KABALA VE FELSEFE
Zamanın başlangıcından beri insan hayatının anlamını arıyor.
Bu derste, Kabala’nın Bilgeliği ve felsefe arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları
inceleyeceğiz.
Baal HaSulam’ın ‘’Kabala’nın Bilgeliği ve felsefe’’ adlı makalesi aracılığı ile, Rav Michael
Laitman bizim için insanlığın binlerce yıldır süren hayatın anlamı arayışını anlamaya
yönelik harika bir pencere açıyor.
Felsefe hayata bakıştır. Herkes etrafta koşup, üşüştüğü sırada, filozof oturur ve
hayatının özünü araştırır. Eski felsefe M.Ö. 1000’den beri mevcuttur. Kişi tarih
kitaplarında her ulusun kendi filozofları olduğunu görebilir, herbirinin farklı bakış
açılarıyla geliştirdikleri farklı inançlar ve başka hayat yöntemleri vardır. Yahudi milleti
bir istisnadır, ki neredeyse felsefenin evriminde hiç bahsedilmemiştir. Öyle görünür ki
tarih boyunca Yahudi milleti hiç bu hayatın özünü ve anlamını araştırma sürecine
katılmamıştır. Bu mümkün mü?
Ders 1
Yaratan: Bir diyalog mu yoksa bir duygu mu?
Neden Yahudi milleti felsefenin evriminde gözükmüyor?
Kabala insanlığın acısına cevap vermek için ‘mağaradan ortaya çıkmıştır’
Hissedilmeyen ve görülmeyen şeyi tartışmak mümkün müdür?
Duygular aracılığı ile maneviyat araştırması
Araştırılan nedir: Yaratan mı yoksa O’nun hareketleri mi?
Eğer insalığın önceki nesillerindeki gelişimini incelersek, gerçekte bütün milletlerin,
toplumların ve kültürlerin, belirli bir yönde geliştiklerini görürüz. Aralarında birkaç
yüzyıllık boşluklar olabilir, ama yine de bu aynı sıradan alma arzusunun gelişimidir ki
bu kök seviyesiden, ilki (Alef), ikinci (Bet), üçüncü (Gimel) ve dördüncü aşamaya
(Dalet) gelişmiştir.
Bizim zamanımızda alma arzusunun üçüncü ve dördüncü seviyeleri çoktan
şekillenmeye başlamıştır. Gelişim aşamalıdır, ama yine de farklı milletler ve farklı
kültürler arasında oldukça benzerdir.
Örneğin, Baal HaSulam tarafından tartışılan felsefede, ilk olarak eski (kadim) felsefe
vardı, Grek felsefesinden önce olan, M.Ö. ki onuncu yüzyıldan itibaren. Sonra Grek
felsefesi vardı, özellikle M.Ö. beşinci yüzyıldan itibaren. Ondan sonra Roma felsefesi
vardı, yaklaşık olarak modern takvimin başladığı sıralarda ve sonra eski Çin ve Hint
felsefeleri geldi, Konfüçyüsçülük ve Budizm. Son olarak orta çağda felsefe vardı,
modern Avrupa ve İslam felsefeleri. Başlık olarak bütün bunlar gerçekten büyük
fikirler, insanlığın ilerlemesini kuran insanlardı.
İlginç olan ise İsrail milletinin bu haritada yer almamasıdır, öyle ki bu durum felsefe
hayatın bir çalışması olduğu için dikkat çekicidir. Eğer çalışma kitaplarını açarsak bütün
milletlerin hayata bakışlarında geliştiğini göreceğiz – nasıl yaşanacağı, ne için
yaşanacağı, neye ihtiyacı oldukları, amaçlarının ne olduğu, niyetlerinin ve herşeyin ne
için var olduğunu? Bu sanki onlar bu meseleler ile meşguller ve her dönemin en önemli
beyinleri bunların çözümü üzerinde çalışıyor ve cevapları hakkında yazıyordu. Buna
karşılık, İsrail milleti hayvan gibi gözüküyor öyle ki böyle soruları yok ve bu son derece
ilginç.
Doğrusu görünen o ki tarih boyunca İsrail milletinde bu tip bir gelişme olmamıştır.
Rambam, ki kendisi Yahudi filozof olarak düşünülür, biraz ilgilenmiştir ve belki Yehuda
Ha Levy de, ama genelde İsrail milletinin büyük filozofları yoktu.
Günümüzde, bütün felsefe öğretisi öyle bir genişlikte çökmüştür ki insanlık artık daha
fazla onunla ilgilenmiyor ve o zamanlarda sorulan aynı soruların hala çözülmemiş
olduğunu görmek mümkündür. Sadece çözülmemekle kalmamış, hatta hiçkimse
çözümlerine yaklaşamamıştır bile. Bugün hem felsefe hem de diğer bilimler hayatın
özünü anlamada yardımcı olur gözükmüyor. Ama sadece şimdi biz görüyoruz ki
Kabala’nın Bilgeliği uyandı ve kendisini dünyaya ifşa etti. İnsalığın sorularını
cevaplamaya hazır, bütün sorunları bağlamaya ve bütün çelişkileri çözmeye hazır.
Günümüz jenerasyonunda olan şey bu.
Doğrusu, işte bu sebepten İsrail millietinin bir felsefesi yok. Başlangıçtan itibaren
zaten herşey mevcut ve bu yüzden bu milletin o tür soruları olmadı veya tüm o
sorularla ilgilenmek için bir zorlama ya da ihtiyaç. Bunların hepsi peygamberler
tarafından yazılmıştır. Peygamberlerden sonra olan şey ise, sadece çeşitli filozofik
yorumlardır.
Şimdi filozofların yazdıkları çocuk oyunu gibi gözükmekte. Onların aralarında çok
büyük beyinler vardı, bazıları hayatın özünü keşfetmeye çok adanmışlardı, ama buna
rağmen, insan aklı daha fazlasını yapabilecek yetenekte değil. Bu nedenden dolayı
şimdi yavaş yavaş Kabala’nın Bilgeliğinin ve felsefenin nerede durduğu belirginleşmeye
başladı ve farkın ne kadar büyük olduğu. Biz bu temel soruların araştırması için felsefe
tarafından kullanılan insan aklı ile ilahi bilgelik arasında ne kadar büyük bir fark
olduğunu anlayabiliyoruz, öyle ki ilahi bilgeliği insan var oluşun özü, hayat ve yaratılış
hakkında üst dünyanın araştırmasından edinir.
Maneviyat nedir?
‘’Felsefe bedensel şeklin nasıl maneviyatın bir etkisi olduğunu ve ruhun nasıl bedeni
doğurduğunu kanıtlamak için büyük miktarda çaba sarf etmiştir. Ancak bütün bu
çabadan sonra bile onların adanmışlığı asla kalp tarafından kabul edilmemiştir.’’
Bu neden olmamıştır? Çünkü onlar asla hiçbir yöntem ya da araştırma ile uygun ve
direk bir bağ kuramamıştır, ki bu bağ maneviyatın bedende nasıl örtüldüğünü
kanıtlasın, bedeni nasıl harekete geçirdiğini ve ona nasıl hayat verdiğini. Onlar bunu
asla açıklayamazlar. ‘’Ve onların asıl hatası maneviyatı kavrarken olmuştur’’ ki burda
demek istenen maneviyatın gerçekten ne olduğudur. ‘’Onlar bunun bedensel formu
doğurduğunu belirlediklerinden beri, ki bu kesinlikle yanlıştır’’. Onlar maneviyatın
bedensel formu doğrudan bir yol ile doğurduğunu belirlediler, bazı aşamalı haraketler
aracılığı ile. ‘’Her babanın kendi zürriyeti ile bazı benzerliklere sahip olmaya ihtiyacı
olduğundan beri, çünkü bu ilişki onun zürriyetinin var oluşa getirdiği yoldur ve
davranıştır. Aynı şekilde, davranışların her sergileyicisi de kendi hareketleri ile bir tür
ilişkide olma ihtiyacındadır, ki o kişi bunun aracılığı ile onlarla bağlantıda olsun.
Böylece, siz maneviyatın bütün bedensel eylemlerden ayrıldığını söylediğinizden beri,
sonrasında bunun devamı olarak bir yol yada ilişki yok ki onun aracılığı ile maneviyat
bedensel ile bağlantıya geçebilsin veya herhangi bir yolla onu hareket ettirebilsin.’’
Öyleyse bir bağ yok, çünkü eğer böyle bedenselin maneviyattandan ortaya çıkabileceği
bir bağ olsaydı sonrasında ben kesinlikle bedensel formdan maneviyata doğrudan
geçebilecek durumda olurdum. Bu yol mevcut değil.
‘’Ama ‘maneviyat’ kelimesinin kavrayışı felsefeye ait bile değil. Nasıl hiçbir zaman
görülmemiş veya hissedilmemiş birşey tartışılabilir ki? Bu tartışma neye istinat eder?’’
Bu ne anlama geliyor? Biz sadece hissedebildiğimiz, ölçebildiğimiz, tekrar
edebildiğimiz, karşılaştırabildiğimiz, vb., şeyleri araştırmaya alışığız, biz bilimsel
yaklaşım kullanıyoruz. O zaman biz bunu bilim olarak düşünürüz, buna bilgelik deriz ve
bu tartışılabilir. Benimle aynı şeyleri hissedebilen başka insanlar olduğuna göre, ben
araştırmayı onlarla tartışabilirim. Ama biz maneviyatı duyularımızla algılamıyoruz,
öyleseyse elbette herkes onunla ilgili kendi bireysel görüntüsünü oluşturabilir ve duyu
alan organlarla kavranmayan şeyleri yazabilir. Ortaya çıkan şu ki sadece Kabalistler, ki
onlar ilk olarak altıncı hissi (bir maneviyat duyusu) kazanmıştır, maneviyatı
alabilir/algılayabilir. Sadece bu genişlikte hissedilen ve algılanan maneviyat
araştırılabilir ve hakkında yazılabilir. Felsefe, diğer bir taraftan, ki tamamen mantığı ve
insan zihnini temel almıştır, maneviyatı araştırmaya muktedir değildir, çünkü basitçe
filozoflar onu hissetmezler.
‘’Ama eğer maneviyatı bedenselden bölen ve ayıran bir tanım olursa, bu sadece bir
kere manevi birşeyleri edinenlere ve onu hissedenlere aittir, gerçek Kabalistlere. Bu
nedenle maneviyatın ne olduğunu gerçekten araştırmada Kabala’nın Bilgeliği
gereklidir.’’
O’nun özünün felsefesi
O’nun özü nedir?
‘’Ve O’nun özü ile ki felsefe bunu kapsamlıca tartışmayı sever ve O’nun içinde olan
olumsuz şeylerin bütün kurallarını kanıtlar, Kabala hiçbir şekilde ilgilenmez.’’ Biz
Yaratan’ı tartışmayız veya O’nu araştırmayız. Neden? ‘’Çünkü, aslında hiçbir şekilde
kavranamayan veya ulaşılamayan kavramlar kullanarak birşeyi tanımlamak nasıl
mümkündür? Yokluğun tanımlaması var oluşun tanımlamasından daha az değerli
değildir, eğer siz uzakta birşey görürseniz, onu bütün olumsuz bileşenlerine rağmen
fark edeceksiniz, anlamı bütün onların orada olmadığıdır’’. Ben ne zaman birşey
görürsem, onu tanımasam bile, onun ne olmadığı hakkında zaten emin olabilirim.
‘’Bu bir kapsamda tanıma olarak düşünülür, çünkü eğer bir obje gerçekten gözden
uzak mesafede ise sonrasında olumsuz fark edilmez bile. Örneğin: eğer biz uzaktan
siyah bir görüntü görürsek ve onun bir insan veya kuş olmadığını fark edersek, o
zaman bu görme olarak düşünülür, çünkü o daha uzakta olabilirdi ve biz onun bir
insan olmadığına karar veremeyebilirdik.
Ve bundan onların bütün karışıklıkları ve ilgisizlikleri gelir, çünkü felsefe Yaratan’ın
özünün bütün olumsuzluğunu kavrayıştaki gurur duymayı sever, bu sırada akıllı
Kabalistler orada ellerini ağızlarına koyarlar ve O’na basit bir isim bile vermezler’’
Yaratan ‘’Çünkü biz onu hiçbir kelime ile veya isim ile tanımlayamıyoruz öyle ki biz
daha edinemedik, çünkü kelime birşeyi edinmenin başlangıcını gösterir.’’
Filozoflar Yaratan’ı, O’nu edinmemiş oldukları gerçeğine rağmen tartışırlar. Diğer bir
taraftan Kabalistler, ki onlar gerçek duyumsalı ve somut ulaşmayı edinmeyi
amaçlayanlardır, hissedemedikleri Yaratan hakkında hiçbir şey söyleyemezler.
Kabala’da, sadece duyularda algılananlar tartışılır. Felsefede, akıl duyular olmadan da
burayı ve orayı merak ettiğinden dolayı, Yaratan’ı tartışmaya kalkışır. İşte bu nedenle
Kabala yalnızca Yaratan’ın hareketlerini tartıştığı sırada, felsefe Yaratan’ı tartışır.
‘’Ama O’nun parlaklığı, O’nun kutsal olduğu, gerçektir’’ Yaratan’dan gerçeğe ulaşan
ışıklar ‘’onlar büyük bir kapsamda tartışıyor ve fark ediyor, bütün bu parlaklığın anlamı
olarak ki onlar belli bir açıklığı edinmeyi hak ettiler, somut edinmeden daha az
olmayan’’ bu dünyanın.
Kabalistler Yaratan’dan bize oluşan şeyler ile ilgilenirler ve bütün bunlar hem manevi
dünyalardır hem de bu dünya. Filozoflar Yaratan’ın Kendi’sini tartışırlar ve aslında bu
onların hatasının köküdür, çünkü onlar Yaratan’ı ya da O’nun hareketlerini
hissetmiyorlar. Bu nedenle onlar gerçek bilimsel bir araştırma için temele sahip
değiller. İşte bu nedenden dolayı felsefe bir bilim değildir.
Ders 2
Dışarıda ne var?
· ‘Ben’ ve bana olanlar – Yaratan’ın hareketleri
· Hislerimiz nasıl işliyor?
· Biz hiç ‘kabuk’umuzdan çıkabilecek duruma gelebilecek miyiz?
· Bir his kanıtlanabilir mi?
· Neden ‘kalpteki nokta’ filozoflarda gelişmedi?
Yaratan ile aynı niteliklerde olmayı istemek ile O’nun eylemlerini araştırmak
arasındaki fark nedir?
Yaratan’ın eylemleri aslında biz meydana getiren şeylerdir ve hem içimizde hem de
bize olan şeylerin bütünüdür. Bunlar bizim çalışabileceğimiz şeylerdir. Öyleyse ben
sadece kendimin ufak bir parçasını hissedebilecek durumda olabilirim, ama benim
hissettiğim bu şey her ne ise ben onu araştırabilecek durumdayım. Diğer bir taraftan,
benim göremediğim benim dışımda olan herhangi birşeyi, ben kavrayamam,
araştıramam veya tartışamam. Benim dışımda olan bu şeyler sadece belirsiz
imgelemdir. Ben bunları iç algılarımı kullanarak hissediyorum ve yorumluyorum ki bu
kesinlikle doğru bir algı değil. Bu neden bu şekilde olmak zorunda?
Bu, bu şekilde çünkü Yaratan ve yaratılan varlık ötesinde hiçbir şey yok. Yaratan adı
verilen birşey var ve O’ndan oluşan herşey yaratılan varlık. Onların arasında bir geçiş
yok. Başka kelimeler ile anlatmak gerekirse, Yaratan’ın içerisinde yaratılan varlık var
olur ve bu yaratılan varlık – biz, Yaratan ile formun eşitliğini edinebilir. Benim var
olduğum alanda edinme seviyelerine sahibim ki bunlara ‘’dünyalar’’ (kökten dörde
“Dalet”) adı verilir. Bunlar aslında benim sistemimin parçası; bunlar benim duyularımın
ötesinde sahip olduğum özgürlük dereceleri ve bu seviyede benim alabileceğim ışığın
azalan niteliği.
Bu demek oluyor ki benim hislerim o kadar da keskin değil, onların keskinlik veya
açıklık seviyesine ‘’dünyalar’’ denir. Ben yavaş yavaş daha çok ve daha çok
hissedebilecek duruma geliyorum ta ki ben bütünlüğümü hissedene kadar, hem
kendimde ve hem de Yaratan’dan aldığım şeyde.
Benim edindiğim her ne ise, araştırılabilir ve kavranabilir olan şeyler, sadece benim
O’ndan aldığımdır. Ben asla O’nu edinemem. Benim erişebileceğim şey formun eşitliği,
iç niteliklerimde sahip olacağımın benim dışıma eşit olduğu (örneğin, Yaratan) bir
duruma gelebilmek. Sadece formun eşitliği derecesi diyebilirim ki benimle olan ile
O’nunla olan olabilir. ‘’Eylemlerinizden’’ demektir ki O’nun benim üzerimdeki hareket
etme şeklinden ben O’nun hareketlerini anlayabilirim, onların derinliğine ulaşırım. Ben
onları özümde çok açık bir şekilde hissediyorum ve onların O’ndan geldiğini biliyorum
ve ben kendimi O’na uyarlayabilirim. ‘’Sizin eylemlerinizden biz sizi bildik’’ demek, O
onu veya bunu sevebilir demektir. Biz hala yine de duyularımızın algıladıkları ile
sınırlıyız.
“Dışarıdaki gerçekliğe değer biçmek mümkün değildir” ne anlama geliyor?
Biz asla dışarıda olanı hissedemeyiz. Biz neye ‘dışarıdaki’ diyoruz? Benim ‘dışımda’
çalışan hiçbir his yok. Ben şu anda Yaratan’ın içinde yer almış durumdayım ve benim
bedenime ve hislerime giren şeyler dışında, ben hiçbir şey hissetmiyorum. Görüntü
içeride meydana gelendir. Duyma içeride meydana gelendir. Benim duyumla
duyduğum şey nedir? Benim kulak zarıma doğru giren ve baskı yapan şeydir. O kulak
zarının ötesinde benim bazı sinirlerim var, bir tür mekanizma öyle ki bu mekanizma
bilgiyi beynime gönderiyor ve beyin araştırmaya başlıyor, bu ne olabilir? Bu neye
benzer? Neden şimdi benim kulak zarım ona baskılayan şey ile benzer durumda?
Aslında, gerçekten kulak zarımı baskılayan şey ile hiçbir bağlantı yok.
Bu bir perde gibi. Bütün duyularda perdeler var, hem manevi kapta hem de bedensel
kapta. Her bir kap kendi uyarılmasından etki alır, giren şeyden değil çünkü dışarıdan
hiçbir şey girmez. Aynısı görüntü içinde geçerlidir. Gözümüzün kenarında sinirlerimiz
var ki bu sinirler ışık tanecikleri ile uyandırılıyorlar, fotonlar ile ve sonuç olarak
kimyasal parçacıkları kullanıyorlar. Aynısı dokunma içinde geçerlidir. Eğer biz bu
hislere anestezi uygularsak sonrasında dışarıda hiçbir şey yokmuş gibi hissederiz. Biz
onları belirli teknikler kullanarak genişletebiliriz, mesela beynimizin içine bir parça
koyarak, ama bütün bunlara rağmen biz asla kendimizden çıkamayız.
İşte bu nedenden dolayı her ne oluşturursam, her ne yaparsam ve benim çevremi
hissetme şeklim, benim yanıtlarım aracılığı ile hissetmek için oluşturulduğum şekildir.
Ben asla dışımda ne olduğunu bilmem, hatta şimdi bu dünyada bile. Yaratan
sonsuzluktur, ama ben onu nasıl kavrarım? Ben sadece kavrayabilecek durumda
olduğum zaman kavrarım. Görüşümü ek bir his (tıpkı ihsan için olan farklı bir yazılım
gibi) aracılığı ile genişlettiğim zaman kavrayabilecek duruma gelirim, sonra ben de
sadece benim dışımda olan birşeylere olan karşılığımı araştırırım, bu, Yaratan’dır. İşte
biz bu şekilde yapıldık; bu kabuğun dışına asla çıkamayacağız. Bu yukarıdan aşağı
doğru yaratılmış bir kap, aynı direkt ışığın dört Benihot’unda öğrendiğimiz gibi,
yukarıdan aşağıya. Bizler alıcılarız, bunun almak için veya ihsan etmek için olması fark
etmez, kabın içinde olan şey bu, başka hiçbir şey değil.
Hala edinmemiş biri bile ve Kabala çalışan biri felsefi konuları tartışır.
Kabala çalışmasına gelmiş, hala hiçbir şey hissetmeyen, altıncı hissi hala edinmemiş
biri bile felsefi şekilde konuşur. Kişi kavramadığı konular hakkında konuşur. Bir insan
sadece kendi kendine bunun üzerine bir bilim veya felsefe oluşturmama şartı ile bunu
yapabilir. Tercihen kişi üst ışığı çekmek için kendini Kabala çalışmasına sokmalıdır ki
bu o kişinin içinde bir kap oluştursun. Kişinin içindeki bu kap Yaratan ile formun
eşitliğinde olacaktır, bu şekilde kişi Yaratan’ın ona yolladığını doğru şekilde anlayabilir.
Bizim Kabala’nın Bilgeliğine olan ilgimiz Yaratan’ın hareketlerini almak içindir ve onu
kendi ıslahımızın miktarına bağlı olarak doğru olarak hissetmemiz için. Biz bir kere
bütün ‘’alan’’ınımızı ıslah ettiğimizde, kabın etrafında ihsan etmek için bir perde
oluştuğu zaman, sonrasında biz Yaratan’ın bütün bolluğunu geri ihsan edebileceğiz.
Bunu yaptığımız zaman sonrasında biz ‘’eylemlerinizden sizi bileceğiz’’ ve aynı O’nun
gibi olacağız. Bundan biz O’nun kim olduğunu anlayacağız ve bu anlama da bizim
içimizde olacak.
Öyleyse Kabala’nın bütün çalışması felsefi araştırmalarımızı konu etmek değildir, çünkü
bu bize hiçbir şey vermez. Bütün çalışma duyularımızı değiştirmek içindir.
İnsanlık felsefe ve bilim doğrultusunda gelişti çünkü gidecek başka yeri yoktu.
Başlangıçtan itibaren, dünyanın milletleri kalpteki noktaya sahip değildi. Bu sadece
yirminci yüzyılın sonlarına doğru gelişti. Kalpteki nokta olmadan (İbrahim’deki gibi ki
bu onun içinde başlamıştır), insan ne biliyor? Bir hayvandan biraz daha fazla akla
sahip. Bir hayvan neden bