ‘’oyuncak ve oyun’’larımız ile tamamlanamaz, birey bir yetişkin
– manevi olarak – büyüme arzusunu keşfetmeye başlamaktadır.
Bu ne anlama geliyor? Çocuk olarak, biz zevk alma arzusu ile doğduk. Basitçe bizim
bütün bildiğimiz bu. Ve sürekli olarak bu arzuyu tamamlama yolları aradık. Ama şimdi
ortaya çıkan, bu yeni arzu bir çocuğun içinde beliriyor, annesi veya babası gibi olma
arzusu, büyüme isteği için olan arzusu, yetişkin olmak arzusu.
Yetişkin olarak bizler o zevk alma arzusu içinde kalırız; ve bizim bütün davranışlarımız
o an gelinceye kadar onun tarafından yönlendirilir, tıpkı çocuk gibi, biz de büyümek
istediğimizi keşfederiz. Bize oyuncaklar ve oyunlar görünmeyen ebeveynimiz
tarafından verilmiştir, manevi ebeveyn, bize gelişmemiz için yardım etmek için. Tıpkı
görünmez ebeveynimiz gibi olmak istediğimizi keşfedeceğimiz zamana kadar, bizim
hissettiklerimiz o gizemli ebeveynimizin yaptığını yapma arzusu – ihsan etmek. İhsan
etmek adı verilen ‘’manevi ebeveyn’’imizin bu niteliğine ulaşmanın gerçek bir yetişkin
olmak olduğunu keşfederiz, manevi bir yetişkin. Ve ondan sonra, tıpkı bedeni bir
yetişkin olma sürecine başlayan çocuk gibi, biz de manevi bir yetişkin olma sürecine
başlarız. Gerçekte biz ne keşfettik? Biz gerçekte kim olduğumuzu ve var olmamız için
olan gerçek amacı keşfettik.
Yazar: Michael R. Kellogg
ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ NEREDE?
Seçimlerimizi belirleyen dört faktör
Biz hayatın içinde yaptığımızın bütün seçimlerin kendimize ait olduğuna inanarak
dolaşıyoruz. Özgürlüğümüzü en üst değer olarak tutuyoruz. Ama böyle mi yapmalıyız?
Seçim yaparken gerçekten bağımsız mıyız?
‘’Özgürlük’’ Tanımı
Sözlükte ‘’özgürlük’’ şu şekilde tanımlanıyor
Özgür olma niteliği ya da durumu ve
Seçim veya davranışta ihtiyaç, baskı veya zorunluluk bulunmaması.
Hepimizin kesinlikle gereklilik olarak düşündüğümüz öyle durumlar vardır ki bunlarda
bizim hiçbir şekilde özgürlüğümüz yoktur, ama ya davranış seçimindeki zorlama veya
baskı? Bu makalenin amacı nerede herhangi bir özgürlüğümüz olduğunu veya aslında
böyle birşeyin gerçekten var olup olmadığını gözden geçirmek.
Özgürlüğümü benden alıp götürmeyin!
Gelin kesinlikle özgürlüğümüz olduğuna inandığımız bir duruma bakalım, mesela bir
gömleğin rengini seçmek gibi. Kırmızı mı seçeriz yoksa yeşil mi? Dıştan baktığımızda,
bu tamamen özgür bir seçim gibi gözükebilir. Ama gerçekte, seçim sadece öncelikte
bulunmaktadır.
Ben en çok hangi rengi sevdiğime göre mi seçiyorum? Belki en çok hoşuma giden renk
değişmiştir. Ve ondan sonra arkadaşımın da bir fikri var; ki o benim üstümde en iyi
‘’göründüğünü’’ düşündüğü şey ile beni sergilediğinde mutludan da öte oluyor. Ama
bazen arkadaşımın da fikri değişiyor...
Eğer biri bu dört farklı durumu daha da derin kazarsa, dört temel elementin bizim
seçimlerimizi belirlediğini ortaya çıkarır.
Element 1: ‘’Seçim sadece en çok hangi rengi sevdiğimde mi yatıyor?’’
Bizler önceden tanımlanmış tercihlerle doğduk. Kişinin hangi tür yemeği sevmediği gibi
şeyleri kimin belirlediğine dair hiçbir fikri yoktur veya hangi rengin diğer bütün
renklere göre daha tercihli olduğuna dair. Biz şöyle deriz, ‘’Ben böyleyim. Ben bu
şekilde doğmuşum.’’ Ve bu tamamen doğru.
Her birimiz, bütün duyularımız için olan belirli tercihlerle doğduk, bu görme, koklama,
tatma, duyma veya hissetme için geçerlidir. Ama bu ilk belirlenmiş faktörler bunların
da ötesinde bir yere gidiyor. Bizim ayrıca doğal olarak birşeyleri sevmek ya da
sevmemek gibi hazırlanmış duygusal şeylerimiz var.
Bütün bu tercihler en baştan, atışın başından beri bizim içimizde. Seçimlerimizin
belirlenmesinde bizim neredeyse hiç özgürlüğümüz yok, ve dış etki olmazsa bu
belirlenmiş seçimler her zaman takip edilir. Başka şekilde söylemek gerekirse, ne ile
doğduğumuza gelince, aslında ortada hiç özgürlük yok.
Element 2: ‘’Belki en çok hoşuma giden renk değişmiştir.’’
Yukarıda dediğimiz gibi, eğer başka birinin fikri gibi üzerimizde herhangi bir dış etki
yoksa, o zaman kararlarımız yalnızca kişisel tercihlerimiz temelinde olur, bizimle hiçbir
ilişkisi olmayan, sadece biz onlarla doğduğumuz için olan şeylerin temelinde. Ama
herkes bir gün bu tercihlerinde bir değişiklik olmasını deneyimler, tıpkı ‘’ben eskiden
domatesin tadından nefret ediyordum, ama şimdi onları seviyorum’’ gibi. Bu nedir?
Gerçek şu ki bu ilk belirlenen tercihler değişir, zamanla evrim geçirirler. Ve onlar
değiştiği zaman, bizim seçimlerimiz de onlarla birlikte değişir. Bu bizim özgür seçim
yapabildiğimiz anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Bunun basitçe anlamı şu, eğer bizi
ona karşı etkileyen, bir şekilde tercihimizi yeniden düzenleyen dış etkenler yoksa,
içimizdeki bu kontrol mekanizması bizim ne seçeceğimizi belirliyor. Üzgünüm, burada
da özgürlük yok.
Element 3: ‘’Ve ondan sonra arkadaşımın da bir fikri var; ki o benim üstümde
en iyi ‘’göründüğünü’’ düşündüğü şey ile beni sergilediğinde mutludan da öte
oluyor.’’
Bunlar dış etkiler, bizim çevremiz. Elbette, bizi en çok etkileyen onlar. O kadar güçlüler
ki bizim iç tercihlerimizi bir kalp atışı kadar kısa bir zamanda geçersiz kılabilirler.
Mesela, ben yeşil rengi seviyor olabilirim, ama yeni kız arkadaşım beni siyah gömlekle
görmek için çok hevesli. Şimdi eğer bu akşam bir randevumuz olsa, hangi rengi
giyeceğimi tahmin edebilirsiniz herhalde.
Ama bu etki dostlarım ve ailem ile sınırlı değil. Bizler sürekli televizyon ve radyo
reklamları ile bombardımana tutuluyoruz, onlar bize sürekli neye ihtiyacımız olduğunu
ve niye ihtiyacımız olduğunu söylüyorlar. Kaç kere sahip olmak zorunda olduğunuz
birşeyler gördünüz ve bir hafta sonra aldığınız şey demode oldu, ve siz de böyle birşeyi
neden yaptığınızı merak ettiniz? Toplumun reklamı ile çivilenmiş durumdasınız. Bu etki
yaşamımızın her alanına yayılıyor.
Benim etrafımı saran çevre, benim hayatımda neyin önemli olduğunu tam olarak bana
söylüyor. Bu, benim ne kadar para kazanmam gerektiğini ve onu nasıl kazanmam
gerektiğini belirliyor, hangi seviyede eğitime sahip olmam gerektiğini ve hatta bu
akşam yemekte ne yemem gerektiğini belirliyor. ‘’Ahhh’’ diyorsunuz, ‘’işte burada biraz
özgürlük var, akşam yemeği için ikisini de televizyonda gördüğüm farklı iki yemekten
birini seçebilirim.’’ Yeniden hayal kırıklığı, çünkü bu seçim hangi yemeğin size daha çok
zevk vereceğine bağlı olarak yapılan basit bir hesap ile oluşuyor. Burada da Özgürlük
yok.
Element 4: ‘’Ama bazen arkadaşım da fikri değişiyor.’’
Evet, bir arkadaşında fikri değişir. Öyleyse toplumumuzun da fikri değişir. Ve bu bizim
kararlarımızı vermedeki son faktörümüz. Birinin bütün görkemi ile bu faktörü görmesi
için tek yapması gerek şey tarzların her yıl nasıl değiştiğine bakmak. Geçen sene
elbiseler kısaydı ve kızımın altı tane yeni elbiseye ihtiyacı oldu. Bu yıl biraz daha
uzunlar. Aaa, çok daha fazlasına ihtiyacı olacak.
Burada ne oluyor? Aslında, toplumun etkisi de değişiyor. Bunu tam olarak eğitim de
görebiliriz. Otuz yıl önce, kolej iyi bir başlangıçtı. Şimdi ise tamamen bir gereklilik ve
bunun sonrasında alınan akademik eğitim iyi bir başlangıç olarak düşünülüyor. Bir kez
daha, herhangi bir yerde bulunan bir özgürlük yok.
Öyleyse eğer biz bunlarla doğduysak, bunlar değişiyor, tıpkı bizim dış çevremiz gibi ve
onun değişimi bizi kontrol ediyor ve bizim yaptığımız herşeyi belirliyor, o zaman
hayatlarımızdaki özgürlük nerede?
Bu dört faktörün yaptığımız her bir şeyi kontrol ettiği doğru. Ama özgürlüğün
bulunduğu bir yer var. Biz beraber doğduğumuz şeyi değiştiremeyiz, ama içinde var
olmayı seçtiğimiz çevreyi belirleyebiliriz. Bu tek seçim bütün hayatımız boyunca
özgürlüğümüzün tek özgün noktası.
Ne zaman insanlar neden bu gezegende olduğunun amacını keşfederse, başka şekilde
söylersek, hayatlarının nedenini, yapmaları gereken şey bu amacı diğer herşeyden
daha üstün tutan çevreyi seçmektir. Böyle bir çevrenin seçimi kişiye hayatlarının
amacına ulaşmalarını neredeyse garantiler.
Yazar: Michael R. Kellogg
KABALA – GERÇEĞİ ALGILAMANIN ANAHTARI
Bizim Gerçeğimiz
Bizim karşımızda kendi beş duyumuzla boyanmış bir resim var ve biz bunu ‘’bizim
gerçeğimiz’’ veya ‘’benim dünyam’’ diye biliyoruz. Biz bu resmin içinden birçok şey
algılıyoruz, ama bu yanlışsız mı? Benim dışımda olanlar gerçekten o mu?
Bu gördüğümüz resmin yanlış olma ihtimali herhangi birimize çok nadir olarak olur.
Neden? Çünkü aslında bizim kendi dışımızda ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bizim
tek bildiğimiz, kendi yorumumuzun duyularımızla aldığımız bilgileri temel aldığı.
Bizler aslında kocaman bir gerçeklik içinde yaşıyoruz, ama sadece ufak bir kısmını
hissedebiliyoruz. Bunun doğru bilgi olduğunu nasıl biliyoruz? Hadi bizim gerçekliğimizin
nasıl yapıldığına bir bakalım. Eğer kendi gözümüzü ve onun nasıl çalıştığını iyice
düşünüp taşınırsak, aslında ışığın gerçekten gelip kafamıza girmediğini buluruz:
Işık retina ile karşılaşıncaya kadar göz yuvarlağına girer ki retina temelde bir
aktarım aygıtıdır.
Işık retinaya çarpar, ama onun içinden geçmez. Bunun yerine retina ışığı
engeller ve beynimize optik sinirlerimiz aracılığı ile ışığın niteliği ile ilgili bilgileri
taşır.
Beynimiz ancak bundan sonra kafamızın içinde resmi oluşturur, bizim dışımızda
olanın kendi yorumu.
Bizim Kısıtlı Algı Kabiliyetimiz
Buradaki sorun, aktarılan bilginin çok kısıtlı olması. Neden? Retina sadece ‘’görsel tayf’’
denen ufak bir tayfa karşı hassasiyete sahip. Eğer ışığın bütün tayflarına karşı
duyarlılığa sahip olsaydı (ki buna ‘’radyasyon/ışınım’’ diyoruz), biz röntgenleri, mor
ötesi ışınları, kızılötesi ışınları, mikrodalgaları ve hatta ses dalgalarını bile görebilirdik.
Dışarıda Ne Var?
Öyleyse gerçekte dışarıda ne var? Diğer duyularımızda aynı şekilde çalışıyor. Bizim
bütün sorunumuz, kendi dışımızda kalanlarda daha geniş alandaki bilgide formun
eşitliğinden yoksun oluşumuz. Ve ne de, bizim algıladığımız o ufak parçanın kesin
olduğunu bilmiyoruz. Aslında kesin olmadığını biliyoruz, aksi takdirde biz insanların
iskeletini görüp, köpek ıslıklarını duyardık.
Ve hatta bizim aldığımız resim hatalı çünkü bu filtre edilmiş bilgi. Ne aracılığıyla filtre
edilmiş? Benimle, ‘’Ben’’ hissim – benim egom ile. Ve ‘’benim dünyamı’’ gerçek
kavrayışım tamamen egomun özelliklerine bağlı durumda.
Ben zevk almak isteği dışında hiçbir şey değilim
Biz çok özel bir şekilde yapıldık, burada bizim egomuzun temel aldığı şey diğer bütün
karakteristik özelliklerin ötesinde tek bir şey, alma arzusu. Başka şekilde anlatmak
gerekirse, ben her koşulda algılıyorum, iyi veya kötü olup olmamasının temelinde
benim koşuldan zevk alıp almamam var. Bu özellik – almak isteği – bizim ile ilgili
herşeyi kontrol ediyor ve iki farklı form halinde geliyor:
1. Ben zevk almak için alıyorum ve
2. Ben zevk almak için veriyorum.
Keyif almak için vermek daha karışık, çünkü ben almaya devam ettiğim sırada verirken
bunu hissediyorum. Bunun örneklerini hayırseverliğin her türünde veya çocukları ile
ilgilenen bir annede görürüz. Alma isteği “benim dünyam’’ denen resmin doğruluğunu
fazlasıyla çarpıtmakta ve gerçeğin hatırlatmasını bizden saklamakta.
Bu filtrenin sonucunda benim resmim tamamen hatalı ve benim kendi dışımda ne
olduğuna dair gerçekten hiçbir fikrim yok. Ben sadece benim duyularımın bana
anlattıklarını ve benimde onun hakkında nasıl hissettiğimi biliyorum.
Neden kendi dışımdakileri göremiyorum?
Neden benim dışımdakileri hatasız olarak göremiyorum? Bizim bildiğimiz, eğer ben
retinama veya kulak zarıma çarpan bilgi ile formun eşitliğine sahip değilsem, o zaman
ben o bilgiyi idrak edemem. Bu aynı şekilde benim doğam, alma arzusu içinde etkilidir.
Benim dışımda gerçekten var olan şeylerin tek bir genel özelliği var, tıpkı benim de
olduğu gibi. Ama bu özellik benimkinin tamamen zıttı: bu ihsan etme isteği. Benim
sahip olduğum genel özellik, benim dışımda var olan şeylerin genel özelliğinin tam
karşıtı olduğuna göre, o zaman benim dışarıda ne olduğunu hatasız hissetmek için
hiçbir yolum kesinlikle yok. Ya da var mı?
Eğer ben bir transfer aygıtı yerleştirebilirsem, kulak zarı veya retina gibi, benim alma
isteğimin ötesinde olan, öyle ki bu transfer aygıtı benim dışımda var olan şeylerle aynı
özelliklere sahip olsun ve ancak o zaman ben dışarıda ne olduğunu algılayabilecek
durumda olurum.
Niyet: Tamamen yeni bir gerçeklik algılamak için olan aygıt
Bu transfer aygıtının adı niyet. Ama ne için niyet? Bu vermek için olan bir niyet, ihsan
etmek – benim dışımda olan şeyler ile benim özelliklerimi eşitliğe getirmek. Bu
doğduğumdan beri bana tamamen yabancı olan birşey. Ve ne zaman ben bu transfer
aygıtını kendi alma isteğimin üzerine yerleştirecek duruma gelirsem, o zaman
tamamen yeni gerçeklik ortaya çıkacak. Benim dışımdakileri hissetmeye ise
‘’maneviyatı hissetmek’’ denir.
Bu nasıl birşey? Eğer biz hayatımız boyunca deneyimlediğimiz bütün zevkleri tek bir
ufak kum tanesi olarak düşünürsek, bir anlığına dahi maneviyatı hissetmeyi bir zevk
sahilinin tamamına benzetebiliriz. Ama bir kişi nasıl bu hissi geliştirebilir? Maneviyatı
algılama organının gelişim yöntemini basit şekilde işaret etmek gerekirse bu...
Kabala’dır.
Yazar: Michael R. Kellogg
GEÇMİŞİN SIRRI
İnsanın doğası öyle ki her zaman kendisini geleceğe çevirmektedir, büyüyüşü,
ilerleyişi. İnsana yolu sanki "aşağıdan yukarıya" doğruymuş gibi gözükür, gelecekteki
halleri sanki daya büyükmüş gibi ilişkilendirir, şimdi ki halinden daha iyi gibi.
İnsan yaratılışı gereği her zaman bir sonraki koşulunun öncekinden daha iyi olması
isteğiyle yaşar.
Ve insan geleceğe yönelik bir arzuyla yaratıldığından, fiziksel doğumunun öncesini
hissedemez ve algılayamaz.
Ayrıca içinde her hangi bir arzunun nasıl doğduğunu da hissedemez; "ben"liğini teşkil
eden maddenin kökünün ne olduğuna dair hiç bir fikri yoktur.
Kişiyi doğuran derece, yani bir önceki manevi haline "baba" ("atalar", "anne ve baba")
denir. En yüksek derece insanın içerisinde yeni bir niteliğin doğmasına sebep olur.
Ama kişi her arzusunu aldığı bir dereceye nasıl tutunabilir ve geleceği nerededir?
Birden, kişinin içinde bir şeyi başarma arzusu çıkar: birden bir şeyi almak ister, bilmek
ister ya da anlamak ister. Ancak bu düşünce kendisine yukarıdan süzülen arzunun
doğurduğu sonuçtur. Bu aşağı kişiye yukarıdan inen arzu kişiye gelen düşünceye ve
takip eden harekete yani istediğini elde etmesine neden olacak hareketi yaptırtır.
Bu nedenden dolayı insan ilk sayfaları eksik bir kitap gibidir. Ve kendisini eksik
"dünyevi" nitelikleriyle incelediği zaman kendisiyle ilgili hiç bir şey anlamamaktadır -
sadece geçmişi değil, geleceği de, bize anlamışız / anlıyormuşuz gibi gelmesine
rağmen.
YARATAN'I İÇİMİZDE BULMAK
Etrafımızı saran gerçeği, Yaratan'a kadar, anlayabilmek için, niteliklerimizi incelememiz
gerekir - şöyle yazdığı gibi: "Beni Yaratan'ı içimde bulacağım". İnsan özellikle bu
şekilde yaratılmıştır ki dışındakinden edinebilsin. Yoksa tüm dünyayı kendisi vasıtasıyla
ıslah edemezdi.
Ancak anlayamamakta olduklarımız kendi köklerimiz, yani bu dünyaya gelmeden
önceki halimiz: nasıl oldu; bu arzu bize nereden geldi?
Kendi "benliğimizin" niteliklerini neden aldığımızı açıklayacak bir dile sahip değiliz.
Kelimeler Yukarıdan aşağıya inmiştir, Yaratan'ın ışığından uzaklaşarak ve ışık insanı
yaratmak için azaldı ve insan tümüyle Yaratan hissinden mahrum bir hale gelip
yaşamaya başladı ve sonrada Onunla mutlak bütünlüğe ulaşacak.
İnsanın yaratılışının hazırlanmasına "Sırt (arkası)" denir. Bunun ne hissi olduğunu
kesinlikle bilmiyoruz zira bunlar Yaratan'dan aşağı en alt seviye olan bizim dünyamıza
süzülen büyük ışıklar.
Sadece Kabalistler (Yaratan hissini edinmiş bir insana verilen isim) ışığın bu
derecelerini aşağıdan yukarıya manevi basamaklardan tırmanarak edinmişlerdir ve
kitaplarında bu dereceleri anlatmışlardır. Her kim maneviyatı edinirse kendisine özel
algısı olur ve dolayısıyla giderek daha fazla köklerinin farkındalığına varırlar ve kendi
geleceklerini edinirler.
GELECEĞİ GEÇMİŞTEN GÖRMEK
Manevi dünyaya giren bir kişinin geleceği önceden görmek gibi bir avantajı vardır, zira
geçmişi edinmişi edinmiş olurlar. Buna ek olarak zoraki gelişimlerine neden olan
şeyleride edinme fırsatına sahip olurlar ki bu olanlar şu anki "ben"lik koşulunu tayin
eder.
Kişinin manevi atalarını edinmesi, kişinin içinde bulunduğu derecenin bilincinde
olmasını, kendisine yandan bakarak tarafsız olmasına neden olur.
Maneviyatı edinmiş kişilere Kabalist denir ve bu insanların avantajı Yaratan'ın
kendilerini doğurarak yukarıdan aşağı bizim dünyamıza gelişlerinin tüm basamaklarını
görmeleridir; ruhlarının aşağı indikleri bu basamakların aynısını tırmanırlar.
Kabalistler daha önceki "ben"lerini hissederler ve geleceğe bakarlar. Kişi ancak manevi
kökünü edinirse gerçek anlamıyla hem kendisini hem de gelecekte kendisini
bekleyenleri görür. Bu edinim olmadan, önündeki hiç bir şeyi görmez.
İnsanın arzuları sürekli değişir çünkü kişinin manevi kökünün insanı amaca doğru
yöneltmesi sürekli yenilenir.
İnsanın büyümesi perdesinin büyümesidir: her şeye rağmen ilerleyişimiz yani mantığın
ötesinde. Manevi büyümek hareket etme arzusudur, zorlayan bir baskıyla değil ama
kendi başına ilerlemek.
Arkamıza sadece geçmişteki halimizi incelemek için bakabiliriz ki nasıl
ilerleyebileceğimizi bilelim: tembelliğimizi ya da ilerlememizi durdurmak ya da
yavaşlatmayı haklı çıkarmak için değil, şöyle ki bilgi edinerek o edinimin üstüne çıkıp
devam etmek için.
İnsan Yaratan'ın yarattığı herşeyi barındırır: dünyaları, Sefirot, melekler ve tüm
dünyamız insanın içerisinde barınmaktadır. Ancak, her şeyi dışımızdaymış gibi
hissediyoruz.
Gerçekte, dışımızda Yaratan dışında hiç bir şey yok. Sadece Onun üzerimizdeki farklı
etkilerini hissediyoruz ve bu koşul vasıtasıyla kendimizin daha derin katmanlarını
keşfediyoruz.
Kendimizin edinilmesi aşamalarına Sefirot, Partzufim, dünyalar denir ve hepsi
içimizdedir. Tüm dışımızda gördüğümüzü sandığımız her şey ise bir ilizyon /
yanılsamadır. Hatta bu kadar büyük bir ilizyondur ki bunun tersine bir şeyi düşünmek
ya da hayal etmek bile mümkün değildir.
Duyularımız bize var ters bir görüntü veriyor: şöyle ki aslında içimizde var olan bir şey
sanki dışımızdaymış gibi algılanıyor ki aslında dışımızda sadece Yaratan var.
İki İşletim Sistemi
Bugünün yüksek teknoloji dünyasında, insan bilgisayar olmadan yapamıyor. Biz artık
normal posta servisi yerine daha çok e-posta ile iletişim kuruyoruz. Faturalarımızı
internet üzerinden ödüyoruz. Elektronikten mücevhere, arabalardan eğlence biletlerine
kadar her türlü şeyi internet üzerinden alıyoruz.
Evet, bilgisayar gerçek anlamda hayatlarımızı tamamen değiştirdi. Oysa birçok insanın
bir zamanlar, bu muhteşem makinelerdeki hangi işletim sisteminin en yaygın olacağı
hakkında olan inanılmaz savaştan haberi yok.
70’lerin sonlarında kişisel bilgisayarın piyasada ilk gözükmeye başladığı zamanlarda,
Windows üstün işletim sistemi değildi. Apple Bilgisayar kolay kullanılan bir sistem
geliştirmişti ki bu sistem kullanıcının o işletim sistemi için tasarlanmış programları
kullanmasına izin veriyordu.
Tabii ki hepimiz Bill Gates’in hikayesini ve onun garajında geliştirdiği Windows denilen
devrimci işletim sistemini duyduk. Ve kısa bir süre içinde, bilgisayar programları
özellikle iş fonksiyonları üzerine hazırlandı ve bunlar sadece onun yeni ürünü olan
Windows üzerinde çalışmak için üretildi.
Uzun lafın kısası, bizim içinden seçmemiz gereken dürüst ve eşit olarak eşleşmiş iki
işletim sistemlerimiz var. Gate’in yeni teknoloji sistemi hakkında lafın çıkması için biraz
reklam gerekti, ama ortaya çıktıktan sonra, IBM bilgisayarları dünya marketinde
patladı ve yazılım ile birlikte kullanılabilen bir çok program da, bir zamanlar Apple’ın
olan marketteki aslan payını kolayca aldı.
Neden bir Kabala sayfasında bunun hakkında konuşuyorum?
Buradaki anahtar, bilgisayarlarda kullanılan farklı programlar olması değil, herşeyin
dahil olduğu o programları yöneten işletim sisteminin farklı olması. Bir başka problem
daha var. Apple için yazılmış olan programlar, Windows yüklü olan bir bilgisayarda
çalışmıyor. İşin garibi, biz insanlar da tıpkı bir bilgisayar gibiyiz. Pek çok farklı program
çalıştırıyoruz; her bir gün binlerce görev yerine getiriyoruz, ama her zaman, hepsini
kapsayan ve bizim yaptığımız herşeyi yöneten tek bir işletim programında çalışıyoruz.
Bu işletim programının adı ise alma isteği.
Bu nasıl çalışıyor? Bunun çalışma prensibi şu ‘’en çok miktarda kazanç için, en az
miktarda çalışma’’. Bizim karşımıza hangi durum çıkarsa çıksın, beyin hemen
alabileceğimiz en çok miktarda zevk için bir hesap yapıyor. Bunun tam tersi de geçerli.
Bir çeşit acı kapsayan durumlar için de hesap, en az çalışma ile acıdan nasıl
kurtulabiliriz diye uygulanıyor.
Program 1: ‘’Ben keyif almak istiyorum!’’
Başka şekilde anlatmak gerekirse, biz hissettiğimiz herşeyi fiilen zevk acıya karşı
prensibine bağlı olarak yargılarız. Ve aynı prensibe bağlı olarak bize göre neyin doğru
veya yanlış olduğunu da değerlendiririz.
Bu biz hep alıyoruz anlamına mı geliyor? Aslında, tek bir kelimeyle söylersek, evet.
Verdiğimizi düşündüğümüz zamanlarda bile, aslında biz bir hesap yaparız ve bu belirli
verme davranışının bize bir miktar keyif getireceğini buluruz.
Eğer bu hesaplama zevk acıya karşıda olumlu bir oran ile sonuçlandı ise, veririz. Eğer
sonuç negatif bir oran ise, vermeyiz; başka şekilde anlatmak gerekirse, alınacak keyif
için bedeli çok fazladır. İşte bu nedenden dolayı yardım kuruluşlarına vermekten mutlu
oluruz, ama kati olarak yardımda bulunmak için faturalarımızı ödememe fedakarlığında
bulunmayız. O örnekte bedelin bizim için çok yüksek olduğunu hesaplamışızdır.
Ama başka bir program daha var, tamamen farklı bir karşılaştırmayı temel alan bir
program. Bir anlığına başka birinin arzusunun olduğu bir durum ile karşılaştığınızı
hayal edin. Şimdi normal olarak, biz o kişinin arzusunu gerçekleştirerek ne kadar keyif
alacağımızı ve ayrıca bunu karşılamanın bedelinin ne olacağını bulacağımız bir
hesaplama yaparız.
Program 2: ‘’Ben keyif vermek istiyorum!’’
Ama ya hesaplama değişmiş olsaydı? Ya tamamen yeni olan ve zevk acıya karşı
prensibini temel almayan bir işletim sistemi kullanıyor olsaydık? Ya tümüyle doğru
yanlışa karşı, verme vermemeye karşıyı temel alan bir işletim sistemi kullanıyor
olsaydık?
Bu işletim sistemini kullanan bir toplum hayal edin. Herkesin seviyesinin verebildiği ile
belirlendiği, ne kadar para kazandığı veya ne kadar başarılı bir sporcu olduğunun
aksine. Bir insan ne kadar çok verebiliyorsa, toplumun bu kişiyi daha çok saygı ile
karşıladığı. Ama bir insan bütün işletim programını nasıl değiştirebilir ki? Bunun için ne
gerekir? Dahası, neden böyle birşey isteyelim?
Programı Değiştirmek için Sosyal Değerlerde Bir Değişiklik İhtiyacı
Belli ki, bu basit bir olay değil. Beynimizdeki hesaplama tarzımızı değiştirmek için
yapmamız gereken sürekli destek sağlamak. Böyle bir değişim ile, her nasılsa daha iyi
durumda olacağımıza, tamamen ikna olmuş olmalıyız. Aksi halde, şu anki işletim
sistemimiz öyle bir değişikliğe kalkışmamıza asla izin vermez.
Bunun anlamı, kendimiz için değişmez bir temelde doğru reklama sahip olmalıyız, aynı
bütün gün televizyonda gördüğümüz reklam bombardımanları gibi. Ve bu ne
reklamıydı? Bu ‘’Komşunu Kendin Kadar Sev’’ reklamı. Başka şekilde ifade etmek
gerekirse, başkasının arzularının kendi arzularımdan daha önemli olduğu. Bu davranış
basitçe ‘’sevgi’’ diye adlandırılıyor.
Sorunun nedeni olarak ise, biz şuanda her hayvan – insanoğlu da buna dahil –
tarafından kullanılan basit bir sistem ile çalışıyoruz. Ama bizim arzularımızın seviyesi
çok daha yüksek ve diğer bütün hayvanlardan çok daha karmaşık, hayvansal
doğamızın üstündeki o arzular içinde biz sürekli kusurluyuz. İşte dünyamızdaki bütün
savaşların, suçların, uyuşturucu bağımlılığının ve şiddetin nedeni bu. Neden? Doğanın
tamamı ihsan etme, sevme programı ile çalışıyor. Ve eğer biz sevginin bu prensibini
öğrenebilirsek, ondan sonra bildiğimiz kadarıyla acı çekmekten kurtulabiliriz.
Programı Değiştirmek = Doğa ile Eşitlenmek
Sadece insanlar Doğanın tamamen tersi bir işletim programı ile var olma yeteneğine
sahip. Eğer programı değiştirirsek, eğer Doğa ile formun eşitliğine gelmeye değişirsek,
sonrasında tıpkı orjinalinde Apple için yazılmış ama değiştirilmiş ve şimdi Windows ile
çalışan bir program gibi, biz de bütün fonksiyonlarımızı tamamen Doğa ile benzer bir
şekilde yürütebiliriz.
Sevgiyi keşfetmiş oluruz. Ve biz, ‘’alma isteği’’ diye adlandırılan mevcut işletim
sistemimiz ile deneyimlediğimiz bütün zevklerin toplamından çok daha büyük sınırsız
bir zevk kaynağı keşfetmiş oluruz.
Yazar: Michael R. Kellogg
DAVRANIŞ – MANEVİYATIN ÇALIŞMASI
Her gün yüzlerce olmasa bile düzinelerce bir şekilde hem fikir olmadığımız durumlar ile
karşılaşırız. Bu somurtkan bir eş ile uyanmak olabilir, işe gidip gelirken yolumuzu
kesen biri olabilir, gün içinde patron veya bir proje ile ilgili sorunlarımız olabilir, bu
listenin kesinlikle sonu yok.
Bu olumsuz tecrübelerin büyük çoğunluğu, ikinci kez düşünmeden bile bizi
telaşlandırır. Bizim zorlukla fark ettiğimiz olayların en küçüğü bile. Eğer koltuğumuzda
rahat değilsek veya içtiğimiz su boğazımıza kaçarsa, yüzümüzü ekşitiriz, uyum sağlarız
ve günümüze devam ederiz.
Ama bu olumsuz olayların her biri bizi manevi çalışmaya hazırlayıcı bir fırsata ulaştırır.
Bu böyledir çünkü maneviyat tamamen bizim Yaratan’a karşı olan davranışımız ile
ilgilidir. Bize iki temel gerçek söylendi; İlk olarak, O’ndan başkası yok, ki bunun anlamı
dünyada Yaratan dışında başka hiçbir güç olmadığıdır ve her davranışın arkasında O
vardır, itici güçtür.
İkinci olarak bize söylenen ise, Yaratan sadece gerçekleşen herşeyden sorumlu olmak
ile kalmaz, aynı zamanda gün boyunca deneyimlediğimiz olayların hepsi O'ndan gelir.
Başka şekilde ifade etmek gerekirse, bizim olumlu veya olumsuz hissetmemize
kalmaksızın, aslında Yaratan sadece iyilik içeren sevgi ile davranır. Bunun anlamı,
hayatımızda olan her türlü şey manevi çalışma için bir fırsattır.
Yaratan’a doğru olan davranışımız, manevi yolculuğumuza başladığımız yerdir.
Herhangi bir olay göz önüne alındığında Yaratan’a karşı üç farklı davranış seçeneğimiz
vardır. Bunlar:
1. Olaya nazaran, Yaratan’ı hesaba bile katmayız. Bu maneviyata karşı tamamen
aldırmayış olarak düşünülür ve biz sadece bedeni doğamızdayızdır. Buna hayvan
gibi yaşamak denir.
2. Yaratan’a doğru davranışımızı kontrol etmeyi düşünürüz ve mutlaka Yaratan’ın
bu davranışın arkasında olduğunu söyleyemeyeceğimizi buluruz. Başka şekilde
söylersek, bildiğimiz kadarı ile Yaratan var, ama dünyada birşeylere neden olan
başka güçler de olabilir, tıpkı biraz önce yaşadığımız olayda olduğu gibi. Bu çift
gizlenme olarak bilinir.
3. Son olarak deneyimleyebileceğimiz üçüncü davranış ise evet, dünyadaki her bir
durumdan Yaratan’ın sorunluğu olduğunu anlamamızdır, ama bunlardan bazıları
kötüdür ve canımızın acımasına sebep olur. Bu ise tek gizlenme olarak bilinir.
Tabii ki, amacımız Yaratan’ın olan herşeyden sorumlu olduğunu fark etmektir ve olan
herşey harikadır, kusursuzdur, asla daha iyi olamaz. Ama bazen, bizim işimiz bu
şekilde hissettiğimiz anda davranışımızı değiştirmek olduğunu düşündüğümüz için
kafamız karışır.
Bu tam anlamıyla imkansız. Biri için kendi doğasını değiştirebileceğini düşünmek, o
kişinin aldanma içinde olduğunun kanıtıdır. Sadece Yaratan böyle bir değişime sebep
olabilir. Ama bizim yapabileceğimiz şey bunu istemektir, bütün kalbimiz ile istemek. Bu
son kısım, herşeyin kredisini Yaratan’a verebilmeyi istemek ve tamamının iyi olduğunu
anlamak, bizim görevimizin en önemli aşamasıdır. Bu dua olarak bilinir.
Ama bu son aşama, ilk olarak bizim hatırlayabildiğimiz sıklıkta başımıza gelen ve hem
fikir olmadığımız her türlü olayı analiz etmeyi alışkanlık haline getirmemizi gerektirir.
Hatırlayın, maneviyata geçmede bizim öncelikli amacımız ilk olarak Yaratan’a doğru
olan davranışımızı analiz etmek. Sonrasında Yaratan’a atayamadığımız olayları fark
ettikten sonra, veya Yaratan’ın hareketi sadece iyilikti diyemediğimizde – O’nun
hareketlerini haklı çıkarmak için, o hareketlerin doğruluğunu kanıtlamayı istemeyi
denemeliyiz.
Yaratan’ı savunmayı daha çok istediğimizde, amacımıza ulaşmamız da daha
hızlanacaktır. Grup ile inceleyerek ve çalışarak, bu çabalar sayesinde, Yaratan bize
gerektiğinden bile çok fırsatlar vererek manevi ifşanın sürecini hızlandırır. Ama O’ndan
gelen bu harika hediyelerin üstünlüklerini kullanmak bize kalmıştır.
Yazar: Michael R. Kellogg
ORİJİNAL MAKALEDEN SEÇMELER
Arkadan ve önden beni sardın, yani Yaratanın yüzünün görünmesi ve gizlenmesi,
çünkü “O’nun Krallığı hepsinin üzerindedir”, ve her şey köküne dönecektir çünkü O her
yerdedir. Ama fark şimdiki zamanla gelecek zaman arasındadır çünkü iki dünyayı
bağlayan O, şunu gösterir: yapılan her şey ilahiliğin ortaya çıkması için bir giysidir. Ve
bu şimdiki zaman olarak kabul edilir, yani kraliyet kıyafetleriyle çıkar ve atı sürenin
attan daha aşağı olmadığını gösterir. Ancak, görünüşte at sürücüyü yönlendirse de,
aslında at her harekete yanıt verir ve sürücünün dizginine göre hareket eder. Buna
yüz-yüze denir.
Ama tüm hareketlerini sadece Yaratan’a adamayanlara gelince, ve at kendisini
sürücünün dizginlerine göre ayarlamıyorsa, ama aksini yapıyor gibi görünüyorsa, ve
hizmetçi ev sahibine emir veriyor gibi görünüyorsa, buna ‘arkası’ denir - yani kendini
kutsallıktan uzaklaşıyor olarak görmemelisin, ‘aklına gelen doğru olmayabilir’. Rabbin
şöyle buyurdu: ‘Güçlü bir elle’, ‘Yasaklanan O’nun rahmetinden uzak değildir’. Ve her
tekerlek kutsallığa, köküne döner. Bu nedenle at sürücüyü yönlendiriyor görünse de,
gerçek böyle değildir. Atı istikametine doğru götüren sürücüdür. Bununla birlikte
şimdiki zamanda bu durum aşikar değildir, gelecekte belli olacaktır. Yani irtibat vardır,
ama arka arkayadır yani kıyafeti giydiren ya da giyinenin isteğiyle değil.
Ama O’nun emirlerini takip edenler şimdiki zamanda da kraliyet kıyafetlerini keşfeder,
giydirenin isteğiyle yüz yüze gelirler, çünkü bu tam olarak O’nun isteğidir.
Ve ‘Çünkü Rabbine sevinçle hizmet etmediğinin anlamı budur. ‘Çünkü O’na her şekilde
hizmet edeceksin, ama tek fark ‘sarılarak altında ya da zorluk içinde’, yani istemeden
ve diğer türlüsü de her şeyin bolluğu içinde, yani istekli olarak.
DUA
Kabalistler şöyle dedi: "Kalbin hizmeti nedir? Dua." İlk önce, duaya neden kalbin
hizmeti denildiğini anlamamız lazım. Yaratan'a ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı
karşılaması için dua etmek hizmet midir? Eğer Kabalistler bu şekilde öğrendilerse, o
zaman bize bir ipucu vermek istemektedirler, yani duada hizmet adı verilen bir anlam
ya da unsur var ve sadece bir dua değil. Eğer öyleyse, Kabalistlerin ipucu olarak
verdiği bu "unsur" nedir?
Elbette kişinin eksikliğini hissetmediği bir şeyin verilmesi için dua etmesi söz konusu
değildir ve sadece kişi içinde bir eksiklik hissettiği zaman gidip bunun doldurulmasını
kendisine verebilecek birisinden talep eder - zira kişi sadece arzuladığı şeyi kendisine
verebilecek bir kişiden talepte bulunabilir ve bilir ki talep ettiği kişi bunu vermeye ve
bir başkasına iyiliğini yapmaya hazırdır.
Ve buna göre, kişi gelip Yaratan'a eksikliğini doldurması için dua ettiği zaman, kişinin
duasının net olması gerekliliği kesindir - şöyle ki, kişi neyin eksikliğini çektiğini çok iyi
biliyordur. Bu şu demektir, Yaratan'dan bir talepte bulunmaya gittiği zaman, kendisini
önceden düşünüp hazırlamalı zira kendisini dünyanın en mutlu insanı yapabilecek bir
Kral'ın örneğinde konuşacaktır, zira Kral'ın evinde hiç bir eksiklik yoktur. Eğer böyleyse
duadan önce kişi öncelikle iyi düşünmelidir ki gerçekten eksikliğinin ne olduğunu iyi
bilsin. Eğer sonra Kral bu eksikliğini karşılarsa, artık başka bir eksikliği olmasın ve
dünyadaki en bütün ve mükemmel kişi olabilsin.
Yaratılışın amacı yaratılanlarına iyilik yapmaktı, öyle gözüküyor ki Yaratan'ın
yaratılanlara iyilik ve mutluluk yapması açısından bir engel yok. Yaratan mutluluk ve
hazla doldura bilmek için bir boşluk yarattı, buna alma arzusu denir. Hissedilen
eksikliğe, dolmadığı sürece, acı ve ızdırap denir. Dolayısıyla yaratılan tüm boşluğun
arkasındaki niyet mutlulukla doldurabilmekti, zira eksiklik verme niyetinde de dahildir,
zira bu genel bir kuraldır, ancak bir eksik için özlem duymak doyumla mutluluk sağlar.
Eğer bir kişiye yemek verecek olursanız, tıpkı Kral Süleyman'ın verdiği ziyafet gibi bile
olsa, eğer kişinin yemeğe açlığı yoksa bundan bir haz duymaz.
Eğer böyleyse, kişi eksiklik hissedince ve bu eksikliğin doyumuna sahip değilse, elbette
bunun karşılığı için kişi talebiyle Yaratan'a dönecektir, zira genelde kişi Yaratan'dan
sadece mutluluk ve zevk için talepte bulunur. Yaratan açısından kişinin Yaratan'a dua
edip bir fayda ve mutluluk sağlama düşüncesi konuyla tümüyle alakasızdır, zira Yaratan
yaratılanlara iyilik yapma arzusudur. Dolayısıyla verecek olanın rızası ne zaman vermek
olacak diye sormak alakasız bir sorudur.
(Buradaki son cümle iyi anlaşılmalıdır, zira yukarıda anlatılanla çakışıyormuş gibidir.
Yukarıda dedi ki: "kişi içinde bir eksiklik hissettiği zaman gidip bunun doldurulmasını
kendisine verebilecek birisinden talep eder - zira kişi sadece arzuladığı şeyi kendisine
verebilecek bir kişiden talepte bulunabilir ve bilir ki talep ettiği kişi bunu vermeye ve
bir başkasına iyiliğini yapmaya hazırdır." Bu sanki kişinin bir talepte bulunmadan önce
ötekinin vermeyi istediğini sanki biliyormuş koşulunun gerekliliğini ima etmekte.
Ancak, burada diyor ki eğer verecek olanın arzusu vermekse, o zaman O'ndan bir şey
istemek alakasızdır. Bu iki koşul nasıl doğru olabilir?
Cevap şöyledir, bu son cümlenin ne anlama geldiğini içimizde iyice değerlendirmeliyiz.
Şöyle ki, eğer verecek olan bu şeyi her an vermeye hazırsa, o zaman bir talepte
bulunmak alakasızdır, zira bir talepte bulunmadan bile verilmektedir.)
Rabaş
DUA NE HAKKINDA OLMALI?
Soru: Neden insan dünyevi arzuları için değil de, Yaratan’a sadece ruhani
değişim için dua etmeli?
Cevap: şunu anlamalıyız ki kabul görülen tek dua ruhani değişim için yapılan
duadır. Diğer duaların kabul görmesi sadece fiziksel boyuttadır; örneğin
yağmur duası, bu tür dualar sadece hayvansal seviyede kabul görür insan
seviyesinde değil, çünkü bu dualar vücudun menfaati için yapılır.
Benzer istekler diğer seviyedeki yaratılanlardan da (duran, büyüyen, yaşayan,
konuşan) ortak ruh olarak bilinen Şehina’ya yükselir. Ancak her vakada, ızdırap Mutlak
Hakimiyeti yönlendirir. Hayvansal yaşam ve manevi değişim ile ilgili isteklere verilen
cevaplar arasındaki esas fark materyal ve manevi boyutta verilen cevaptadır.
Materyal seviyede cevap istenilenin tam tersi olabilir, bu arzulayanı maneviyata doğru
daha yakınlaştırmak için özellikle yapılır. Dolayısıyla dua ya verilen cevap rahatlamadan
ziyade daha çok baskıya neden olabilir, böylelikle yaratılan varlık giderek rahatı için
değil ama değişmek için yukarıdan talepte bulunması gerektiğini anlamaya başlar.
Kabala çalışan kişide ise istek kitapları çalışmasından doğar, manevi değişim için
olmasa bile. Bu nedenden dolayı “lo lişma’dan lişma’ya” prensibine göre manevi bir
cevap doğar, yani yukarıdan aşağıya ışık iner ve kişide manevi değişimi harekete
geçirir.
Bu dua ya da isteğin, çalışmanın insanın geldiği manevi köklere uzanmasındandır. Ve
bu dua, yani ışığın eksikliğinin hissi, köküyle beraberlik sağlayarak o kökten ışığı bu
dünyada yaratılan ruhun üzerine çeker. İnen bu ışık ruha geldiğinde, ruhun köküyle
birleşme özlemini doğurur.
İnsan ya ızdırabın yolunu izleyerek yoluna devam edebilir- kırılan kelim’in reşimotuyla,
ya da maneviyatın yoluyla- manevi değişim talebinde bulununca ışıklar zincirinin
reşimotuyla.
Her halükarda, şunu anlamak çok önemlidir, materyal şeyler için dua etmek- kalbin
derinliklerinden bile geliyor olsa, kalpten olmayan ve yapmacık bir manevi değişim
talebinden çok daha zayıftır. Bu materyal duanın acıdan ve mutsuzluktan
kaynaklanmasına rağmen bile böyledir, manevi dua ise okuduğu şeylerden edindiği
algılayışlarından kaynaklanır.
Soru: Maneviyat yolunda ilerlerken bile, reşimot insanın içinde ortaya çıkan
fiziksel ızdırapdanmı kaynaklanır?
Cevap: Hayır. Eğer kişi maneviyatın yolunda ilerlerse, ışığın reşimot zincirini
izler, keliminkileri değil. Bu aynı reşimo. Kliler kırılmadan uzun zaman önce
ışıkla doluydular. Kliler kırılıp parçalara ayrıldıktan sonra reşimot ikiye
ayrıldı; reşimo de hiblatşut (ışıktan olan reşimo) ve reşimo de aviut (kırılan
perdelerin reşimotu).
Işıktan olan bir reşimo Atzilut dünyasındandır, parsanın üzerinde ve oradan yansır.
Bu kliyi hatırlamasıdır, eskiden ışıla dolu olan halini. İnsan bu ışığın özlemiyle doludur,
o boyutta vermeye, Yaratan’la o boyutta beraber olmaya – bunun ne olduğunu hayal
edemese bile.
Kelimden olan reşimo ise şikayetler yaratır, insana kötü hisler getirir, ve kişi Yaratan’ı
suçlamaya başlar ve sadece O’ndan bağlarını koparıp özgür olmak ister- hiç bir iç
değişim istemeden. Ama kişi yapay olarak bile maneviyatla ve gelişmekle ilgilense,
dünyayı olan algılayışı muazzam bir şekilde değişir. O zaman kendisine şöyle der “bir
Kral’ın varlığını duydum ve O’nun yanında olan herkes çok kazanıyor ve çok şanslıymış.
Ama ben sanki köşeye itilmiş gibiyim ve halime ağlamaktansa O’nun yanında olmak
için dua edeceğim.” Böyle bir dua şimdiden bir adım ileride olmaktır.
Dört sürgün dört niteliğe tekabül eder, varlığın dört seviyesine. Sürgün esnasında İsrail
(yani manevi geni gelişmiş kişi, Yaratan’ı arayan) diğer ülkelerle (Yaratan’a yönelik
olmayan arzular) karışıktır ve diğer ülkeler İsrail’den öğrenmeye başlar – (kişinin
içindeki Yaratan’a olan arzu dünyevi arzuları etkilemeye ve değiştirmeye, geliştirmeye
başlar). İsrail’in arzularını ödünç alırlar ve yeni bir niyet ortaya çıkar. İsrail’de diğer
ülkelerin metotlarını ödünç alır.
Dolayısıyla kişinin içinde temsil edilen bu İsrail adlı özgecil arzu, bağış yapmak için
aldığını bildiğinden şanslı sayılır; yani diğer ülkeler olarak adlandırılan kendisi için olan
arzuları alarak ve onları değiştirmek yerine bağış için kullanarak başarılı olur.
Neden başarılı olurlar? Çünkü verebilirler, artık vermeye doğru daha yakındırlar, bu
maçla vermek almak için olsa bile ve bu yüzden alırlar. Burada bahsedilen şeyler mal,
ilim, sanat, diğer ihtiyaçları gideren gelişme. Sanki bizim dünyamızda bir şekilde
vermeyle alakalıymış gibi, ancak bunlar dışarıya yönelik amaçlı olup, içimizde
hissetmeye yönelik kullanılırsa, kişiyi bunları sadece kendileri için isteyenlerden daha
şanslı kılar; zira diğerleri tek yönlü çalışırken sen çift yönlü çalışıyor olursun.
Soru: “Bu nedenden dolayı neden tüm dünyaya haz almak için veremem? Bu kli neden
sınırlı?” Sınırlı çünkü kendisi için isteyen bir kli sınırlıdır, vermek sınırlı olduğundan
değil. Kli nefeş de nefeş den daha fazla alabilecek yere sahip değildir, sonsuzluğun ışığı
bile klide nefeş de nefeş olarak algılanmaktadır. Ve ilk kısıtlamadan sonra kendi için
alan bir kli kendi içinde hiç bir şey edinemez.
Bizim seviyemizde, maneviyatın altında, sonsuz dünyanın kuralları işler. Bizim
dünyamız sonsuz dünyanın bir benzeridir çünkü onun bir parçasıdır ve kısıtlamadan
etkilenmemiştir. Bölgemiz ilk kısıtlamayı “algılama özürlüdür” ve bu yüzden buraya
mahsomun altında deriz.
Manevi yasalar ein sof dünyasından mahsoma kadar işler, ama bizim dünyamızda
kendi için isteyen bir haldeyken değil. Ein sof’da sadece nefeş de nefeş alınabilir başka
bir şey değil, bu sadece içsel bir alıştır, Yaratan’ın algılanması değil. Bu sadece
Yaratan’dan gelen bir hazdır. Her halükarda bu haz sadece Yaratan’a olan bağımızı
geliştirmek için bir araçtır. Bu tür bir haza nefeş de nefeş denir.
Kendi için alan bir kli nefeş de nefeşden daha fazlasını alamaz. Klini doğası budur.
Sınırlı olduğunu hissetmemektedir ancak maneviyatta bu bir sınırdır. Bu çok az
miktardaki bir ışıktan sadece doğası özgecil olan ve canlı seviyenin altındaki varlıklar
haz duyabilir.
Islahın gerçek anlamı İsrailin tüm diğer arzularla harmanlaşmasıdır ve karıştıktan
sonra o arzularda özgecil bir özellik (veren kli) bırakır, yani Galgalta ve eynaim (GE) –
bu aşamada niyeti ıslah edilmemiş olmasına rağmen. O zaman kendi içinde İsrail olan
insanlar İsrail adlı materyal toprakta bir araya gelebilirler ve diğer arzularla karışan
içindeki GE giderek uyanır ve diğer arzularda maneviyatı giderek istemeye başlar.
Bu yüzden hala diğer arzuların içerisinde olursak kitapları çalışma isteği duymayız ve
yaratılışın nedenine ulaşma arzusu içimizde olmaz. Eğer materyal seviyede olan İsrail
ülkesi bu manevi insanlara (yani içlerinde ki İsrail olan manevi geni gelişmiş Yaratan’ı
arzulayan insanlara – ki bunlar her dil-din-ırktan olabilir) verilmek üzere tekrar
kurulduysa bu insanların manevi İsraile ulaşması gerekmektedir, yoksa bizim
üzerimizde hakim olan güçlerle ahenk içinde olamayız. Bu da dolayısıyla kişiye büyük
ızdırap getirir.
Genimizi diğer ülkeler arasında bıraktık ve artık manevi İsrail içerisinde olmamız
gerekmektedir.
Her ulusun ıslahından sonra herkes kendi yerine piramidin bir basamağında
yerleşecek. Manevi dünya materyal dünyayı yönetir ve tüm ulusları ve insanları kişisel
ruhlarına göre yerleştirecek, yoksa üst ve alt dünyalar aynı olmaz.
Hangi ulusun bugün var olan hangi 70 ülkeden ve hangisinde yerleşeceğini bilemeyiz
çünkü hepsi karışmış durumda. Ancak manevi güç bunu düzeltecek ama nasıl olacağını
hayal bile edemeyiz. Manyetik bir alanda metal parçalarının belli bir yere içlerindeki
elektrik oranında çekildiği gibi.
Son ıslahta manevi ve materyal dünyalar arasında bir bir korelasyon olduğu zaman,
yasaların fiziksel olarak uygulanması manevi olarak uygulanmasına eşit olacaktır.
Dolayısıyla tüm seviyelerde bütünleşme olacak, yani fiziksel ve manevi zaman, yer ve
ruh içinde birleşecek. İnsan ve ruhu, yer, niyet ve fiziksel davranışları arasında mutlak
bir bağ olacak. Bu üst dünyanın bizim dünyamıza kendisini indirmesinin son halidir.
İç ve dış dünya arasındaki ilişki manevi ve fiziksel kanunların ne denli doğru
uygulandığına bağlıdır.
Dolayısıyla her insan ve yaşadığı yer arasında ilişki olmalıdır. İnsan kendi ruhani
köküne bağlı olarak yaşaması gereken yerde yaşamaya tabi olacaktır. Sadece orada
sükunet içinde yaşaması mümkün olacaktır.
Manevi köküne göre insan diğer insanlarla bağ içerisinde olacak, evlenecek ve
çocukları olacak. Bazı dönemler vardı ki farklı kabilelerden insanların evlenmesi
yasaktı, bunun nedeni manevi köklerin yansımasıydı. Ancak insan maneviyattan
düştükten sonra bu yasak kaldırıldı.
Becerilerimiz bile, mesleğimiz, her türlü detay manevi kökler tarafından tayin edilir
olacak. Bu bugün bile doğrudur ama manevi köklere göre değil. Bugün bu klipanın
içinde olan ruhun halini yansıtmaktadır ve farklı olarak yüzeye çıkar. Dolayısıyla dış
dünyanı değiştirmek istiyorsan, önce iç dünyanı değiştirmek zorundasın, ancak o
zaman dış dünyan değişir. Ancak bu isteyerek yapılmalıdır, zira yapılmazsa senin için
yukarıdan zorla yapılır.
Yaratan herşeyi organize eder. Her halükarda manevi güç dünyayı mükemmelliğe
getirecektir, üst dünyayla mutlak uyuma. Fark sadece kişinin kendi karar vermesidir
yoksa yukarıdan onun için karar verilir.
Üst güç zaten gerekli tüm ön hazırlıkları yaptı; buraya geldiniz, bizlere, işten atıldınız,
yeni işe girdiniz, evlendiniz, boşandınız, tekrar evlendiniz vs. Sizlere tüm bunlar sizin
kararınız olarak gelebilir ama bu böyle değil. Yaratan manevi ve fiziksel hayatlarımızın
uymasını taleb etmekte.
Görürüz ki sadece Yukarı’dan gelen yönlendirmeyi takip ederiz. Bunun hissi bizden
gizlenmiş durumdadır. Gelecekte kendi kararlarımızı ve halimizi belirleyecek ve bu
kararları uygulayabilecek durumumuz olabilirse şayet varlığımız tümüyle farklı bir
boyutta olacaktır. O zaman her her kelime, cümle ve davranış bariz olarak
maneviyattan kaynaklanacaktır. Bu insana o kadar bariz olmalıdır ki kişi kendi
doğasının sürecinde aktif bir rol edinmelidir.
Islah olmuş bir dünya insanın mutlak kanunları bilerek yönettiği bir dünyadır ve bu en
büyük mutluluktur, çünkü bu davranış Yaratan’a benzemek gibidir. Bu şekilde yaşadığı
zaman insan Yaratan’ın özünü hisseder. Bundan daha yüce bir hal yoktur.
Problemlerimiz bitmeyecek, ta ki insan yaratılışının nedenini bilene kadar ve bu nedeni
gerçekleştirene kadar. Önemli olan tüm insanlara bunun mümkün olduğunu gösterecek
bilgiyi sağlayabilmektir. Biz bunu yaptıktan sonra gerisini Yaratan halledecektir, yani
gerekli dış etkileri sağlayacaktır – ızdırap – ve bu insanı maneviyatı bulmaya
zorlayacaktır.
Bizler insanlara bu bilgiyi sunmalıyız. Doğanın özü budur, gerekli olan diğer şeyler
gelecek ve olması gereken koşullar gerçekleşecektir. Doğa’dan saklanamazsınız, size
geri döner ve doğanın kanunlarını zorla uygulatır.
Her insan kendi sağlığı için ödeme yapmaya hazırdır, mutlu ve sükunet içerisinde
olmaya. Eğer kendisine bir menfaat getirecekse hemen çaba harcamaya hazırdır ve
hatta ödemeye bile. Ama insanları çağırıyor ve çaba sarf etmelerini istiyorsunuz; bir
kitap açmaya, oturup futbol seyretmek yerine düşünmeye ve bu sadece kişiyi
zevklerinden uzak tutmamakla bazen hayatlarının bile parçalanmasına neden oluyor.
İnsan maneviyat yolundayken hayatla ilgili farklı düşünmeye başlar, daha önce ona haz
veren şeyler tatsız gelmeye başlar. Kişiye bu durumda ancak grubundaki dostları
yardımcı olabilir zira onu başka hiç kimse anlayamaz.
Ancak kişiyi ikna etmek kimsenin görevi değil, kabalist sadece çaba sarf etmeli ve
yukarıdan kişileri yaklaştıracak mekanizmalar o zaman işler. Kişi her zaman çabasını
sarf etmelidir ancak bu eforla bağı olduğu tüm ruhlarla bütünleşebilir. Kişi maneviyatın
sonsuzluk olduğuna inanmalıdır.
KAVANA (NİYET)
Ne zaman öğrencilerimize basitçe Kavana’nızı (niyet) tutun desek, bu anlaşılmıyor.
Bunun içten sarf edilecek bir efor olduğunu sanıyorlar ve belki de Yoga gibi metotların
düşüncelerine konsantre olmayı öğrenmeye değer olduğunu düşünüyorlar. Niyet kendi
kendini yaratır ve kalpte doğar, tıpkı sevgi ve diğer hisler gibi ve kişi bunu ya kendi
çevresi yada Yaradan vasıtasıyla dolaylı yoldan etkileyebilir.
Ders esnasında ıslah olma niyeti;
Kalpte, niyetin geldiği yerde, ıslah edilme arzusu;
Arzunun ıslah olması için görünümü;
Arzunun görünmesini etkileyen hareketler: grup içinde çalışma;
Islah için arzunun yukarıdan Işık ile veya grup içinde olduğunun anlaşılması;
Düzelmeye ihtiyaç olduğunu farketme;
Kötülüğü farketme (egoist gelişimin ümitsizliği);
Kötülüğü farketmeye götüren hareketler: grup ve çalışmalar;
Mütevazi olmaya karar verme ve bir Kabalistin tavsiyelerini dinleme;
Yaradan’dan (O’nun seçimi) bir başlangıç itişi (istek) ve sonrası insanın seçimi.
Duanın (MA”N) Gelişiminin Düzeni:
Yaradan’dan (O’nun seçimi) bir başlangıç itişi (istek) ve sonrası insanın seçimi.
(TES’e (Talmud Eser Sefirot – On Işığın Çalışması) Giriş 4. paragraf)
Mütevazi olmaya karar verme ve bir Kabalistin tavsiyelerini dinleme;
Kötülüğü farketmeye götüren hareketler: grup ve çalışmalar;
Kötülüğü farketme (egoist gelişimin ümitsizliği);
Düzelmeye ihtiyaç olduğunu farketme;
Islah için arzunun yukarıdan Işık ile veya grup içinde olduğunun anlaşılması;
Arzunun görünmesini etkileyen hareketler: grup içinde çalışma;
Arzunun ıslah olması için görünümü;
Kalpte, niyetin geldiği yerde, ıslah edilme arzusu;
Ders esnasında ıslah olma niyeti; (TES’e Giriş 155. paragraf)
DÜŞÜNCE ÜZERİNDE ODAKLANMAK
1) Uyumadan önce: Uyurken mükemmeliyet hissi ile uyuyun. Yaratan'ın yüceliği
ve aranızdaki ilişkiyle ilgili kısa bir yazı oku.
2) Sabah Uyanma: Sabah uykuya daldığın aynı düşünceyle uyan ve kendine
daima "kalkarak ne edineceğin sorusunu sor. Kitapları çalışarak ne edineceğim?
Dün bugünden nasıl farklı olacak ve beni gün içerisinde nasıl etkileyecek?
3) Derse hazırlanmak: Derse başlamadan önce şu şekilde yoğunlaşmak gerekir;
Şimdi grubumla bir derse başlıyorum. Tüm dünya "klisini" hissetmek istiyorum,
sanki hep beraber aynı hedefe saldırıyor gibi. Öyle bir esinlenmek istiyorum ki
sanki gün boyunca bu düşünceyle devam edeyim ve yaptığım herşey benim
dışımda kalsın. İçimdeki izlenim şöyle olmalı: Ben, tüm grubum (dünya grubu)
ve Yaratan arasındaki bağ. Grupla ders’ten sonra dış dünyayla iletişim kurarken
gerçekten herşey dışımda kalır. Derse başlamadan ki niyet ve dua bu şekilde
olmalı. Ben ve grupla birlikte Yaratan'a doğru.
4) Ders esnasında - mükemmellik ve hisaron (arzu) aynı anda: Derse
başlamadan önce mükemmellik haline girmek durumundasın. İletişim içerisinde
olmak istediğin herşeyle aynı özellikler içerisinde olmalısın. Mükemmellik Kabala
ve Işıktır. Eğer bunları edinmek istiyorsan mükemmellik içerisinde olmalısın. Bu
emin olmanın verdiği mükemmelliktir, Yaratan'ın mükemmelliği. O kusursuzdur,
güçlü ve herşeyi vermeye hazır ve verecekte. Grubunu ve Yaratan'ın sana olan
tavrını kontrol etmektesin. Bunlar iki ayrı şeydir. Bana olan yaklaşımından
eminim, beni kurtaracağından şüphem yok. Benim tarafımdan - henüz ıslah
edilmemiş. Mükemmellik seviyesinden mahrumum, O'na benzer özelliklerim
henüz yok. O'nu henüz etkileyemiyorum, O'na yönelik ihsan edemiyorum ya da
O'nunla aynı özgecil koşullarda değilim. Yazar ve kitabın mükemmelliğinin
farkına varmalıyız ve buna ek olarak çalıştığım bölümün yani Yaratan'ın
davranışlarının. Hazineye giden yolun başındayım. Sonsuzluğa mükemmelliğe
ulaşmak için bana bir davetiye verildi. Gerçeğimde kitabın yazdığı mükemmelliği
kendimde eksik görüyorum. İhsan etmenin mükemmelliği eksik. Bu olmadan
saran ışığı uyandırmam mümkün değil, sadece egoist arzum için ancak bilgi
edinebilirim bu şekilde. Derse başlamadan önce kitabın bahsettiği bir hisaron
olmalı. Işığı çektiğim nokta olan Atzilut dünyasıyla bütünleşmek arzusu.
5) Ders’te niyet hatırlanması: "Beraber ortak bir kli olarak birleşmeliyiz.
Unutmayalım ki hep beraber çalışıyoruz ve ancak bu kolektif çalışmayla bizi ileri
çeken gücü algılayabiliriz. Eğer unutursak, herkes kendisi için çalışır ve kendisini
düşünür, o zaman mutlak bir kayıp olur. Dolayısıyla hepimiz birlikteyiz ve ne
düşünürsek düşünelim ne çalışırsak çalışalım, hepimiz aynı amaca beraber
ulaşıyoruz.
6) İç Dua: Şu anda son neslin koşullarındayız. Eğer arzularımızda bunu
hissedersek, o zaman tüm ıslah oluşur. İç dua - kişinin en derin arzusudur: ıslah
olmuş birleşik kli olan Hz. Adem'in yasalarının oluşarak dostlarımla ve
grubumda gerçekleşmesi. Adem kendi içinde tüm sonsuzluğun ışığını edinir, yani
Yaratan'a olan açılım. Yaratan'ın aramızda sınırsızca belirmesini hissetmeliyiz.
Bu anı her halimizde beklemeliyiz ve unutup grupta kanserli bir hücre olmaktan
korkmalıyız. Yoksa o zaman kişi tüm gruba büyük zarar getirir ve sonuncunda
kendisine de.
YEGİA (ÇABA) 09-08-2006 DERSİNDEN ALINTI
Yegia kişinin her an mutlak şekilde amaca ilerlemesi için yaptığı seçimdir –bu seçimden
ne kadar nefret etsede.
Dostları sevmek ne demektir?
Şöyle yazdığı gibi: dost sevgisinden Yaratan sevgisine. Çünkü insan sevgisinde bizler
için Yaratan sevgisine ulaşabilmek için bir fırsat, bir model var. Bu modelle kişi
oynayabilir yani dostlar arasında bu arzuyu, dürtüyü ifade edebilir ve elde ettiği şey
dostların reaksiyonudur. Bu şekilde kişi kendisinin amaca yönelik olup olmadığını
görebilir.
Dostlarım arasında tıpkı hocamla olduğu gibi birçok koşulda bulunabilirim. Sonuç
olarak insan reaksiyonlara yönelik eleştiri geliştirir. Bu koşul altında ihsan etmenin ne
olduğunu, sevgiyi, amacın önemini tüm bu reaksiyonlardan çalışabilirim. Bu
koşullardan Yaratan sevgisine geçerim, zira Yaratan sevgisi kararlılık, tutarlılık
gerektirir, gerçek anlamıyla Yaratan’a benzeyecek bir varlık. Dostlarımlayken bu koşula
ulaşmayı bir çocuğun oyun oynayarak öğrendiği gibi gerçekleştirebilirim. Sanki ihsan
etme koşulunda ve sevgi yumağı içerisindeymişiz ve bir şey istiyormuşuz gibi. Bu
“oyun” kişinin kendi içerisinde bir sürü izlenime neden olur ve bu iç analiz vasıtasıyla
daha sonra Yaratan’a kendimi ilişkilendirebilirim.
İşin en başından şunu bilmem lazım – “içinde bulunduğum grubun sadece tek bir
amacı var – Yaratan sevgisine ulaşmak!” Bu amaç yoksa sadece bir çete olursunuz,
çetelerde de dost sevgisi kavramı vardır. Gidip soygun yaptıkları zaman aralarında
büyük bir bağ vardır ve hatta bir birleri için bile hayatlarını verirler.
• İşin en başında grubun amacı Yaratan’ı sevmek olmalı (bu nosyonun ne kadar
anlaşılıp anlaşılmadığı önemli değildir.)
• Grup dost sevgisine, amaca ulaşmak için, her an kendisini vermek durumundadır –
sadece amaca ulaşmak için!
Nedir bu dost sevgisi? Ulaşmak istediğim bir koşul, dostumun benim için benden daha
önemli olduğu bir koşul. Böyle bir yaklaşım kişinin Yaratan’a olan yaklaşımıyla aynıdır.
Baal HaSulam’ın yazdığı gibi – gerçek anlamıyla sevgi seviyesine ulaştığımda kimi
sevdiğim önemsizdir, ha Yaratan ya da başka bir insan zira ikiside benim dışımdadır.
Eğer gerçek anlamıyla onu sevme konumuna gelirsem o zaman Yaratan sevgisine de
ulaşmış olurum. Bu aynı niteliktir. Yaratan kimdir? Yaratan bir niteliktir, ihsan etme
özelliğidir, dostum gibi tanımladığım bir obje değil. Bu özellik bu niteliğe benzediğim
kadarıyla içimde yer alır.
Bunun için ne yapmam lazım? Bunun için bir grup oluşturulmalı ve bu gruptaki
HERKES dost sevgisine gelme koşulu olmadan manevi edinim sağlayamayacağını
anlamalı ve Yaratan sevgisine ulaşamayacağını idrak etmeli. Kişi bu iki şeyin aynı şey
olduğunu görmeli. Kişiye bu şekilde maneviyat açılır, uygulaması bu şekildedir. Başka
bir yol yok, işiniz bu!
Şimdi Baal HaSulam bunun gruptaki hem kalite hem de miktara bağlı olduğunu
yazmakta. Bu detaylar üzerinde de çalışmak durumundayız. Her arkadaşınızı
gözünüzde neslin en yücesi olarak görmelisiniz ve bu koşulda her birine saygı
duymalısınız. Kişi için dostlarının ihtiyacı kendi ihtiyacının üzerinde olmalı vs.
Tüm bunlar içinizde açıklık kazanmalı ancak prensip olarak kendi grubumuz içerisinde
bu manevi edinime ulaşamazsak – grup içerisinde – kişinin kendi içinde ortaya
hislerinin kendiliğinden çıkıp gruba kıyasla incelemesi ve her hangi bir manevi edinim
sahibi olması mümkün değildir. Böyle bir mekanizma yok! Yaratan’ın insana verdiği tek
koşul ve olanak bu şekilde, etrafınızdaki insanlarla manevi modeli oluşturmak. O
kadar! Buna karşılık dünyadaki tüm acı ve ızdıraplar bulunmaktadır- nefret. Ekonomik
krizleri sağlık problemleri, savaşlar, insanoğlunun tüm hissettiği acılar. Tüm bu
ızdıraplara yönelik tek bir çare var- bir grup, tek kalp ve the ruh olarak çalışan bir grup
insan bu koşulu tüm insanoğluna açabilir.
Bundan başka bir yol yok!
Kişi bunu duyup hem fikir olabildiği kadar belki yaklaşır. Yavaş yavaş kişi kitapları
çalıştıkça belki bu nosyona yaklaşır, duydukları içinde tutunmaya başlar ve bunun
gerekli bir yol olduğu kendi içinde ortaya çıkmaya başlar. Bunun dışında bir ihtimal
yok. Bundan başka yapacak bir şey yok, kişi buna rağmen kaçacak yer arar çünkü bu
koşulu yerine getirmek kişinin nefret ettiği bir koşuldur.
Eğer bunun menfaatimize olduğunu görseydik o zaman elbette böyle bir topluluk,
ortaklık oluştururduk, tıpkı başkalarının oluşturduğu ekonomik topluluklar gibi. Ancak
bir başkasının kendinden önce sevme koşulunu yerine getirecek bir topluluk bizim
dünyamızda oluşturulan grup ve toplumların tam tersidir.
Bunu nasıl yapabiliriz? Grup tüm insanoğluna yönelik tek kalp tek insan olmalı. Ben
grubuma karşı ve grubum tüm insanoğluna karşı. Bu kadar! Böylelikle grup diyelim ki
sizler yani Bnei Baruh kendinizi özel sanıp kişisel gururun içerisine gömülmekten ve
sürekli güç kazanıyoruz havasından kendinizi alı koymuş olursunuz. Bu şekilde kendi
aranızda tüm insanoğluna yönelik sevgi seviyesine ulaşma zorunluluğu olur. Bunun
uygulaması dost sevgisinden Yaratan sevgisinedir. Grup ne kadar güçlü ve yüce olursa
Yaratan kendisini grup içerisinde o kadar ifşa eder.
Yaratan o ortak kabın içerisinde ARAVUT koşulunda kendisini ifşa eder. Yaratan kim?
Bir başkasını sevme gücü. İhsan etme gücü O’nun yarattığı bir koşul yüce bir özellik ve
ifşa olacak şey bu nitelik. Bu yüce niteliğe Yaratan denir Merhametin içindeki Erdemlik.
—Bir şey yaparken aramızda Yaratan’ın ifşasına yer olabilecek bir kab oluşturma
düşüncesiyle yapın.
—Dostlarımızın sizden daha önemli olduğunu hissedin ve onlar olmadan amaca asla
ulaşamayacağınızı hissedin.
—İnsanoğlu yaratılışının amacına ulaşınca sevginin en mükemmel haline gelecekler –
şöyle ki bir birlerine olan sevgiye -. Bu koşulda herkes tek bir kalp olacak ve insanoğlu
için planlanan mutluluğun hat safhasına ulaşılacak. Makale "Herut" (Özgürlük)
DERSE HAZIRLIK
(Rav’a ders esnasında sorulan sorular ve Rav’ın cevapları)
Kendimiz nasıl gün içerisinde sabah dersine hazırlayalım ki ders tam anlamıyla etkili
olsun. İşe sondan başlayalım: Derse tıbbi bir meseleymiş gibi gelmeliyiz ve bu
olmadan sanki ölecekmiş gibi - tıpkı böbrek hastalığı olan bir kişi gibi; bilincini
kaybetmeye başlayan ve ensülin ihtiyacı olan bir şeker hastası gibi; oksijen eksikliği
çeken bir insan gibi... Kısaca, bedeninin varolabilmesi için bir ihtiyaç düşün! Zoraki bir
ihtiyaç.
Derse gelmeden önce iç hissim bu olmalı. Bu histen sonra nasıl ve ne zaman çalıştığım
önemli değil. Dersi duymaya bile bilirim dinlemiyor olabilirim - çünkü kafamda sürekli
bir tek soru var: Dersten bir fayda alıyor muyum, ihtiyaç duyduğum şeyi doyurabiliyor
muyum ve bunun vasıtasıyla iyileşiyor muyum? Dersin etkisi bu şekilde en hat safhaya
ulaşır!
Bu arzuyla sadece en direkt olarak çalışabilirim çünkü arzularımızı değiştiremeyiz -
insan kendi kalbinin sahibi değildir. Baal HaSulam'ın şöyle yazdığı gibi, Özgür
seçimimizin farkına sadece çevremiz vasıtasıyla varabiliriz. Çevremiz, kitaplar ve
gruptur ve sadece onların yardımıyla kalbimin bir şeye ihtiyacı olduğuna
inandırabilirim, kitapların ve grubun beni yönlendirdiği şeye.
Şöyle ki sabah üç saatlik dersin dışındaki yirmi bir saat boyunca ölümcül bir
hastalığımın olduğuna dair endişem olmalı. Bir başka deyişle, işe sondan başlıyorum:
Eğer ders esnasında içimde bu denli bir talep olmazsa o zaman buna maneviyatı
çalışmak denir. Bu yüzden hocalarımız şöyle der: "Kötü eğilimi yarattım ve ilaç olarak
da maneviyatı verdim, buradaki ışık iyileştirir". Bu yüzden tüm çabamız sabah dersine
gelişimizde ki ihtiyacın odaklanmasındadır. Bunun dışında hiç bir şey bana bağlı değil!
Sadece bu ihtiyacı hazırlamak.
Kişi son çaresi olan hasta bir insanın kararlığı ile gelmelidir ve mutlak bir güvenle
burada olmalıdır. Sanki ona hayatının sayılı günleri olduğu söylenmiş ve bugün birden
radyoda hastalığına bir çare bulunduğu haberini almış gibi. Hayal edebiliyor musunuz?
Elimizdeki koşullarla kendimizi bu şekilde ilişkilendirmeyiz. Bunun dışında hiç bir şeyin
önemi yok! Hiç bir şey!
Rabaş şöyle derdi: "İlacımı almadan önce o ilaca duyduğum ihtiyacı alabileceğim bir
eczane yok mu?" Eczanede size ihtiyacınız satılmaz, sadece ilacınız. Evet, elimizde bizi
ıslah eden ışığın kaynağı var, sadece arzumuz kadar üzerimizde işler. Sadece kitabı
açıp önünde oturamam! Elbette ıslah edilmedim; Hala doğduğum zaman ki gibi kötü
eğilimli vahşi bir katır gibiyim. Kötü eğilimli vahşi bir katır olduğumun önce farkına
varmalıyım! Eğer bunun farkına varmazsam, hastalığımın ne olduğunu tayin etmezsem
o zaman ilacın ne olduğunu da tayin edemem. Teşhis ettiğim hastalığın ilacı uygun
olmalı, yani maneviyat.
Bu yüzden tüm çalışmamız ıslaha olan ihtiyacımızı hazırlamak. Şöyle diyebiliriz: ışık
mükemmeldir ve sonsuz bir istirahattadır. Arzu değişme isteğiyle ışığın etkisini üzerine
çeker. Bu kadar.
Peki geriye kalan 21 saat boyunca ne yapmalıyız? İşimiz bu. Bir talimat listesi yok,
herhangi bir tüzük de yok ve fikirlerimizin olduğu bir listede. Ancak Kabalistlerin
verdiği genel ipuçları var ve kişi bunlara bakmalı. Arayış ihtiyacı inşa eder, arzuyu da!
Bu yüzden şöyle denir: "Kişi elinden geleni ardına koymamalıdır". Kişi tüm çabasını bu
ihtiyacı ortaya çıkarmak için harcamadığı sürece ışık tam etkiyle üzerinde işlemez ve
kişiyi manevi bariyerden geçiremez.
Bu ihtiyaç, bu kli dersten önce hazırlanışı iki parçadan ibarettir: Reşimo de İtlabşut
Reşimo de Aviut. Bu bizlere iki fenomende belirtilir: Birincisi, içinde alev gibi yanan bir
arzu olmalı - kişinin açıklayamayacağı bir arzu ! Bu Reşimo klidendir. İkincisi, Işık'dan
kaynaklanan Reşimo: Yaratan'ın beni ıslah etmek istediğinden kesinlikle eminim ve
ıslah eden ışığın kaynağı tam önümde, sadece bunu istemem lazım. Burada bahsedilen
Yaratan'ın yüceliğinin farkına varılmasıdır, güvenebileceğimiz bu kurtarıcı gücün, - tek
bir koşulla: Bu benim Klim, benim ihtiyacım ortaya çıkartılacak. Genel olarak buna
Reşimot de İtlabşut ve de Aviut denir. İtlabşut ve Aviut'a benzer olarak derse bu
arzuyla gelinir.
Şöyle ki, kitaplarımı çalışmadığım zaman birbirine iki zıt güçle çalışmaktayım: Birincisi
Yaratan’ın yüceliği yani amacın yüceliği, ıslah eden ışığın tesiri. Maneviyat gözlerimde
tüm açılımlarıyla çok yüce olmalı, ancak sadece soyut anlamda değil, daha ziyade bana
yönlenmiş olarak – benim için bir şifa olduğuna emin olmalıyım. Ve öteki taraftan
kendi halime bakmalıyım: ne kadar ölümcül bir hastalığım olduğunu ve egom
yüzünden ne kadar acı çektiğimi vs.
Bu tür şeyleri kendi kendimize söyleyip esinlenemeyiz. Ya kitaplardan esinlenebiliriz,
ya da en güçlü şey olan, gruptan. Hem kitaplar hem de grup aslında tek araçlardır, kişi
kendi arzusuna sadece bu araçlarla etki edebilir ve maneviyatın ıslah eden ışığını
çağırabilir. Başka bir deyişle, kişi sadece bunlarla gelişimini hızlandırabilir. İnsanın
sahip olduğu tek seçim budur.
Bu yüzden insan günlük bir program dahilinde çalışmalıdır: Biraz dinlemeli, biraz
okumalı ve biraz dostlarıyla zaman geçirmeli. Günde üç saatlik çalışma sürecinin
dışında kişi kendisini kişisel hazırlık sistemi dahilinde bulundurmalı. Burada sadece boş
zamanımızdan bahsetmiyoruz! Sadece çalışılan zamanlarda bir arada olamazsınız.
Kendinizi derse hazırladığınızdan emin olmalısınız. Bu yüzden hep bir araya
gelmelisiniz, beraber yemek yemelisiniz, komünikasyon kurmalısın, beraber bir şeyler
yap... Ne olduğu önemli değil - herkes ortak kliye kendi katkısını koymalı, yani gruba:
kendi görüşüyle en etkili olan şey neyse.
Bu şekilde bir yol bulacağız - bulamazsak bile farketmez. Bizim için en önemli olan bir
şeyde meşgul olmuş olacağız: Yaratan'a olan ihtiyacın aranmasında. Ve sonuç... Bu
arzuyu birden ne zaman edineceğimizi bilemeyiz: Bu arzuyu tümüyle farklı bir yerde
ve zamanda edinebiliriz. Işık Kelimi etkiler ve sarsar. Bizimde bu arada şunları
yapmamız lazım...
Başka bir deyişle, hayatımızda düzen olamaz çalışmamız bu şekilde - ek arzular
aramak; sorumluluğumuz bu şekilde. Geriye kalan herşey zaten hazır bir vaziyette
beklemekte ! Ancak elimizde bir kap olmadan kralın hazinelerine girmenize izin
verilmez. Ancak sonra hazineye defalarca girebilirsiniz. Ama elinizde bir kli tutmak
zorundasınız. Ne kli'si kendi kabınız bu sizin ruhunuzun karşılık gelen ilk manevi
seviyesinin miktarıdır.
Bunun üzerine gün içerisinde hangi davranışlarımın en etkili olduğunu tayin etmeliyiz
ki derse uyanık bir şekilde gelelim, sabırsızlıkla tedavi ve ıslah beklercesine.
En önemli şey de uyumadan önce kişinin kendisini hazırlamasıdır. Yarım saat ya da on
beş dakika, ne kadar olduğu önemli değil en az beş dakika! Yatağa girmeden önce ve
uyumadan önce... Sizlere ne kadar çalışmanız gerektiğini söyleyemem: Bazen iki
cümle ya da iki kelime bile yeterli olabilir - ve kişi bunlarla uykuya dalar ve tüm geceyi
geçirerek bunlarla uyanır ( yani saat iki - iki otuza kadar ) dersten önce. Bazen kişi
yirmi dakika kadar okur bazen ise biraz müzik dinler. Ne olduğu önemli değil!
Kişi uyumadan önce uyandığı zaman içinde de uyanacak bir şeyler bulmalıdır. TES'dan
biliyoruz ki uyku öncesi çalışmanın ne kadar önemli olduğunu zira bu olmadan kişi
uyanamaz ve gece bekçilerinden geçemez. Bu olmadan kişi gecenin karanlığından
geçecek güce sahip değildir. Uyandıktan sonra bu uyanışını devam ettirmeye hazırdır...
Soru: Hangi metinler daha faydalıdır?
Uygun bazı yazılar seçin ve bunlara uyanış adlı yazılar diye ad verin ve her defasında
farklı bir paragraf kullanın. Bazı yazılar vardır ki kişiyi heyecanlandırır, Baal HaSulam
bunlar içine çok büyük bir güç, izlenim ve ilham kaynağı vermiştir.
Ayrıca mantıklı şekilde yazılan deyimler vardır. Önceki derslerde Reşimot İtlabşut ve
Reşimot Aviyuttan bahsettik ve bazı insanlar bunu Kli ile ilgili, ışık ve Yaratan'ın
yüceliğiyle ilgili konuşmalarımızdan daha iyi algıladı. Bazı mantıklı yazılar daha iyi
algılanmakta, benim gördüğüm kadarıyla Reşimot de İtlabşut ve Reşimot de Aviyut,
Gimel, Dalet, bir taraftan ışık ve öteki taraftan da Kli. İnsan algılamaya başlar.
Bu şu demektir; bazen deyimleri kullanmak faydalıdır, mantıklı bir şekilde yazılıp kişiyi
uyarır. İki taraftan da ilham alırız - hem kalpten hem zihinden. Zihin bizi uyandırabilir,
yazıları öyle bir düzenleyebiliriz ki kalbin algılaması daha kolay olur, kişi aklıyla anlar
ve ilham alır çünkü kalp ve akıl bu iki sistem beraber çalışır.
Dolayısıyla hangi deyimleri seçeceğimizi tam söyleyemiyorum benim kendim için
seçtiğim deyimler var, ve yıllar boyunca çalışmalarımdan bu deyimlere bağlandım,
belki de bunun nedeni kendi Rav'ımla nasıl konuştuğum ve bunları O'nun vasıtasıyla
nasıl hissettiğimdir. Bu izlenimi sizlere transfer edemem çünkü tümüyle farklı ve kişide
farklı, sizin ihtiyacınız olduğu şekilde farklı olacaktır.
Kişinin araması gereklidir. Bulduğunuz şey vasıtasıyla sonuca gelmezsiniz ama sonuç,
bulmak isteğinizin büyüklüğüne bağlı.
"Emek harcadım ve buldum".
Problemimiz bu. Bu işleme makalenin açısından kendimizi ilişkilendirmememiz lazım -
buldum demek yeterli değil! En önemli şey çaba sarf etmek.
Soru: Bazı yazı parçalarını bize gönderiyorlar ve beraber okuyoruz. Bunları beraber
okumak yalnız okumaktan daha mı iyidir?
Bence gün içerisinde bir araya gelip beraber bir şey okumalısınız. Ancak herkes bu
beraberliğe gelmeden önce kendisini hazırlamalı, tıpkı derse hazırladığı gibi. Kendisine
tüm Kli’den bir izlenim alacağını söylemeli ve Kli'deki herkes de bir izlenim almayı
arzulamaktadır ve bu iki Reşimot’u uyandırmalı.
Bu sizin bir sonraki derse kendinizi hazırlamak için yaptığınız grup çalışmasıdır. Soru
şöyledir; bunu gün ortasında mı yapmalı yoksa uyumadan önce mi? Bunu gün
içerisindeyken işimde saklanıp gizlenecek yapacak olursam, konsantre olmadan
yapacak olursam hiç bir işe yaramaz.
Sadece beş dakikalığına yapın yeter, daha fazlasına ihtiyacınız yok. Ancak bu beş
dakika içerisinde çok özel bir halde olmalısınız. Başlamadan bir kaç dakika önce çok
özel bir beş dakika geçireceğinizi kendinizi düşüncelerinizde hazırlamalısınız.
Bunu gün içerisinde ya da akşam uyumadan önce yapmak gerçekten gereklidir. Çünkü
başka bir grup çalışması yok. Ders esnasındayken kimse konuşmuyor, herkes sessizce
oturmakta ve sadece kalplerinden doğan ışığı çekmekle meşgul. Dersle ilgili koşulları
daha sonra konuşacağız şimdi ise derse hazırlığı konuşuyoruz.
Dolayısıyla gün içerisinde telefonla ya da internette buluşmadan önce kişisel bir
hazırlık gerekmektedir. Bu hazırlık kişinin içerisinde gerçekten bütünleşmek için bir
fırsat olduğunu ve herkesten bu ihtiyacı alabileceğini, kim olduğunu ve Yaratanın kim
olduğunu anlayabileceği ve bu fırsatı da doğru kullanabileceği bir koşul. Eğer bunu
yapmaya başlarsanız bende her gün katılmaya razıyım.
Ve geriye kalan her şey kişinin ne kadar boş vakti olduğuna bağlı - buraya
geliyorsunuz ve biraz çalışıyorsunuz ve akşamları da biraz dağıtımla ilgili projelerde yer
alıyorsunuz.
Belki ileride bir yerimiz olursa akşamları beraber yemek yiyebiliriz uyumadan önce.
Bize çok yardımcı olur hem de çok! Eğer yemekten sonra herkes eve gidip uyursa o
zaman uyumadan önce kitap açmanıza bile gerek kalmaz. Yemekten hemen sonra
uyursanız bu izlenim sizin için çalışmaya başlar.
Soru: Daha önce gün içerisinde beraber makale okuduğumuz sisteme tekrar geri
dönmemizi tavsiye ediyor musunuz?
Şu anda makale okuyor musunuz okumuyor musunuz bilmiyorum. Gün içerisinde
telefonla birbirinize bağlandığınızı biliyorum.
Öğrenci: Sabah dersinden bir bölüm dinliyoruz ondan sonrada ilham almak için bazı
şeyler yapıyoruz ve dünya Kli’sinden bazı haberleri okuyoruz...
Neyi dinlediğiniz ve nelerden bahsettiğiniz önemli değil. Önemli olan kendinizi nasıl
hazırladığınız. Rabaş Kabalistlerle ilgili şöyle derdi - Aralarındaki sohbet tümüyle
alakasız olabilir tıpkı senin dediğin gibi dünya Kli’si ile ilgili haberler mesela, derslerle
ilgili şeyler, bazı konularla ilgili konular - ne olduğu önemli değil.
En önemli şey kişinin içinde ne olduğu, kalplerinizin konuşup konuşmadığı, ihtiyacı
hazırlayıp hazırlamadığımız, eksikliğimiz. Eğer esas bunu yapamıyorsanız nasıl
yapacağınızı açıkça konuşmalısınız.
Soru: Hazırlıktan zevk almamız bir problem midir?
Kişinin dersten hoşlanması yada derse hazırlıktan, ortak yediğimiz yemeklerden ve
grup içerisindeki aktivitelerden haz duyması yasak değil. Tam tersine! İnsan bu tür
aktivitelerden haz duymaya çalışmalıdır.
Soru: Eğer insanın elinde Materyali çalışma fırsatı var ise yapabileceği en iyi şey nedir:
dersi tekrar dinlemek mi yoksa başka bir şey yapmak mı?
Kulaklarınızdan materyal geçmesinin çok büyük fayda sağlayacağını sanmıyorum.
Eğer sabahtan akşama kadar kaydedilmiş dersleri dinlerseniz içinizden bir sürü bilgi
geçer ama bu bilgiler sizi etkilemez, sizi etkilemesi gerektiği şekilde bu bilgiyi içinizde
işleyemezsiniz. Bunu yapmanız mümkün değil.
Materyal bir hayat içerisinde olmamızın özel bir nedeni var – evlilik, aile, çocuklar,
işimiz, alış veriş, patronumuz, banka vs. - yani çevremizde bizi saran dünyadaki her
şey.
Etrafımızdaki tüm bu her şeyin içerisinde manevi ihtiyacımızı eksiklik hissimizi
taşımamız lazım. Sanki gün içerisinde eksiklik hissini nereye gidersem gideyim ne
yaparsam yapayım içimde taşıyormuş gibi.
Maneviyata olan ihtiyacı seni hayatta etkileyen her şeye rağmen kendi içinde taşırsın,
bu şeylerin yarattığı engellere rağmen. Bu şekilde ilerleyerek ve engelleri bu ihtiyaçla
aşarak kendini güçlendirir ve Kli’ni yaratırsın.
Eğer kendini terkedilmiş bir yerde, hiçbir problemin olmadığı bir yerde saklarsan
kendini maneviyata hazırlayamazsın. Bu tür şeyleri doğu felsefelerini izleyenler yapar.
Soru: Arzumuzu büyüten herhangi bir metot iyi midir?
İnsanın arzusunu geliştirmenin tek yolu kitaplar ve gruptur. Biz buna “çevre” ; manevi
gücü kişisel potansiyelimden daha büyük olan ve bir Kli’si olan çevre diyoruz. Benden
daha yüce ne olabilir? Eğer izlenimlerim maneviyata olan arzumu arttırıyorsa bunu
ancak manevi kitaplar ve manevi bir grupla yapabilirim! Başka nerede manevi
potansiyele sahip olan ve beni etkileyen bir şey bulabilirim ki? Siz bana söyleyin grup
ve kitaplardan başka nerede bulabiliriz?
– Hocamızda…
–
Evet, bir de hocamızda.
Soru: Ayrıca yaratana karşı bir sorumluluğumuz var bize ihtiyacı var?
Sen Yaratanı merak etme o gayet iyi…
Soru: Bu arzu nasıl ifade edilmelidir? İki açıdan bahsettik: ışığa olan inancımdan ve
kişisel durumumdan. İkisini nasıl dengeleyebilirim? Bu ikisinin arasında ne olmalı?
Yaratanın yüceliğini anlamaya başladıkça ve bu şifaya daha çok ihtiyacın olduğunu
hissetmeye başlayınca bu iki açı giderek birbirinden daha farklı görünür; birisi ışık
tarafından diğeri de Kli tarafından. Bu potansiyel fark Kli’nin büyüklüğüdür. Zira ilk
Reşimo Keter’dendir ve ikincisi de Malkut’tan.
Soru: Yaptığımız tüm işlerde mesela çeviri yaptığımızda, dağıtım yaptığımızda bu
arzuyu nasıl geliştirebiliriz?
Direkt olarak dağıtımla ilgili yapılan işler vardır. Kişi arzusunu hazırlarken bunları daha
iyi kullanabilir. Eğer grup için bir şey hazırlıyorsam yani tüm grubun ihtiyacı olan bir
şey, ve yaptığım işe bunu dostlarım için yaptığım düşüncesini biraz olsun eklersem,
grubun büyümesi için, o zaman elbette bundan daha büyük arzu edinebilirim ve ıslah
olmak için daha güçlü bir talepte bulunabilirim. Bununla zincirleme bir reaksiyon
başlatırım. Sonuç olarak Yaratanın yüceliğine olan talep, kötülüğün fark edilmesi ve
ıslah eden ışığın o Reşimo’dan gelmesi.
Bu yüzden kişinin grup içerisinde tam olarak ne yaptığı önemli değildir. Derse
hazırlanırken kişi bu sıralamayı yaptığı şeye entegre edebilir ve son nokta olan derse
getirip başarı elde edebilir.
Soru: Aravutu bunun içine nasıl sokabiliriz?
Aravut’tan bahsettiğimiz zaman hep beraber aynı gelişim sürecinden geçmekten
bahsediyoruz ve hepimiz birbirimize tabiyiz. Eğer hep beraber Kli’mizin iyiliği ile
ilgilenmiyorsak -Yaratanın yüceliğinden gelen genel Reşimo ve kötülüğün fark
edilmesinden gelen genel Reşimo- o zaman hiçbirimiz kişisel arzularımızı buradan
alamayız ve bu Kli vasıtasıyla ıslah eden ışığı talep edemeyiz.
Neden aynı Kli vasıtasıyla? Bundan daha önce bahsetmiştik. Bu hastalığın yani zararlı
olan ve ölümcül olan egomuzun şifasının grup vasıtasıyla oluşacak bir duadan geçtiğini
daha önce konuşmuştuk. Ne arıyorum? "ıslah eden ışık". Dolayısıyla grubun genel
Reşimo’sunu ve gücünü kullanmak durumundayım. Yaratanın izlenimlerini ve kötülüğü
kolektif olarak terk etmeyi. Sanki kişi tek bir çanağın içerisinden haykırıyormuş gibi.
Eğer kişi oradan haykırmıyorsa ışığı çekemez. Bu demektir ki onun kişisel bencil bir
beklentisi vardır, sadece kendisi için! Kişi eğer ihsan etmeyi talep ediyorsa o zaman
haykırışı grubun içinden gelmelidir.
Şimdi burada bir soru ortaya çıkar “ne demek ihsan etme gücünü haykırarak
istemek?”. Kişi “Lo Lişma” (Yaratan adına değil) seviyesindedir. Ancak Lo Lişma
seviyesindeyken bile kişi “tek beden tek kalp” koşulu içinde olmadan yukarıdan
kendisine hiçbir yardım ve kurtuluş gelmeyeceğini açıkça görebilir. Kişi bunun için bir
istek göstermelidir. Elbette ki “Tek beden tek kalp” ıslah olunmuş koşul daha sonra
gelecek, son safha olan sonsuz ve ortak sevgi; herkesin bir başkası adına üzüntü
duyduğu ve bir başkası adına ödüllendirildiği.
Ancak şu aşamada bunun için bir istek olması gerekir, grubun genel olarak
hazırlanması. Öncelikli koşul budur ve oluşumun sonunda tam haliyle uygulanacaktır.
Zira “taş kalp” ancak o zaman ıslah olacak.
DERS SIRASINDA BAĞLANTI HATTI
Bu çalışma bize önerilen bir bağlantı hattına benzemektedir. Geçmişte, heryerde
telefon yokken başka bir ülkeye telefon açmak için postahaneye giderdik. Evden başka
bir ülkeyi aramak imkansızdı. İsteğimi bildirdikten sonra ‘Hat sağlandı lütfen konuşmak
için kulübeye gelin’ şeklinde bir anons olurdu. Daha sonra kulübeye gider ve gelen
hattı alıp konuşmaya başlardım.
Bu durum ders sırasında yaşadıklarımızla oldukça benzerdir. Şuanda siz bir hat
istediniz ve biri size anons ediyor ‘Konuş! Sadece birkaç dakikan kaldı. Ne hakkında
düşündüğünü, ne istediğini ve ne arzuladığını söyle’. Gerçekte, bu çalışma yaptığımız
zaman, onunla bu yolla doğrudan bağlantıda olmalısınız. Başka bir şekilde açıklamak
gerekirse, kişi kendine çalışmalarından ne istediğini söylemeli ve bunu derste kırmızı
bir iplikmiş gibi geçirmeye çalışmalı. Çalışma kelimelerdir ve kişi niyeti ile düşüncelerini
buna eklemelidir. Genel olarak, Kabalistler dışarıdan kelimeleri basit ve önemsiz olarak
gerekli yaparlar ama içlerinde büyük bir kuvvet ve amaç için özlem saklarlar. Bir
insanın bütün davranışları buna odaklanmıştır.
Herşeyden öte davranış, çalışmalar sırasında niyetin içinde yer alır. Bu bizim
düşüncemizdir ve niyetimiz buna gerçek hayatta etki eder. Bunlara ek olarak, bu
sadece ders sırasında olur. Çalışma sürecine nazaran, diğer bütün eylemde
bulunduğumuz periyotlar ikinci sıradadır ve çok az yardım ederler. Sadece
çalışmalarımız sırasında memnuniyetimizi yukarı yollama şansını ve etkiyi elde ederiz,
ayrıca bizim için en önemli olan şeye karar verme isteğimizi de. Eğer düşünceler ve
arzular birleşmişse, eğer bir gruptan geliyorlarsa, bir toplantıdan ya da birleşmeden,
işte o zaman ilgili bir dereceye etki ederler.
Birleşme veya topluluk sadece bireyden üstün olmakla kalmaz, bir onluk olarak
birlerden üstündür. İnsanlar bağlantıyı arzuladıklarından beri, kendilerini Yaradan ile
birleşme için geri itmek istemektedirler. Bu özünde tamamen farklı bir davranıştır.
Kendini grupla birleştirmek zaten ışığı almak için bir kapıdır. Diğer taraftan bir birey Kli
değildir. Yaradan ikiye ayrılmış parça arasında kesişme de bir liman oluşturur. Bu şu
cümle ile eş değerdedir: ‘Şıhina koca ile eşi arasındadır’. Bu nedenle, eğer ders
sırasında dua veya istem bütün grubu sararsa, o zaman davranış gerçekten amaca
yöneliktir. Diğer taraftan sadece bir kişinin duası neredeyse hiç etki oluşturmaz.
Eğer bir kişi çalışmalar ile amacı birbirine bağlayamıyor ise o zaman bütün
düşüncelerini ikiye ayırmalıdır, kendine cümlenin yarısının amaç hakkında diğer
yarısının ise çalışılan konu hakkında olduğunu söylemelidir, taa ki ikisi kişi için bir
bütün oluşturana kadar. Bunu yaparken birine diğerine paketleyebilir. Bu tıpkı
dalgaların modülasyon ile çevrelenmesi gibidir; bizler ders sırasında isteklerimizi arka
plandan yukarı göndeririz. Bu önemlidir.
Bir keresinde Rabaş’a sordum: ‘Eğer tek bir şey hakkında düşünebiliyorsam neyi
düşüneyim?’, ‘Amacı düşün’ diye cevap verdi. Derste geçen kelimeleri duyamıyorsanız
bu sorun değil, tabii eğer O’na bir şekilde dönebiliyorsanız, o zaman bunu
yapabileceksiniz demektir. Çalışmaya yüzdenin sadece ufak bir kısmını verin ve geriye
kalan %95’in dua olmasını sağlayın. Bu bizim gereksinimimiz.
Şuanda bizim grubumuza ve dünyadaki diğer bütün gruplara bakıyorum. İnsanların bu
derste oturmasına ne sebep oluyor? Bakın – St. Petersburg’u ve New York’u ekranda
görebiliyoruz. Onları orada ne tutuyor? – Acı çekmek. Acı çekmek insanları bu derse
getiren şey ve bize baktıklarında nefeslerini tutuyorlar: ya eğer oradan birden birşey
gelirse diye. Acı çekmek onları orada tutuyor, onları evlerine gitmekten alıkoyuyor;
herşey acı ile davet edilir. Ve ayrıca hiç şüphe yok ki bu tarz bir plandan hiçbir şey
gelmeyecek.
Üst Güç ile bağlantı kurmak benim kötülüğüm, kötü hissetmem ile belirmez. Bu sadece
iyilik yolu ile ortaya çıkar ki bu, iyilik istediğim, arzuladığım ve kendimi darbeler altında
hissetmediğim ama iyiliklerin eşiğinde olduğumu hissettiğim zamandır. Kişi Yaradan’ın
büyüklüğünü kendi gözleri ile görmek için beklemelidir ve ışığın gelişi kişiye yükselme
fırsatını verecektir. Bunun anlamı, kişinin egoistik anlayıştaki bakışıyla ve birşeyler
aldığı için yükselmesi değildir. Aksine bu, bizim dünyamızın üstünde bulunan birşeyin
ihsan evrimidir ve buna eşit olabilmek çok değerlidir.
Oturmak ve beklemek, şuanda dünya üzerinde yüzlerce insan oturuyor ve bekliyor –
bu Tevrat’ın yolu olarak adlandırılan şey değildir. Bu acı çekmenin yoludur. Özellikle
birçoğumuz burada bir aradayız ve bu nedenle bizler birbirimize maneviyatın
büyüklüğünü vermeye mecburuz. Sizin önünüzde dans edemem, sizler bunu birbiriniz
için yapmalısınız. Aksi takdirde ne olur? Tek kişilik bir gösteri? Gruplar ve dostlar
birbirine etki etmelidir.
Başka ülkelerdeki gruplar: sizler şuanda ekrana bakıyorsunuz ve Bnei Baruch’u
görüyorsunuz. Ne hakkında düşünüyorsunuz? Gördüğüm kadarıyla insanlar çalıştığımız
konuyu zorlukla anlıyorlar. Bu oldukça normal, bizler bilgi sahibi olmakla yükümlü
değiliz. Ancak, çalışmalar sırasındaki niyet önemlidir. Yukarıdan veya merkez Bnei
Baruch grubundan birşeyler gelmesi için beklememelisiniz, kendi niyetiniz ile destek
oluşturmalısınız. Dersten ne istiyorum? Nasıl bir birleşme? Nasıl bir genel Kli Yaradan’ın
yarattıklarının ifşasıyla doludur? ‘Kabala ilmi’ olarak adlandırılan şey budur, Kabala
çalışmanın anlamı budur. Bizler Yaradan’ın damarlarda ve ya ruhlarda ifşa olduğu
şekilde çalışıyoruz. Kabala ilmi, Yaradan’ın yarattığı yaratıklara ifşa olmasını
çalışmaktır.
Materyali akıl ile fazla veya azı ile yakalamak mümkün. Ancak, kişinin ne hissetmeye
ve niyete ne kadar yatkın olduğu ile bağlantılıdır, sadece oturup beklemek yerine çaba
göstermelidir: belki başka akıllıca birşey birden bire oradan çıkabilir. Ders sırasında
isteklerimiz hakkında daha çok ve daha çok düşünmeliyiz ve istemimizin ne olduğunu.
Bu görüntüyü sadece göz önünde tutarak kaybediyoruz, bu değerli davranışlarda
bulunamadığımız demektir.
TES’e girişte, Paragraf 18- Baal HaSulam bunun hakkında ‘çaba miktarı’ ve ‘çaba
kalitesi’ diye yazmıştır. ‘Çaba miktarı’ bizim evde veya birlikteyken çalışmaya
ayırdığımız zamandır. Ancak ‘çaba kalitesi’ çalışma sırasında duyduğumuz istektir. Ben
gücün gelmesini ve beni düzeltmesini istiyorum, düşüncelerimi doğru yönde
odaklamayı istiyorum, sonuçta amaç dışında hiç birşey için arzu duymuyorum.
Düzinelerce insan, oldukça büyük bir sayıda olan gruplar dersteler. Onlar burada ama
çabanın kalitesi nerede? Başka bir şekilde anlatmak gerekirse, Yaradan’ın bu
dünyadaki yaratılana ifşasına olan istek nerede? Eğer bunu ders sırasında beklemez ve
istemezsek, Kabala çalışmıyoruz demektir. Şimdi hepimiz birbirimizi ekranda
görüyoruz. Hadi bu niyet üzerinde yoğunlaşalım: Yaradan’ın bu dünyada yaratılana
olan ifşasını istiyoruz, bunun diğer herşeyden önemli olmasını istiyoruz.
Çabanın kalitesi hakkında daha derin bir anlayış daha sonra gelecektir ancak, bu
önceliklidir. Bahsettiğim bu yaklaşma, Kabala biliminin açıklaması ile uyumludur: bu
metot Yaradan’ın Tanrılığını yarattıklarına göstermesidir, ifşa etmesidir.
Niyetlerimizi tutmak, ne olursa olsun bizi manevi dünya ile bağlayan ve ders sırasında
açtığımız hattın kesin bir bağ olduğunu hissetmeliyiz ve bu bağ aracılığı ile maneviyatı
niyetimiz ile etkileyebiliriz. Bizler sadece Yaradan’a çalışma sırasında mümkün olduğu
kadar çok niyet yollayarak ilerleyebiliriz. Grubun niyetleri ne kadar somut ve genelse,
grup amaçla o kadar yakın ilişkidedir. His ile ne kadar çok şarj olurlarsa – gerçek bir
dua – isteğimiz o kadar etkili olur. Bize bunun dışında hiç birşey yardım edemez. Bir
saatlik bir TES çalışmasının ayrı tutup bunun yanında, ne yapıyor olursak olalım
gündüz ve gece olan bütün davranışlarımız sadece o bir saatlik mutluluğa ulaşmak
içindir. Bu sonunda çalışmalarımıza aşılayabilecek bir şans bulduğumuz mutluluktur,
gerçekten güç tarafından, bundan önce ulaştığımız bütün ifşalar çalışmanın dışındadır.
Birini bunu Kral ile bir dakikalık görüşme olarak kıyaslayabilir. Birine problemlerini
Krala anlatması için sadece bir dakika verilmiştir ve bu zaman boyunca Kral dinlemeye
hazırdır. Bu çalışma sırasında hissedeceklerimize olan bir alıştırma olabilir. Eğer bunun
üstünde birlikte çalışmazsak bunu kullanma avantajı olmayacaktır. Bunun dışında
herşey acı, ızdırap yoludur. Bu davranış maneviyat’ın yolu olarak adlandırılır: biz
üzerimize ışığı çekiyoruz, Kaynağa geri gidiyoruz.
Deniz aşırı ülkelerdeki bazı gruplar çalışma materyallerini pek tanımıyorlar ancak
derslere düzenli olarak katılıyorlar. Onlara onur ve övgü. Ayrıca bir kısım da henüz
tutkusu olmadan çalışmaları yapıyor. Onların düşüncelerini onlar bizi ekrandan
incelerken anlıyorum: ‘Belki bir açıklama vardır?’. Hatta bazıları ‘Bu sıkıcı TES dersi ne
zaman bitecek?’ diye düşünüyor.
Hepsini anlıyorum ve bu nedenle size bunu anlatıyorum: kişi isteği oluşturmak üzerine
çalışmalıdır; bunu fark etmek önemlidir ve grubun her üyesinin niyetini beyazlatmak,
bunu her grupta yapmak ve bütün grupların birlikte yapması. Kişi ayrıca isteklerimizi
Kime yolladığımızı da hatırlamalı. Tartışmalarımızın ve tekabüllerimizin tek konusu
sadece bu olmalı, başka hiç birşey amacımıza ulaşmamıza yardım edemez.
Soru: Niyet hakkındaki düşünce her zaman kayıp gider. Başka dış hareketler var mı?
Nasıl niyeti her zaman tutma alışkanlığını geliştirebilirim?
Hiçbir şey bize niyeti tutmamızda ya da kaybetmemizde yardımcı olmaz. Biri
hatırlatmaları ellerinin üstüne yazabilir; biri her tarafını parçalarla ve alıntılarla
sarabilir. Bunu dene, denememelisin demiyorum. Ben kendimi her türde işaretlerle
sarabilirim, saatin alarmını kurabilirim ancak amaç önemli değilse niyet kayıp gider,
kaybolur. Hangi koşullar altında niyet önemli duruma gelebilir? Kişi grubun etkisi altına
girince: herkesin bunu yaptığını görür ve sonra amaç artık önemli olmuştur. Daha
sonra kişi bu önemi hissetmeye başlar, bizler Yaradan ile bağlantı kurabilmek için
gerçek bir fırsatla uğraşırız ve bu kendi gelişimimizi etkiler.
Bu tamamen bizim çalışmamızdır. Hiç kimse engeller olmadan bir sure sonra en önemli
şey hakkında düşünmeye başlayacağını ummamalı. Her zaman engeller olacaktır,
çünkü bu bizim harekette bulunduğumuz tek alandır. Başka hiçbir şey yok. Bu bizim
Yaradan’a tutumumuzu göstermemizdir tıpkı O’nun bize yardım etmesine olan
isteğimiz gibi.
Soru: Gün içinde neye konsantre olmalıyım? Ders dışında çalışmamın özü nedir?
Gün içinde; Yaradan’ın büyüklüğünü fark etmek ve amaca ulaşmanın önemini fark
etmek gerek, kişi kendini hazırlamalı ve çalışmalar sırasında dışarı vurabileceği bütün
iç gerilimi biriktirebileceği konuma gelmeli. TES’e girişten paragraf 19’u bir daha
okuyun, Baal HaSulam’ın niyetten bahsettiği kısmı.
Anlamalıyız ki bir manevi dünya var ve bizler onu sadece çalışmalar sırasında ki
niyetimiz ile etkileyebiliyoruz. Bu nedenle kitaplar verildi ve onun içindeki ışık bizi
kaynağa geri getiriyor. Eğer bunun için değilse, sadece bizi acı yoluyla gelişebiliriz.
Böylece acı yoluyla ve ya manevi yolla gelişebiliriz. Siz seçin. Eğer acı yolunu
istiyorsanız sadece evde oturun. Ama bizler burada maneviyatın yolunu izlemek için
toplanıyoruz ve bunun anlamı: ışığı çağırmak, Kaynağa geri dönmek. Ve bu sadece
çalışma sırasında mümkün.
Bu konu üzerinden defalarca geçtik. Eğer hafızanızı yenilemek istiyorsanız bunu
yapabiliriz. Ancak bizim işimiz sadece bu. Sadece bu – çalışma sırasındaki niyet. Bizler
şimdiden çalışmanın değişmez birleşimi için süreçteyiz. Dünyadaki gruplar, Allah’a
şükür, oldukça istikrarlı. Şimdi onları inşa etmeli ve herbirini doğru şekilde
ünitelendirmeliyiz.
Ekrandan gördüğüm kadarıyla beni izleyenler onlara birşeyler anlatacağım beklentisi
içindeler. Fakat söyleyeceğim tek bir şey var: dostlar, hadi çalışmaya başlayalım. Ve ne
kadar bildiğiniz önemli değil. Çok bilen çalışmazmış.
RUHANİ DÜŞÜŞE GEÇME DURUMU VE BUNDAN KURTULMAK
Rabaş bütün makalelerinde; Yaratan’ın büyüklüğünü bizim için dünyadaki en önemli
şey olacağı bir durum yaratmanın en önemli şey olduğunu yazar. Yabancı birşeyin
düşünce ve arzularımıza girdiği an derhal- Yaratıcı’nın büyüklüğünün, O’nun
eşsizliğinin, O’na bağlanmanın ve O’nun hareketlerinin farkına vararak arzu ve
düşüncelerimizi, kendi yolumuzda kontrol altında tutmaya ihtiyacımız vardır.
Hayattaki herhangi bir durumda, hemen “Bak, tanrı bana ne yapıyor” demeye
ihtiyacımız vardır, O’nunla olan bağlantımızı sürekli kılmak için.
Bize olanlar öğrenmek ve eğitilmeye benzer. Bazen bu insana, bu dünyanın sonu gibi
görünür, kaçış yolu yoktur ve çevresi sadece karanlıktır. Ama daha sonra, öğrenerek ve
deneyerek, bunun o şekilde olmadığını görürüz, bu sadece bize yukardan verilen bir
egzersizdir, ve bu egzersizler çok kesin ve tamamen doğrudur. Biz sadece bir
zamandan sonra bunun farkına varabiliriz ve zorunluluğunu değerlendirebildiğimiz bu
egzersiz ıslahtan önce gelen seviyedir.
Bu yüzden biz mümkün olduğunca kendi yolumuzda kalmalı, sürekli ilerlememizin
hedefinde tutunmalı, başımızı dik tutmalıyız. Ateşe gittiğini görüp ve yapabileceği
hiçbirşey olmadığını anladığı bir duruma düşerse, kişi hiçbirşeyin efendisi olmadığını
anlar.
Bu durumlar kaçılmaz veya önlenemezdir, ama bu süreç kısaltılabilir, bu yüzden daha
hızlı ve acısız atlatılabilir. Bunun için gruba dönmemiz gerekir, arkadaşlara, ortak işe,
daha fazla çalışmak, okumak ve mümkün olan herşeyi yapmak.
Eğer biri tanrıyı hissetmeyi durdurursa, bu onun düşüşe geçme durumunda olduğu
anlamına gelmez. Bir kişinin kitaba, işe, gruba dönmeye ihtiyacı vardır, ve sonra, o
gelişimi görecektir. Her durum üst seviyeye çıkış olarak algılanmalıdır.
Eğer zaman düzeltmek için ruha gelirse, bu kaçınılmazdır. Her kaçış denemesi acıyı
uzatacaktır.
Düşüşe geçtiğinde, kişi kendisini arzuları içerisinde tanımlar. Bunu yaptığını hissetmez,
bunun içine dalar, ve tamamen bu durumun kontrolü altındadır. Kişinin
arzulamak/istemek hissinin gücü; egoist arzularıyla isteği bütün olunca ortaya çıkar. O
bunun istemek arzusu olduğunu bile anlayamaz, bunun kötü olduğunun farkına bile
varamaz.
Kişi bir saniye bile morali bozuk olsa, suçu Yaratan’a atmış kabul edilir; bana ve benim
etrafımdaki dünyaya yaptıkları için. Bu beni Yaratan’dan uzaklaştırır, kişinin üst
dünyaları edinmesini engeller. Bu halde durumunuzu değiştirmek için her yolu
denemelisiniz.
Tekrar çıkışa başlamak amacıyla tamamen düşene kadar beklemek kesinlikle yanlıştır.
Bu acının yoludur: beklemek ve acı çekmek! Kabala’da kişi kendisini Yaratan’a yakın
hissetmediği zaman derhal bu durumu düşüş olarak tanımlamalıdır, tüm çabasını
yükselişe yöneltmelidir.
Çıkışa geçmek için derhal bir olanak yakalamak zorunludur; bir saniyeden daha fazla
bile iniş içinde olmaya ihtiyaç yoktur. Ayrılık hissini edindiğim anda, küçük bir an bile
olsa, derhal geriyle bağlantı kurmak zorundayım ve bu bağlantı eskisinden daha güçlü
olacaktır. Düşüş bir saniyeden daha fazla sürmemelidir. Zusha’nın dediği gibi – on
dakikada dört yüz iniş ve çıkış yaşadığı bir an olmuş.
Kötü durumda olan birini düşünelim. Eve geldikten sonra; üzgün, boş sıkılmış hisseder,
bütün koşuşturma başlar. Ne yapmalı? Gülümsemeye başla! Düşünce ve niyetindeki
değişikliğin izlediği hareket meydana gelecektir, göreceksin.
İradene karşı gülümsemeye başla. Dans etmeye başla. Benim Rav’ım dans ederdi. Oda
böyle durumlar içine girerdi. Buna tanık oldum; bir Kabalist’in böyle birşey
yapabileceğine inanamadım: kalkmaktan aciz olduğu zamanlar vardı, bir parmağını
oynatmaktan aciz olduğu anları olurdu. Kendini bir odaya kitler ve dans etmeye
başlardı. Nasıl dans edileceğini bilir miydi ki? Bir yerde zıplamak, bu bir dans mıdır?
Kendini bu durumdan böyle çıkarırdı. Bu yüzden gülümseyin derim. Gülümsemeye
başla ve düşüncelerin değişecektir. Onunla böyle egzersizler yapardık.
Bize başka ne yardım ederdi? Gözlerini kapat. Bu dünyada kendini kötü hissediyorsun;
ona bakmak istemiyorsun. Gözlerini kapat. Yaklaşık 5-10 dakika gözlerini kapalı tut.
Gözünü açtığın zaman – herşeyden sonra bunun bu kadar da kötü olmadığını
görürsün. Neden? Yeni bir arzu oluştu, anladın ki bir şeye ihtiyacın var, birşey eksik.
Arzunu değiştirdin, bedenini arzuyu değiştirmeye ittin.
Görmeye başladın ve daha önce görmemiştin. Ve tamamen farklı bir resim gördün. Bir
insanın kendi başına, saf psikolojik anlamda böyle herhangi bir durumdan kurtulması
mümkündür. Spor yapmak, yüzmek, düşünebildiğin herhangi birşey. Kötü durum içinde
kalma, bir dakika bile. Ama en verimlisi kesinlikle çevredir. Çevreni değiştir.
Bir dakika için bile unutma ki, bu düşüş gelecekteki yükseliş için zorunludur, ve aldığın
arzu artar, böylece bunun üstüne gidebiliriz. Daha düşük bir seviyeye düşmeden
yükselemezsin. Ve bu seviyeye düştüğümüz zaman, bunun bir ruhsal çöküş olarak
algılarız ve bu tamamen istemek arzusunun gücü altındadır.
Kendimizi bu çökmüş durumdan kurtarmak zorunludur, kafamızı karıştıran, bizi ayrılığa
iten düşüncelerden kurtulmalıyız– kendimize yalnız olmadığımızı söylemeli ve
grubumuzla bağ kurmalıyız, düşüncelerimiz onlara yönelik olmalı ve grup içinde bir iş
yapmaya başla: çeviri, kitap yayınlama, dağıtım, herşey; tam olarak ne olduğu önemli
değil, yapılacak birçok iş vardır. Bunu düşüncesizce yap, herhangi birşey
hissetmiyormuş gibi, bir ağrı kesici hap almış gibi, düşüncelerini kapat. Ve böyle
yaparak, bu durumdan hızla kurtulmak mümkündür.
Kendini azarlama, kendini bunun derinliklerine sokma, ve bu konuda kritik düşünceler
içine girmene izin verme, ruhen hiç bir şeye sahip olmayan bu durumları analiz etme.
Sonbahar kongresi 2003, 17 Ekim dersi.
Bir kişinin kötülüğü hissettiği herhangi bir an, o kişi ilerleyemez, aksine kendini yükler,
kendini dibe iter. Bu yolda kişi zamanını boşa harcar ve yolunu uzatır. Bununla
hiçbirşey iyi gitmez. Kim olduğun, ne kadar kötü olduğun vs. analizinin yerine,
arkadaşlarınla olabilir birşeyler atıştırabilirsin ve en azından biraz hedef hakkında
konuşabilirsin( kim olduğun, ne için olduğun hakkında), bu senin bütün acılarından
daha etkilidir, hem de daha güzel olduğunu söyleyebiliriz. Bunu unutmayın.
(İlk bahar kongresi 2004, 8 Nisan dersi, "Kabala’nın verilişi")
Bir kişi düştüğü zaman, Yaratan’ı ve onun idaresine olan duyguları durur. Kişi aldığı
arzuda, istemek Klisinin algısında ona ne olduğu duyusu içine dalar. Bu durumdan
sadece hasta birisi nasıl tedavi edilirse aynı şekilde tedavi edilir, diğerlerinin ona
bakmasıyla. Bu yüzden, eğer bir kişi Yaratan’la bağlantısını keserse, sadece
çevresindeki insanlar onu bu “ölü“ durumun dışına çıkarabilir. Onlar bu “hasta“ insan’a
yardım ederek onu sağlığa kavuşturur ve onu tekrar Yaratan ile bağlantı içine sokar.
Rabaş her zaman bir kişi ile grup arasındaki farkın devasal olduğunu söyler. Düşüşten
kendisini kurtarmak için, o kendini bir odaya kilitleyecek, orada dans edip şarkı
söyleyecek. Ve bu büyük Kabbalist’in yaptığıdır – düşüşler böyle derin olabilir. Bu Rav
Shimon’un içine düştüğü “Pazardaki Shimon” diye adlandırılan durumdur.
Grup büyük bir avantaja sahiptir – o asla bir çöküşte değildir. O bir döngü içinde duran
insanlar gibidir. Hepsi aşağı yukarı zıplarlar – biri yukarı zıplayınca, diğeri aşağı iner, ve
tam tersi. Birlikte, sürekli geliştikleri bir seviyede kalırlar. Çöküş olur, ama onlar derhal
buna yükselişle karşılık verirler. Sen bana dahilsin, ben sana dahilim, ve hepimiz,
herbirisi bir saniye olsa düşüşe geçtiğinde ona derhal yardım etme durumunun
avantajındadır.
İlkbahar kongresi 2003, 17 Ekim dersi.
Biz zaten bir mahkum kendini hapishaneden serbest bırakamaz dedik. Beni zor
durumlardan kurtarmayacaksa bir gruba neden ihtiyacım olsun ki? Gerçek – ben bir
kahraman değilim. Grup portreye bu şekilde girer – biz yerde yatarken. Arkasından
arkadaşlarım bana gelmeye ihtiyaç duyarlar, beni çıkarırlar, bana kuvvet uygularlar,
beni derse geri sokarlar, bu yüzden beni fiziksel olarak derslere getirirler – genel
olarak, beni sarsmak için mümkün olan herşeyi yapın, beni sıkıştırın, ta ki bu durum
bende bir son bulana kadar. Onlar beni uzağa atmamalılar; onların bu geçene kadar
beklemeye ihtiyaçları var. Bu çok basit.
Bir kural olarak, insanı geri yükselten şey yoğun çalışmasıdır, sadece makaleler ve
yazılar değil, ama TES (Talmud Eser Sefirot – On Özelliğin(Işığın) Öğrenilmesi).
Bir kişi yükselişteyken, dağıtımın içine girer, ama o düşüşte – bunu başaramaz. Ama
düşüş veya çıkış zamanında bir insan düzenli işinde ne yapar? İşine devam eder? Aynı
şey burada: bir kişi işine devam etmelidir. Kimse ona kalbini ve ruhunu koymasını
söylemez, kendi arzusunun içinde çalışmalıdır. Ellerini ve ayaklarını kullanarak
çalışmaya ihtiyacı vardır. Kafasını. Makine gibi. İyi kurulmuş bir organizasyon bir kişiyi
düşüşten kurtarma avantajına sahiptir, ve bu kişinin orada çalışmak zorunda olmasının
sebebidir.
İyi kurulmuş bir organizasyonun özü bu yerde yeteneğini, zamanını, enerjisini vermiş
herkesin en yüksek etkiyle devir yapabildiği zaman ortaya çıkar. Böyle yaparak, o
kendini daha etkin bir şekilde geliştirir.
Bu yükseliş ve düşüşleri kişiye veren Yaratan’dır. O’nun ayrıca bununla başetmek için
kişiye yardımı gerekir. Arkadaşlarımın ne tür bir durum içerisinde oldukları önemli
değil. Bu beni uyanmaktan alıkoymaz. Sanki bir saldırı taburundaymış gibi, sadece bir
şeyi düşünmeliyim: herkesi nasıl kurtarırım. Diğer hesaplamalarda bu denklemde
vardır – ama önce bu gelir. Diğerlerinin durumunu ve özelliklerini kontrol ederek,
emanet edildiğim egomdan ayrılırım.
Sabah dersi, Ekim 25, 2004-11-29
Düşüşteki bir arkadaşa nasıl yardım ederim? 1. Onu düşünür ve Yaratan’a onun adına
istekte bulun. 2. Onun hakkındaki endişelerini yaz. 3. Ona çalışma ve diğer problemleri
hakkında sor; onu birşeyle ilgilendir, onun yardımına ihtiyacın olduğunu göster. 4. Ona
hitap et, bağış özelliklerinin büyüklüğünü ona tanımla, mevcut durumun kalitesizliğini,
bu dünyada kendi hakkında düşünmekten sıkılmış insanlardan daha mutlu insan
olmadığını ona söyle. 5. Onun katkısının gruba kattığı değeri ona tanımla. 6. Bir kişinin
grup içinde sorumlulukları olduğuna onu ikna et. 7. Kendi hakkında daha az düşün. Iyi
şanslar.
Kış kongresi, Ekim 1, 2004 - Yaratan’ın kendine özgü idaresi.
Kasten aldığımız ilgisizlik ve ağırlığı kabul etmemeliyiz, bu yüzden gideceğimiz yer olan
Hedef ve O’nun öneminin farkında olurduk. Bu yukarıdan kasten yapılır. Dahası, bu
birbirini sevenler arasında çalışan yasaya göre yapılır: biri diğerinin onu sevip
sevmediğini görmek ister, ve sonra o sanki arada mesafe varmış gibi hareket eder,
diğer kişiye biraz hareket alanı vermek için, sevgisini ifade etmek için. Engel ve
mesafe olmadan, duygu ve tutkunun gücü gelişemez. Ruha doğru duygumuzu
arttırmak için ilgisizliğin ve engellerin ağırlığını hissederiz. Eğer onları kabul edersek –
bu bizim elimize geçen fırsatı değerlendirmeyeceğimiz anlamına gelir. Başka nasıl
ilerleyebiliriz? Bu yüzden ellerinde ve gücüne sahip olduğun herşeyi yap – yap!“ –
sadece bu durumları kabul etme.
Sabah dersi, 25 Ekim, 2004.
Eğer herkes, herkese olan sorumluluğunu hissetmezse, kötüleşen engellerin ve
durumların üstesinden gelmesini sağlayacak güce erişemez. Sadece bunların
üstesinden gelmeyerek herkesin düşmesine izin verir ve o bunu yapmak istemez,
çünkü o biraz olsun uyanış tecrübesini tatmıştır ve herkes için birliktelik garantisi
sorumluluğunu. Bu duyguları tattığından ona yukarıdan yardım gelir ki bu her zaman
onun durumunu değiştirecektir. Kişi sadece gruba olan sorumluluğunu düşünürse bir
uyanış alacaktır, yukarıdan bir değişim. O gücünü bundan çıkarır.
Sabah dersi, 25 Ekim 2004
Her neredeysem, her nereye kaçıyorsam, her an bir çocuk olarak içimde uyanmakta
olan her türlü arzunun idaresindeyken, grup beni sürekli kontrol eder ve doğru yöne
getirir. Başka bir güç bir kişiyi destekleyemez. Grup İma İlaya (Yüksek ana) gibidir ve
bunu ben yaratırım. Ben üst seviyeyi yaratıyorum – amacım bu. Hedef Yaratan’ı
edinmektir – ruhların bütünlüğünü yapılandırmak, hedefe ulaşmak için inşa edilen Kli
ve herşeyi içinde barındıracak olan bu Kli’nin inşası.
KADINLAR NASIL KABALA ÇALIŞIR?
Dünyamızda kadınlar ve erkeklerin fiziksel olarak farklı olması tesadüf değildir. Kökler
ve dallar yasasından kaynaklanan bu oluşum farklı köklerden geldiğimizin
göstergesidir. Bu farklılıktan dolayı bir kadının maneviyatı çalışması bir erkeğinkinden
farklıdır.
Kadınlarda erkeklerin edindikleri maneviyatın aynısı edinebilir; yani mahsomu geçebilir
ve 125 basamak olarak bilinen her seviyeyi sonuna kadar edinebilir.
Kadın, erkek gibi evli olmak zorunda değildir; ancak arzusu güçlü ise evli olmak kadına
yardımcı olabilir. Kadın ruhani ıslahı yardım ederek edinir çünkü kadınlar bu dünyada,
erkeğin ruhunu ıslah etmesine ve maneviyatı edinmesine yardım etmek amacıyla
yaratıldılar. Kadınların doğası ve maneviyatı edinmeleri, erkeklerinkinden tümüyle
farklıdır. Erkeklerin bir grup dahilinde çalışmalarına nazaran, kadınların grup içerisinde
olmalarına gerek yoktur; erkekler grup dahilinde ıslah olmaları daha büyük bir olasıdır.
Kadınlarda bir grup dahilinde destek olabilirler, ancak böyle bir imkanları yoksa gerekli
değildir.
Kadın kitapları çalışarak or makif (saran ışık) çekemez. Sade güçlü bir erkek grup
kitapları çalışarak or makif çekebilir, kadın bu ışığı verdiği destek ölçüsünde erkek
grubundan alır. Peki, kadın bu ışığı nasıl çeker? Arzusu ve erkek grubuna verdiği
yardımın ölçüsü kadar bu ışığı üzerine çekebilir. Bu nasıl mümkündür?
Kadınlar erkeklerden daha olgundur ve hisleriyle maneviyatı edinirler; dolayısıyla
erkekler gibi her gün kitapları çalışmaları gerekmemektedir. Kadın erkeklerin çalışma
ortamının sağlanmasına ve devamlılığına yardım etmelidir; ışığı çekebilmesi ve
maneviyat arzusuna konsantre olabilmesi için her türlü yardım buna dahildir. Kadın
maneviyatı çalışan eşine destek olabilir, evli değilse erkek grubuna yardımcı olabilir.
Kadının görevi basit bir şekilde erkeğe/ erkek grubuna destek olmaktır – bir nevi
lojistik. Bu dışarıdan yetersiz ve az bir rol gibi görünse de işin gerçeği herşeyin kadına
bağlı olmasıdır. Kadının çabası, desteği ve içindeki arzusu erkeği güçlü kılan şeydir.
Gerçekten “her güçlü erkeğin arkasında daha güçlü bir kadının olduğu” sözü gibi.
Kadın grubu erkek grubu gibi değildir. Farklı işler, amacı farklıdır. Önceliği ailevi
görevlerine vermelidir ve arta kalan zamanında yardımcı olmalıdır.
Kadınların doğası erkeklerinkinden farklı olduğundan kadınların, erkekler gibi
birbirleriyle bağ kurmaları mümkün değildir. Erkekler bütün gece içip aynı tabak
salatada sızabilirler ve can ciğer dost olabilirler; ancak kadınlar böyle değildir. Bir grup
kadın asla bir grup erkek gibi bütünleşemez, istedikleri kadar deneselerde bu doğaya
aykırı.
Kadınlarda ortak bir amaca yönelik bir araya gelip işler yapabilirler. Arzuları ve
emekleri kadar, niyetlerinin gücü kadar verdikleri destek doğrultusunda erkeklerin
edindikleri her türlü dereceyi edinirler.
Referanslar: İngilizce – Rusça - İbranice bilenler bu sitelerden ek bilgi
alabilirler.
http://www.kabbalahmedia.info/~women/index.php (This site includes lectures given
to Women from Michael Laitman in the archive section)
http://www.kabbalah.info/engkab/The%20Path%20of%20Kabbalah.pdf
http://www.kabbalah.info/engkab/book_16/ExpOfKabbalah.pdf
NEDEN KENDİMİ KÖTÜ HİSSEDİYORUM?
Acı bizleri ilerlememiz için iter. Kendimizi depresyonda da hissetsek, boş ve aklı karışık
olarakta hissetsek, tüm kötü hisler bizi bu hislerin nedenini ve amacını düşünmeye
zorlar.
Bizim dünyamızda, sadece realitenin dış kabuğunu görürüz. Doğanın, toplumun, kişinin
ya da tüm evrenin arkasında neyin gizli olduğunu görmemekte ve kontrol de
edememekteyiz.
Tıpkı bir nakış el işinde olduğu gibi tüm resim ancak dikişlerin arkası çevrildiği zaman
görünebilir. Buna benzer olarak, bizim realitemizde olayların nasıl ilişkilendiğini
görmemekteyiz, sadece “birden bire bir şeyin bir nedenden dolayı olduğunu
görüyoruz.”
Davranışlarımın sonuçlarını nasıl bilebilirim? Birden hayattan bir darbe alıyorum ve
bunun nedenini ya da nereden geldiğini anlamıyorum. “Nerede hata yaptım?” “Bunu
hak etmek için ne yaptım?” Ve hatta “Tüm başıma gelenlerin nedeni ne?”
Herkes kendi kafasına göre kendisinin ve başkalarının neden acı çektiğini
yorumlayabilir. Ancak herkesin hem fikir olduğu bir nokta var ki acı kişiye nedenini
sorgulatan ve düşündüren bir şey ve Kabala’da bu görüştedir.
Kabala ilmi tüm acıların tek bir nedeni olduğunu söyler – bize bunun nedenini
sorgulatmak. Bu sorguları kullanarak nedenlerin gizli olduğu dünyevi var oluşumuzdan
daha yüce bir var oluşa ulaşabiliriz, her acının nedeninin ifşa edildiği bir seviyeye.
Kabala ilmi bize bu fırsatı sunar- hayatın bir kaynağı olduğunu ortaya çıkarmamız ve
kaynağımızla bütünleşmek için bir olanaktır. Kişi çektiği acıyı ve hayatının amacını
sorguladıkça Kabala ilmine giderek yaklaşır.
Neden manevi bir şeyler arıyorum?
Neden günlük hayatımın verebileceği şeylerden daha fazla bir şey istiyorum? Kabala bu
soruyu şu şekilde sorar: Maneviyata yönelik arzu kişinin içinde nasıl ortaya çıkar?
İnsanoğlu birçok hayat sürecinden geçerek gelişti: önce hayvanlara benzeyen koşulda
gıda- seks - aile ve barınak ve sonra zenginlik- güç - itibar ve bilgi sahibi olma
koşullarından geçerek gelişir.
Gelişimin ilk safhasında, yiyecek, aile, seks ve barınak kişinin tek arzularıdır. Tümüyle
izole edilmiş bir insanın bile bu arzuları vardır ve bunları tatmin etmeye çalışır.
Toplumun etkisiyle oluşan arzular bir sonraki safhada ortaya çıkar (zengin olma
arzusu, güç ve itibar sahibi olmak vs).
Daha sonra, kişide bilgi edinme arzusu ortaya çıkar. Bilim dalları öğrenme arzumuz
büyüdükçe gelişir, herşeyin nereden geldiğini öğrenmek ve köklerimizi keşfetmek
arzusu. Ancak bilim arzusu hala bizim dünyamızın çerçevesinde işler.
Sadece bir sonraki safhada insan gerçek kaynağı öğrenme arzusuna ulaşır, kendi
özünü ve kaynağını, hayatının amacını öğrenmek. “Nereden geliyorum?” , “Ben
kimim?” “Ben neyim?” Bu sorular kişiyi rahatsız ve kafasını sürekli meşgul eder.
İnsanlar doğal olarak egoisttir. Tüm arzularımız kişisel memnunluk ve haz duymamız
için hareket eder. Bize baskı yaparlar ve resmen her hareketimizi kontrol ederler. Bizim
dünyamızda egoizmin son noktası bizim seviyemizin üzerinde bir bilgi edinmektir.
Arzularımızın kaynağı nedir ve nasıl ortaya çıkarlar? Arzuların kaynağı acı çekme
hissidir. Bir arzudan başka bir arzuya geçebilmek ancak bir hazsızlıktan / tatsızlıktan
dolayı olabilir. Eğer dengeli bir halde olsaydım o zaman herşey sakin ve bende sükunet
içerisinde olurdum. Ancak yeni bir arzu ortaya çıkar ve kişi kendisini sanki bir şey
eksikmiş gibi hisseder. Şimdi yeni bir his peşinde koşar ve bu arzuyu doldurmak ister.
Ve bu böylece devam eder durur. Başka bir deyişle kişi her zaman yeni zevklerin
peşinde koşar.
Bu gezegende doğduk, yaşıyoruz ve ölüyoruz ve ardı arkası gelmeyen arzularımızı
tatmin etmeye çalışıyoruz. Ancak birçok hayattan sonra tek bir arzunun kaldığı koşula
geliyoruz: kaynağımızı edinme arzusu, hayatımızın amacını edinmek. Bu tek ve mutlak
arzu kişide uyandığı zaman, geriye kalan tüm arzuları gereksiz ve anlamsızmış gibi
gelir. Kişi depresyona girer, ruhen ve hissen kendisini boş hisseder, sanki hiç birşey
kendisine mutluluk getiremezmiş gibi. Hayat anlamsız ve gerçekten mahrummuş gibi
gelir kişiye. “Hayatımın amacı ne?” “Neden yaşıyorum?” İnsanları Kabala’ya bu sorular
getirir.
ÇALIŞMA SIRASINDA GRUP VE NİYET
(dersten seçilmiş alıntılar)
Herşeye niyet ile ulaşılır. Niyetsiz, bir kitabı bile açmaya değmez. Niyeti oluşturmak
çalışma sırasında gereklidir, zorunludur ve diğer herşeyden daha önemlidir. Eğer
niyetinizi kaybetmezseniz, çalışmaya tutunursunuz.
Çalışırsınız, niyeti saklarsınız ve böyle yaparak kendiniz için engeller oluşturursunuz.
Sonra materyal ile oynamaya başlarsınız, öyle ki niyetle birlikte onun yukarısına gider
ve bu gerçek analize benzer: ‘’Bunun üzerindeki ihsan niyetini oluşturabilmek için,
zevk için olan arzunun ne kadarını kullanmalıyım? Çalışmada ne kadar derinlemesine
araştırmalı ve sebebe ne kadar bağlanmalıyım ki böylece niyetin Yaratan ile yakın
olmaya yönelmesini korurum?’’. Bu da aynı türde bir analiz. Bu faktörlerin kalmasını
sağlamada olan yeteneğinizi ölçmek için niyetinizi çalışma materyaline uygularsınız.
İleride, aynı şekilde, zevk için olan arzunuzun materyaline ihsan etmek için niyeti
uygulayabilecek durumda olursunuz.
Soru: Çalışma sırasında doğru niyeti nasıl tanımlayacağız? Bu nedir? Sürekli aklımda
farklı düşünceler dolaşıyor; durum sürekli değişiyor.
Ne zaman ki farklı düşünceler kafanda tekrar ve tekrar dolaşırlarsa, bunun anlamı
‘’engel’’ diye adlandırılanlara yollanmandır ki bununla çalışma ile olan ilişkini
tanımlamak zorundasın. İnsan ihtiyaç sonucunda hareket eder. Sen bana soruyorsun:
‘’Bunu nasıl yapay olarak başarabilirim? Hangi ihtiyacı seçmeliyim? Hangi düşünceyi?
Bunları nereden bulabilirim? Bana bunları nereden ve nasıl alabileceğim konusunda
tavsiye verin – kesinlikle bunları alırdım’’. Başka şekilde söylemek gerekirse, kendinde
hiçbir şeyin yok.
Böyle bir durumda, sana şunu söyleyebilirim: grupla bağlan ve arkadaşlarının
ihtiyaçlarını al. Ama eğer seninle olan bağlantı, topluluğun senin arzularını her saniye
yenilediğini garantilemiyorsa, doğru şekilde gelişemeyeceksin. Burada gerekli olan
topluluktan çalışma arkadaşlarımla beraber aldığım ihtiyaç, aynı zamanda ders
sırasında kendi başıma çalıştığım niyet. Tekrarlıyorum: niyetin izin verdiğinden daha
fazlasını çalışmadan almanıza değmez, öyle ki niyet sizi terk etmez.
Bir çalışabilen insanlar vardır, bir de dikkat dağıtan düşünceler, aşırı yorgunluk ve diğer
nedenlerden dolayı çalışamayan insanlar vardır. Çalışabilenlerin uygun bir teşviki,
arzusu ve ruh hali vardır. Ve ‘’bırakma’’ durumunda olmayanlarda çaba göstermeliler:
çalışmaya mümkün olduğu kadar çok konsantre olabilmek için ve onları Kaynak’a geri
getiren ışık dışında hiçbir şeye yalvarmamak için. İlgi gösterebilmek için, olabilecek bir
ifşada belli bir bağlantı oluşturabilmek için dilemeliler; akan ışığın onların kendi
egolarıyla olan ilişkilerinde “’bırakma’’ durumunda kalmasını sağlayacak yetenek
vermesi için ve ihsan ilerledikçe aksine – bunun için bir dürtü oluşturmak için.
Ancak, daha iyi durumda olup kendi istek ve arzu ile çalışan birinden yardım almadıkça
kendi içlerinde kalan insanlar bunu yapamazlar. Onlar başkalarına yardım etmek
zorundalar. Bizler birçok parçaya bölünmüş tek bir adam gibiyiz. Bir sonraki aşamaya
kendi başımıza geçmek yerine, bu aşamaları beraber geçebiliriz. Böyle yaparak, zaman
kazanırız; birbirimize yardım ederiz ve her birimiz diğerimize bağlanmış hale geliriz.
İşte bu nedenle çalışma sırasında, özellikle, her birimiz maksimum çaba göstermek
zorundayız, tek ortak niyeti korumalıyız.
Burada, çalışma arzusu olmayan insanlar görüyorum: yapamazlar, bunun için
yapabilirlikleri yok; materyal kuru, anlaşılmaz: ‘’Buna neden ihtiyacım var? – Kaynak’a
geri getiren ışığı çekmek için. Amaçta ilgisizliğiniz var, öyleyse düzelme isteyebilirsiniz.
İlginiz olduğunda, düzelme istemeyeceksiniz, - gıdasını aklınızda bulduğunuz bilgi ile
çoktan doldunuz. Bu sebepten dolayı eğer doğru hareket edersek birinin ilgisiz ve
bağlantısız olduğu durumda takdis edilebilir.
Yine de bu durumda olan kişi tek başına hareket edemez. Çevreleyen topluluğun
yardımına ihtiyaç duyar. Bu yüzden çalışma her zaman grup içinde olur ve isteme gücü
ve arzusu olan bizler bu algı elementlerini ve şuanda ‘’bırakma’’ durumunda olan
çalışma arkadaşlarımızı desteklemeliyiz. Baal HaSulam şöyle der; eğer bir obje
maneviyatta birçok aşamadan geçiyorsa, bizim dünyamızda kendini birçok aşamada
bulacak olan objeler vardır.
Maneviyatta, kadın ve erkek bir Partzuf oluşturur. Aynısı çocuklar ve geri kalanlar
içinde geçerlidir. Birçok aşama insanın içinde hissedilir. Durgun, bitkisel, hareketli ve
insan seviyeleri bir bireyin içinde var olur. Gece, gündüz, dünya, cennet – özellikle ne
olduğu fark etmez – bunların hepsi bir Partzuf’un içindedir.
İşler burada farklı. Burada herşey iç ve dış kısımlar olmak üzere ikiye ayrılmış
durumda, birçok insana ve herbirinin kendine özgü birşeyi var. Adam HaRishon bütün
ruhları içerir. Dünyadaki bütün milletler ve genel olarak, herşey tek bir Partzuf’un
içindedir, ancak bu sırada bizim dünyamızda herşey birçok parçaya ayrılmıştır. Eğer
bizler tek bir mevcudiyette birleşirsek ve herkes hem kendi işini yapar hem de kısmen
diğerine bağlanırsa, o zaman diğeri kendi o belli kısımla meşgul etmek zorunda
kalmaz. İşte bu şekilde diğerlerine yardım ederiz. Eğer kendi içimizde bu birleşmeye
erişirsek ve birleşik bir hareket sergilersek, düzelmeyi bitirebiliriz. Davranışların
çokluğu birbirimize bağlanmamaktan kaynaklanmaktadır.
Öyleyse, maneviyatta bir dizi aşamadan geçen insana uygulananlar, - materyalde tek
bir mevcudiyette birleşen çok sayıda insana dağılır ve herbirinin yüklendiği küçük
bireysel davranışlar birleşerek hepsini bitirebilir. Özellikle topluluktaki kişi böyle bir
fırsattan yararlanmalı. İşte bu nedenle kimin öğrenmek istediği ve kimin öğrenmek
istemediği fark etmiyor. Önemli olan geçilen aşamalarla olan ilişkimiz. Ayrıca, kişiyi
içinde bulunduğu aşama da ilgilendirmemeli. Bana bunun Sitra Achra tarafında
bulunduğunu söylemeyin – herşey Tanrı’dan gelir. Her aşama kutsal ve önemlidir ve
size yukarıdan gönderilene bağlı olarak bunu fark etmek zorundasınız.
‘’Çalışmak için arzum yok?’’ Harika! Çalışmak için arzum olmaması mükemmel. Bunun
anlamı, şimdi bunun üstesinden gelmeye çalışabilirim. Topluluğun güçleri nerede? Dün
ve dünden önceki gün nerede? Bunların hepsini tek bir resme topladıktan sonra, hala
beni Kaynak’a getiren ışığa istekliyim. Yaratan bana güçleri vermeli, ama egomu yanlış
bir şekilde doldurmak için değil, neşeli bir şekilde ilerleyebileyim ve istekle
çalışabileyim diye. Hayır. Bunu yaparak kendimi tamamlanmış hissetmemem sorun
değil. Böyle bir çalışmaya arzum olmaması sorun değil ve arzusuz devam etmem de
sorun değil. Şimdi beni Kaynak’a geri götüren ışığı çekmek istiyorum. Şimdi bilginin
ötesine gitmek için güç kazanmak istiyorum’’.
Böyle bir durumda kim daha çok faydalı çıkacak? Materyalin kuru gözüktüğü insan.
Sadece durumu doğru şekilde algılaması gerekiyor. Diğer bir taraftan da, manevi
olarak yükselmiş durumda olan, sebeplerini kullanan, ders sırasında çalışan, birşeyleri
yazıya döken, çizim yapan – kişi, belki şimdiki durumunu doğru kullanamıyor. Bu onun
dış sebepler nedeniyle çalışması gibi (Partzufim Abba ve Ima’nın birbirlerine yüz yüze
veya sırt sırta dönmesi gibi) ve kendini unutması.
Eğer grup içinde çalışıyorsak durum farklı. Biri kendini unuttuğu, istekle çalıştığı,
manevi olarak yükselmiş ve pozitif duyumlar yaşadığı halde, bir diğeri tersine, çalışma
için arzusu olmamasına sevinir (çünkü bu dua etmek için ön koşul oluşturuyor, çaba
sarf etmesine imkan veriyor, ve belki de bilginin üzerinde birşey ile onurlandırılacak) -
bununla birlikte, bir grup içinde herkes birbirini telafi eder. Ne ile? Çaba ile. Çaba sarf
etmek, sen çalışmak istiyorsun, ve ben istemiyorum. O zaman sen bana destek
olursun ve ben de sana destek olurum.
Bizler tek bir kişi gibiyiz. Maneviyatta, sadece tek bir kişi var, ancak burada pek çok
parçaya bölünmüş durumdayız. Eğer tek bir kişi oluşturursak, birbirimizi düzeltiriz.
Örneğin, sen yükselmen benim kuruluğumu tamamlar.
Biz burada sanki bir laboratuarmış gibi çalışmalıyız. Beraber, bizi yukarı göndermesi
için bir durum üzerinde çalışırız. Bir şeylerle, madde ile ilgileniriz, buna ‘’bizim
durumumuz’’ denir. Herkes, sanki kimyasal bir madde ile çalışıyormuş gibi, kendisine
verilen testleri yönetir ve sonuç olarak, birlikte, ortak bir madde üzerinde çalışırız ve
bu madde gruba yukarıdan verilmiştir. Yukarıdan gruba tek bir bedenmiş gibi
davranılır. Eğer bir kişi birşey üzerinde çalışıyorsa, tıpkı kimyasal laboratuarda olduğu
gibi – o zaman genel olarak, bizler burada ortak bir harekette çalışmaktayız ve
yükselmeye başladık.
Herkes çalışma sırasında kendi durumuna dikkat etmeli, böylece hepimiz beraber
çalışabiliriz. İki faktöre ihtiyacımız var: herkes kendi iç durumu üzerinde çalışmalı ve
beraber Yaratan ile ilişkide çalışmalıyız. Hepsi bu. Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Bu
kadar basit.
(1 Ocak 2004 ve 26 Aralık 2004 tarihli TES derslerinden alıntı)
DERSTE İHTİYACI HİSSETMEK VE MUTLULUK DURUMU
19 Kasım 2004
Ders sırasında ne hissetmeliyiz? Eksikliği hissetmeliyiz. Neyimiz eksik?
Yorum: Yaratan’a erişmek, ihsan niteliği.
İhsan niteliği: bir elimizde – bir ihtiyaç gereklidir, diğer elimizde de, eğer bizler
mutluluk olmadan hareket edersek – bu bizim Tora (manevi çalışma esnasında kişinin
ıslah için üzerine çektiği Işık – Tora’nın kelime anlamı Tevrat olmasına rağmen,
içsellikte Işık anlamındadır ve ıslahı sembolize eder ve manevi çalışma anlamında
kullanılır) ile hiçbir bağlantımız olmadığını gösterir, formun eşitliği yoktur. Başka
şekilde anlatmak gerekirse, ihtiyaç ve mutluluk el ele gitmelidir. Bizler üzülmemeliyiz.
Ölümcül bir hastalığı olan biriyle konuştuğumuz zaman, muhtemelen ben o kişinin
bulduğu sevindirici şifa yüzünden o kadar mutlu olmam. Bu eşi görülmemiş bir
mutluluktur; bu bir ihtiyaçtır ve ihtiyacın desteğiyle memnuniyetin ifşasıdır: ihtiyaç
sağlıklı olmaktır, ve sağlık memnuniyettir.
Bu nedenle, neşeli olmalıyız. Sadece birini diğerine karşı ifşa ederek hareket etme
ihtiyacındayız. Bizler araca, kendi idaremizde sahibiz ve ihtiyacı hisseder hissetmez
bizlere istediklerimiz verilerek araç kullanılacaktır. Başka şekilde anlatmak gerekirse,
çare arayan bir insanın aksine – eğer iyi olmak istersek, iyi oluruz.
Bunun hakkında dostlarımızla toplandığımızda konuşmalıyız. Burada, bizler manevi
coşturma aşamasında olmalıyız: Bakın, ne bizim sahip olduğumuz anlamına geliyor!
Yaratan’a erişmek için araç; kimse bunun gibi birşeye sahip değil. Bizlere sadece
göstermek için, araçta en azından ufak da olsa bir ihtiyaca gereksinim duyarız ve araç
bizi uçan halı gibi hızla döndürecektir. Ancak, bir kere ona adım attınız mı, size sorulur:
istiyor musun istemiyor musun? Eğer gerçekten istiyorsanız – gelin; ondan sonra
havalanacağız.
Siz kurtulma görüyorsunuz, yükselme görüyorsunuz – çare ile ilgili bir sorun yok. Biz
bunda kendi dikkatimize odaklanma ihtiyacındayız. Aksi takdirde üzülürüz: ‘’Biz
hastayız; bu ölümcül; kusurumuz var’’, vs. Bu da diğer bir yol – bizler ihtiyaç hariç
hiçbir şeyden yoksun değiliz. Önümde bir Kral’ın ziyafeti var, ama benim iştahım yok.
Bu nokta aşılmalıdır, aksi halde bizim hareketimiz kusursuzluğun yanından gelmez, ve
Yaratan ile, Tora ile bağlanmaz.
Ben bu faktörlerin duyguya bağlı olduğunu anlıyorum, ve burada öyle bir duygu henüz
yok; bu nedenle, bunun yeteri kadar üzerinde durmuyorsunuz. Onun için, size
anlatıyorum: eğer aklınızda benimle aynı fikirdeyseniz, o zaman buna önem
vermelisiniz ve kimin konuştuğu ve ne hakkında konuştuğu ile ilgili bir plan hazırlayın.
Başka şekilde anlatmak gerekirse, bizler aracımızı, amacımızı ve grubu
değerlendirmeliyiz, ki bunlar bizi doğru ihtiyaca götüreceklerdir. Bütün yol, ki buna
eksiği hissetmekte dahil, içinden geçtiğimiz herşey, yücelmiş ruhlarla, sevinçle, şarkı
söylemeyle, dans etmeyle beraber gidiyor. Bunun müzikal olmasına izin verin. Başka
kelime bulamıyorum – müzikal olmasına izin verin, böylece ortaya çıkardığınız ihtiyaç
aynı zamanda sevinç de getirecek: ‘’Bir ilaç var ve şimdi onu kullanabileceğimi
anlıyorum’’. Müzikalin prodüksiyonu bunun üzerine inşa edilmeli ve böylece gösteri
tamamen yeni bir form alacak; gücü, güveni ve sevinci meydana getirecek.
Aksi halde bizler ‘’Çalışmamız için nasıl bir temel buluruz? Gereken güçlükleri nereden
elde ederiz? Hadi bunu aramaya başlayalım’’ diye düşünüp taşınmaya başlarız. Tanrı
korusun, bizler acıyı, güçlükleri aramaya ihtiyaç duymuyoruz. Bizler amacın,
Yaratan’ın, Tora’nın ve sahip olduğumuz bütün araçların büyüklüğüne ihtiyaç
duyuyoruz, böylece, sonuç olarak bizler içimizde bir istek ortaya çıkaracağız. İstek
kusursuzluktan çıkmalı. Bunu hatırlayın: bu son derece önemli. Yoksa, yıllarca burada
depresyona dalmış halde ve kendinizi tüketerek oturursunuz, tıpkı söylendiği gibi ‘’Bir
budala kendini yer’’ (bakınız Koelet 4:5). Buna ilerleme denmiyor. Üstelik, bu kişiyi
kibirli yapar: ‘’Bakın bana, ne kadar çok acı çekiyorum. Kendim için bütün insanlık için
acı çekiyorum’’. Bu çalışmadaki Klipa’dır – aynı söyledikleri gibi, ‘’hızla dönüyor’’ – ve
bu iyi değil.
Dışarıdaki gruplar hakkında konuşmuyorum bile – bu yöntem onları hiç etkilemez. Siz
onlara ne öğretiyorsunuz?
Bu ilke farklı; sizler sürekli taşıyorsunuz, sürekli yanmaktasınız ve ihtiyaç kendini
ortaya çıkardığı zaman – daha da çok öyle olacaksınız, onun aracılığıyla daha da çok
sevineceksiniz, bunu önceden tatlandırmak için hazırlandı. Bu nedenle şöyle diyoruz:
‘’Kutsallığın bırakılmış çizgisi’’, İsak. Aksi takdirde Klipot olurdu?
Soru: Diyelim ki gün içinde, ben ihtiyacı arıyorum ve ben şu anda onu bulamadığım
için umutsuzluktayım. Nasıl böyle bir durumu sevince dönüştürebilirim?
Bunu sevince dönüştürmene gerek yok. Zaten başlamak için sürekli mutluluk
durumundasın. Eğer mutluyken ihtiyacı ortaya çıkarırsan – bu iyi, ama eğer
çıkaramazsan – bu da iyi. Yaratan ve Tora ile bağlantı halindeyken çok sevinçli isen,
zaten çoktan bağlamışsındır ve ışık senin üzerine dökülür. Ancak, eğer umutsuzluk
içine daldıysan, ışık senin üzerine dökülmez, çünkü sen Tora’ya ait değilsindir. Tora
sevindirir, Tora hayattır. Ama eğer ürküp şöyle dersen: ‘’Ne yapmaya geldim? Bana ne
oluyor?’’ – Tora seni etkilemez. Sadece bu, bu şekilde çalışmıyor. Nefret hisset ve
umutsuzluk içinde burada otur. ‘’Dünyadaki herkes mutlu, herşey harika ve ben hayal
kırıklığına uğradım – Ben bunun içinde hiçbir keyif göremiyorum’’. Ve şu anda bununla
ilgi hiçbir şey yapmaya gücünüz olmadan oturuyorsunuz. Bu tıpkı, hapse gitmenize
karar verilmesi gibidir.
Soru: Sonrasında mutlu olabilmek için hangi noktada sıkıntı hissetmeliyim?
Bu amacın büyüklüğü ile yapılmalı, sizinle değil. Mutluluk için kendi içinizde ne gibi bir
sebep buluyorsunuz? Kimsiniz? Sizi mutlu eden, kendi içinizde bulduğunuz hangi iyilik?
Sizler Yücelik ile bağlandığınız için sevinçlisiniz.
Bu dünya bu konuda da bize yardım ediyor; dünyanın sorunlar yüzünden maneviyatı
kırılmış ve sorunlar aracılığıyla, Yaratan bizim için idrakin detaylarında yardım ediyor,
aksi halde bizler kendi durumumuzdan daha fazla büyüyemezdik ve O’nun
büyüklüğüne en ufak şekilde ulaşamazdık.
Bizler en büyük olana tutunuyoruz, en önemli olana ve Tora’nın en etkili kısmına;
bunun etkili olan tek kısım olduğunu da söyleyebiliriz. Şimdi, sadece ona olan
gereksinimimizden dolayı, onun bizi etkilemesine ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç nasıl
olacak? Bizlerin kusursuzluk durumunun da olduğumuz gerçeğini takip etmeli, ama biz
bunu fark etmeyiz. Ben onun içinde olduğum için mutluyum, ama ben henüz onun
içinde olduğumu fark etmiyorum; tıpkı bodrum katındaki Kral’ın oğlu gibi; tıpkı bir
annenin rahmindeki cenin gibi; ve diğer benzer örnekler. Ben oradayım ve onu
genişletip, keskinleştirebileceğime dair bir işaret var. Bu nedenle, arkadaşlar, hadi
bunu yapalım, bu bizim çabamız.
Herşey bizim Yaratan ile bağlanmamız gerçeği ile başlıyor, bizler O’nun içindeyiz –
bunu fark etmemiz gerekiyor. Bizler, herşeyin kendisi için gerçekleştiğinden kesinlikle
emin olan bir insan gibiyiz. Kişinin kendisi için olan gerçek bir maceranın sürecinde
olduğu gerçeği bile – böyle bir uzunluktaki yolunda gitgide ilerledikçe, kişi son
durumdan çok süreci tercih etmeye başlar. Kendisindeki ihsan, bunun için olan arayış,
bunun algılanması, ödülü getirir. Daha sonra, kişinin hayatında sevinçli olamayacağı
hiçbir yer kalmaz. En kötü hissettiği yerde bile, Yaratan ile bağlantının minicik bir
parıltısı varsa, eğer ayrı düşmezse, - o zaman kişi süreçtedir. Bizim duamız sadece bu
farkındalığı devam ettirmeye yönelmeli, bilinçsizliğe düşmeye değil. Aynı söylendiği
gibi: insan için Evrendeki en büyük ceza kişinin Yaratan’la bağlantısını kaybetmesidir,
sadece bir saniyeliğine bile olsa.
Soru: Mutluluk (sevinç) nedir?
Mutluluk benden gelmez. O benim bağlandığım Tek olandan gelir: Sınırsızlık,
Sonsuzluk, Kusursuzluk, Kutsallık ve Yücelik. Bizler, tabii ki, bunu fark etmeyiz ve
bununla yol gösterilmez. Ama eğer ben grup içindeysem, o zaman grup benim algımı
uyandırır ki bu önemlidir, - işte mutluluk buradan gelir, biz fark etmesek bile. Ben
bundan haberdar olmasam bile, ne zaman bana, dünyada var olan ve benim ilgili
olduğum büyük birşeyden bahsedilse mutlu olurum.
Şunu sorabilirsiniz: ‘’Bunun dinden ne gibi bir farkı var? Bana yüce Biri’nin olduğu
söylendi ve ben O’nunla ilişkiliyim.’’ Fark, bilinçli olarak hareket ve kontrol ile
etmemde; benim gelişim sürecim boyunca, bahsedilen yüce Biri benim amacım haline
geliyor ve dünyanın geri kalanıda bu başarı için araçtır. Ben O’nun gibi olmak
istiyorum.
Soru: Bu neden bir gösteriye veya müzikale benzemek zorunda?
O şekilde olmak zorunda, çünkü sizler de ilham göstermek zorundasınız.
Soru: Peki ya bu benim ilgimi kaybettirirse?
Yapar mı, yapmaz mı bunu bilemiyorum. Ben sadece size bir örnek veriyorum.
Buradaki ruh, tıpkı bir müzikaldeki gibi olmalı. Ben sizden bale pabuçlarınızı giymenizi
istemiyorum tabii ki. Ama bu ruh ile karşılamalısınız. Dışarıdan, bu dinamik ve çekici
gözükür, bu nedenle kişi bunun içine çekilir aynı sizi esir alıp uzaklara taşıyan bir
girdap gibi.
Soru: Ölümcül hasta olan bir insanın ihtiyacı ile Kaynak’la olan bağlantımdan alacağım
mutluluğu nasıl birleştirebilirim? Bu ikisini nasıl bir araya getirebilirim? Sonuç olarak
derse ne getirmeliyim?
Ölümcül hasta olan bir insan hastalığına bir ilaç bulamaz. Ve benim ilacım var. Kabul
ediyorum, daha önce farklı bir açıdan anlattım ve olayı düzgün ışıkla tarif edemedim
çünkü bu özel ihtiyacı açıklamak istedim, genel durumu değil.
İlaç var. Sorun ise teşhis eksikliği. Sorun sizin içinizde mevcut, Yaratan’ın içinde değil.
Tora ve ilaç – herşey kullanılabilir. Sizin buna ihtiyacınız var mı?
Soru: İhtiyaç, ölümcül hasta kişinin durumu mu?
Evet, maneviyatta, bu tip insanlara ölümcül hasta denir. Kişi öleceğini anlar, ve
hastalığı için bir çare vardır. Siz ölümcül hasta olduğunuzu hissetmiyorsunuz. Eğer ne
kadar hasta olduğunuzu hissederseniz ve hiç bir tedavi olmadığını bilirseniz o zaman
gerçekten ölümcül hasta olan birinin durumunda olursunuz. Bu da zorda olmanızdır,
hiçbir ışık parıltısı olmadan karanlıkta olma durumu. Burada herşey biraz farklı. Sizler
sadece sağ tarafınızın hazır olduğu koşulu ile ve sadece yapabilme yeteneğiniz olduğu
için sol tarafınızda geliştiniz. Maneviyatı başka bir yolla açığa çıkarmak imkansız. İşte
bu nedenle, ilk başta, siz çabalarınızı katmalısınız; düşüş, ihtiyaç sizin çabalarınıza
bağlı olarak açığa çıkacaktır.
İhtiyaç ortaya çıkmayacaktır, bu yüzden bunun üzerinde sonra çalışabilirsiniz. O zaman
ne ile başlayacaksınız? Yukarı doğru olan seyahati başlatmak için hangi gücü
kullanmaya başlayacaksınız? İlk olarak, güç toplamanız gerekecek.
İlhamınızı dışarı göndermek için açıkça ışık saçmalısınız. Varsayalım ki, biri
Avusturalya’da bir yerde oturuyor ve internet aracılığı ile size bakıyor; o da bunu
hissetmeli. Birey sonsuzlukla birleşiyor, bolca ilham ve mutluluk alıyor çünkü sizinle
bağlanmış durumda ve bu fikir ile ilişkili. Eğer şimdi hissetmezsem, o zaman bunun
olması bana bağlı. Eğer kendi üzerimde çalışırsam, hissedeceğim.
Soru: Öyleyse bizim görevimiz ilaç ile sevinmek değil, ama ihtiyaç için aramak?
Tora’nın ne olduğunu ortaya çıkararak, kendimizde dikkat etmemiz gerek şeyleri eş
zamanlı olarak ortaya çıkaracağız.
Soru: İhtiyacı aramak zorunda mıyım, yoksa o kendini ifşa eder mi?
İhtiyaç sadece Yaratan’da ve yöntemde gördüğünüz kusursuzluktan ortaya çıkar. Aksi
halde, o düzelmiş bir ihtiyaç olmayacaktır. Umutsuzluğa gelmeyeceksiniz ve hareket
edemeyeceksiniz.
Soru: Bunun anlamı, bizim ilk görevimizin ihtiyacı bulmamak olduğu, böylece bir
şekilde ihtiyacı hissedecek olmamız?
Çalışma sağ çizgi yapıldı. İlk ve en önemli olarak, bu çalışma amacı ve yüceliği fark
etmekte. Amaç ihsan etmek. İhsanın yüceliği herşeyden önce geliyor. Ondan sonra ben
sol tarafımı (sol çizgi) kullanıyorum ve bunu inceliyorum, azar azar, mümkün oldukça.
Mesela günde yarım saat diyelim: bununla ilgili olmam ya da olmamam fark etmez,
eksikliğim tamamen içinde olmak.
O ana kadar, ihsanı inceliyorum ve onun bana bağlı olmadan olan önemini fark
ediyorum; ben sadece açıklamanın kendisini inceliyorum. Açık mı?
Sol tarafı açığa çıkarmaya başladıktan sonra, sorun ile yüzleşiyorum: ben sol tarafı
sadece sağ taraf ile ilişkili olarak açığa çıkarmalıyım. Aksi halde, ben bunu ihsana
çevirmek istiyorum diyemem. Eğer ihsan olan sağ tarafa yapışırsanız, o zaman açığa
çıkaracağınız herşeyin Yaratan’a doğru yöneldiğini anlamalısınız. Herşey tek bir sürece,
tek bir amaca akıyor. Eğer başlangıç noktanız kusursuzluk değilse, o zaman alma
arzusudur. Orada başa hiçbir şey yok.
Soru: Eğer içinde değilsem, günün başından sonuna kadar nasıl ihsanı arayabilirim?
Ben eksikliği sadece günde yarım saat hissediyorum. Bu günün yirmi üç saat otuz
dakikası boyunca kusursuzluğu hissettikten sonra kalan yarım saat. Hazırlanmak için
durmuyorum ve bu yarım saat boyunca aynı süreçte kalıyorum. Baal HaSulam bize
eksikliği hissetmeyle oranla mutluluğu hissetmenin ne kadar çok çalışmamız gerektiği
örneğini verir. Biz kendimizi en derin boşluğa ve umutsuzluğa batırabiliriz, değil mi? Bir
insan bunu derinlemesine araştırır çünkü kendisi için üzülür: ‘’Benim hiçbir şeyim yok’’.
Bu çok basit, bu bizim doğamıza çok yakın, birinin yüceliği, örneğin Yaratan’ın yüceliği,
üzerinde çalışmak yerine hiçbir şeyim yok diye şikayet etmek çok kolay.
Bu Baal HaSulam tarafından, Mektuplar sayfa 80’de, tartışılmıştır.
Ve size ne söylediğimi hatırlayın: uyandıktan sonraki ilk saatte kalbinizi kırın,
düşüncelerinizde “gece yarısı düzelmelerini’’ gerçekleştirin ve sizin hareketlerinizin
meyvesinden acı çeken Şıhina’ın şiddetli acısı için üzülün. Ama bir saatten daha uzun
süre devam etmeyin ve daha sonra Yaratan’ın yolları ile, inanç ve kesinlik ile kusursuz
bir yolla kalbinizi neşelendirin.
‘’Şihina’nın şiddetli acısını’’ anlıyor musunuz, ne için üzülmek zorunda olduğunuzu?
Onunla ortak hiçbir şeyiniz yok, ona hiçbir bağlılığınız yok, ama Yaratan’ın sizin
dolduramayacağınız bir ihtiyacı olduğu için üzülüyorsunuz. İşte bu ‘’Şıhina’’nın şiddetli
acısı’’. Aksi halde, bu sizin kendi acı çekmeniz olurdu.
…Ve daha sonra Yaratan’ın yolları ile, inanç ve kesinlik ile, kusursuz bir yolla kalbinizi
neşelendirin. Ve bütün bir gün boyunca Tora çalışın ve mutluluk ile çalışın. Ve eğer
isterseniz, uyumadan önce tekrar yarım saatliğine kalbinizi kırabilirsiniz. ‘’Eğer
isterseniz’’ ne anlama geliyor? Eğer mutlak sevinç ile boğulduysanız, diğer türlü
çalışmada yarım saat eksik olduğunuzu fark ederseniz, o zaman yapın.
Bu sonuçlarla, mutlu hissetmeyi durdurmamalısınız. Yapmamanız gerek. Her zaman
ruhunuz yüksek olmalı. Eğer biri hastaysa, eğer birinin ateşi varsa veya kırık bir
bacağı, o başka bir mesele – o zaman neşeli olamazsınız. Biz bu şekilde oluşturulduk,
ve bu tip şeyler bizi etkiler. Ancak, prensipte, eğer neşeli değilseniz – maneviyatla,
Yaratan ile bağlanmamışsınızdır. ‘’Bu büyük temel kural: mutlu olun’’ – bu sadece
şiirsellik değil, bu gerçek bir işaret.
Ama kötü eğilim için aramanızda dikkat edin bu tamamen şunu ister – kişi ne zaman
Tanrı’nın işi ile meşgul olsa, insanı üzmek. Böyle bir anda, bu kötü eğilime anlatıyoruz:
‘’Doğrunun ölçüsü senin tarafında olmasına rağmen (gerçekten, hiçbir şeyim yok ve
tamamen ağlamaya ihtiyacım var), biraz bekle, bunun için hazırlanmış bir saat var (bu
tıpkı ‘’Mesai saatinde gelin’’ demek gibi). Bunu o zaman düşünüp taşınacağım, Kral’ın
önünde olmadığım zaman. Şimdi, Kral’ın önündeyim. Öyleyse burada ne arıyorsun?
Bu nedenle Kohen’in sunaktan külleri temizlemek için özel giysileri ve işi tamamlamak
için de özel giysileri vardı.
Ve bu anlayan biri için yeterli. Size söylediğimle ilgili dikkatli olun, ve ondan sonra
Yaratan’a katılmak için yaklaşmaya layık olacaksınız, O’nun isteğini tamamlamaya.
Bu çok önemli. Bu benim size her zaman söylediğim şey: ilk, Amaç’ın büyüklüğü,
ondan sonra – geri kalan herşey. Kişi sağ tarafa yakınlaşmalı, çünkü sol taraf Klipa.
‘’Budala ellerini bağlamış oturuyor ve canlı canlı kendini yiyor’’. Bu zamanı gereğinden
fazla, yıllarca, uzatır. Size söylüyorum – yıllarca. Eğer biri başarılı olamazsa, kural
olarak, bu nedenle olamaz. Kişi umutsuzluğa düşer ve kendini kemirir, onun için bir
çıkış yolu yoktur: alışkanlık üzerinden çalışıyor, zaman gittikçe uzuyor – on, yirmi, otuz
yıl geçiyor ve hiçbir şey değişmiyor. Bunun tek sebebi kişinin Kaynak’a, mutluluğa
bağlanamaması. Mutluluk – işaret bu.
Soru: İhsan seviyesine ulaşmak için, acı ile yaşama noktası için insan bütün
zevklerden kurtulmalı. Bunun mutluluk ile nasıl birleştireceğiz? Bir taraftan – acı bir
hayat, ihsana ulaşabilmek için; diğer bir taraftan – sürekli mutluluk.
Ne demek istediğini anlıyorum. Konuyu doğru şekilde açıklayamadık. İnsanlar eskiden
kendilerini acı içinde yaşama ihtiyacı ile ilgili yazılarla kuşatırlardı ki bu Müslümanlarda
da benzerdir, eskiden kendilerini demetlerle kırbaçlarlardı. Bu geleneğe Rusya ve
Bakü’de bile gözlemledim. Bazı insanlar kendilerini manastırlara kapatıyorlar; bazıları
kendilerine oruç ve bunun gibi şeylerle işkence ediyorlar. Bu bizim bahsettiğimiz
“ıstırap içindeki acı hayat’’ değil.
Şöyle diyor: bırakın insan acı içinde yaşasın. Öyleyse siz ne yüzünden acı
çekiyorsunuz?
Acı hayat hakkında: bol miktarda yiyecek ve içeceğiniz olduğu halde veya bir sarayınız
varsa, hala, acı içinde yaşıyorsunuz. İnsanların fıçılarda yaşayarak veya oruç ile
kendilerini yok etmek istedikleri zamanlar vardır, çünkü o zamanlar zevk için olan
arzular çok küçüktü. İnsanlar bu yakınlaşmayı gerçekten yapabilecek yetenektelerdi: o
zamanlar, alma arzusu sadece fiziksel arzular seviyesindeydi: yemek, aile, cinsellik,
biraz kıyafet. Sahip oldukları herşey bunlardı ve daha fazlasını istemiyorlardı.
Bundan dolayı, fiziksel hayal kırıklığı fiziksel düzelmelerin karşısında durur. Bedeninize
işkence etmek, yağmur bunun üstünden uçar, bu prensibe göre ‘’biri diğerine karşı’’ –
ve bu yeterli. Ancak, günümüzde, biz fiziksel olarak acı çekmiyoruz, manevi olarak acı
çekiyoruz, ve finansal sorunlardan dolayı bile değil, ve ya şöhret yada bilgi gibi sosyal
düzeydeki karşılaşılan sorunlardan dolayı da değil. Biz manevi sorunlar nedeniyle acı
çekmeye başladık. Öyleyse, ruhunuzu nasıl etkileyebilirsiniz? Sadece ışık ile. Başka hiç
aracınız yok.
O zaman aklımızda olan nasıl bir ‘’acı içinde hayat’’? Tanrı’ya şükür, insanlar burada
açlıktan ölmüyor; yabancı köleleştirmesi veya bir takım zorbalar yüzünden kimse
sefalet içinde yaşamıyor. Herşey düzenli. ‘’Acı hayat’’ ne? Sizin acınız maneviyatınızdaki
kusurdan gelmeli. Kişi bir şekilde maneviyat kusursuzluğu ile bağlantı oluşturmalı ve
oradan da kendi hayatına bakarak: ’’Benim hayatım boş’’ demeli. Ben bunu
maneviyatla ilgili olarak söylüyorum, yeteri kadar param olmadığı için, ya da şöhret
yada bilgi yüzünden değil.
Öyleyse, ilk olarak, sıkı sıkı tutunmalısınız, kendinizi manevi standartta bağlamalısınız.
Ondan sonra, ihtiyacınızı ortaya çıkararak hala mutlu kalacaksınız. Zaten çoktan kendi
arzunuza dışardan bakıyorsunuz; önceden kendinizi Kusursuz Olan ile bağladınız. Bu
tıpkı babasının elini tutan bir çocuk gibi, Yaratan’ın elini tutmanız gibi. Babası ile
beraberken çocuk ileri adım atmaya korkmaz. Bunu hayvanat bahçesinde
gözlemleyebilirsiniz: bir çocuk ebeveyninin omzunda oturmak istiyor, ve ondan sonra
kendisini daha önce korkutan birşeye güvenle yaklaşıyor. İşte bu şekilde gelişmek
zorundayız.
Soru: Nasıl gruba karşı geliştirmem gereken sorumluluk ve utanç ile bütün gün
boyunca mutlu olmayı beraber yürüteceğim?
Grup içinde göstermem gereken tek şey mutluluk ve Amacın büyüklüğünü fark etme.
Bu size: ‘’Hadi, gidelim’’ diye bağırıldığında oluşan sevinç gibi değil. Bize yönü daha iyi
hissetmemize yardım edecek birşeye ihtiyacımız var, ancak yine de hevesi hiç bir araç
kullanmayarak öldürmek istemem. Her zaman grubu coşkulu bir seviyede tutmak
zorundasınız, amaca yönelmiş bir şekilde. Coşkulu seviye, amaç için olan istek – başka
hiçbir şeye daha fazla ihtiyacınız yok. İşte bu şekilde hızlanacaksınız, oku ‘’ayarlanmış
zaman’’dan (Be-Ito) ‘’ hızlanacak’’ (Ahi şehina)’ya çevireceksiniz. Hepsi bu.
Soru: Eğer grupla bağlantılı olan birşeyleri özlüyorsan, nasıl gün boyunca mutlu
olabilirsin?
Neyi özlemek? Ben geçmiş zamanı hatırlamıyorum, ben geriye bakmıyorum. Bunu
yapan her kimse tuzdan sütuna döner. Geriye bakmak yasaktır, bu sizi durdurur. Tuz,
bozulmayan yenebilir bir üründür. Milyonlarca yıl boyunca bile bozulmaz. Üstelik,
herşeyi mühürleyip korur, bir koruyucudur. Bu sonuçtan dolayı, birinin arkasına
bakması yasaktır. Ne yaparsanız yapın – birini öldürün, birine gerçekten çok kötü
davranın – sorun değil. O andan itibaren yolunuza devam etmelisiniz. Daha sonra, siz
yükseldikten sonra, belki olanlara dikkatle bakabileceksiniz. Belki. Ancak, ilk olarak, o
aşamaya ulaşmalısınız.
Bundan başka, eğer gerçekten insanlara zarar verdinizse (ve kendi halinizde
değilseniz) daha sonra analiziniz burada olmanın önemini yitirten bir görüş olmamalı;
aksine, geçmişi şimdi ki durumunuza katmanıza izin vermeli. Bunun anlamı Malkut
Yesod ile birleşiyordur, başka bir şekilde değil, çünkü öyle bir durum sizin gelişim
hızınızı düşürür.
Soru: Ders sırasında nasıl bir ihtiyaç uyandırmam gerektiğini nasıl bileceğim?
İhtiyaç, benim Üst Derece’nin ‘’rahim’’in de kalmamı sağlayacak birşey olmalı ve
ayrıca, olabildiği kadar da güçlü olmalı, böylece benim O’nun içinde var olduğum
tanımını kaybetmeden büyüme arzum olur.
Bu nedenle Baal HaSulam TES’i böyle bir formda yazdı. Size bir sistem açıklıyor ve siz
sürekli onun düşüncelerinde kalıyorsunuz: ‘’Ben bu sistemin içindeyim, bu benim
üzerimde işliyor ve etki ediyor. Ben bu sürecin aktif bir elemanı olmak istiyorum; ben
onunla birlikte hareket etmek istiyorum. Baal HaSulam yükselme, alçalma, bağlantılar
ile ilgili her ne söylerse – Ben ona katılmak istiyorum’’. Siz Üst aşamaya geçtiğiniz
anda o sizin mekanizmanız haline gelir. Baal HaSulam Partzuf Aba Ve Ima hakkında
konuşmaz, aynı o sizin dışınızda var olmuş ve belirli bir şekilde çalıyormuş gibi. Hayır.
Siz bu mekanizmanın sizin içinizde var olduğunu bulacaksınız, çünkü en sonunda,
bütün Sonsuzluğa ulaşacaksınız. Bunun yanısıra, sadece yalın Işık var.
Bu nedenle ders sırasında Işık’ın içindeki kendi var oluşunuzun içinden ihtiyacı ortaya
çıkarmanız gerekmektedir.
Soru: Kişi gelecek için analiz yapmalı mı, böylece Yaratan’ın büyüklüğünü fark etmek
sonraki zamanda duruyor olur? Kişi bir sonraki zamanda bunu kaybetmekten korkmalı
mı?
Gelecekle ilgili kendinizden emin olmalısınız; onun şuan ki zamanın sonunda
gerçekleşeceğinden emin olmalısınız. Bir sonraki, aralıklarla ayrılan zamanlar için değil
ve bir aralık uzun bir süre devam edebilir. Bu şuan ki zamanın sonunda olmalı.
BNEI BARUCH’LA TEMASA GEÇMEK İÇİN
Bnei Baruch
1057 Steeles Avenue West, Suite 532
Toronto, ON, M2R 3X1
CANADA
Türkiye’den Bilgi Almak İsteyenler
E-posta: turkish@kabbalah.info
İnternet Sitesi: www.kabbalah.info/turkishkab/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder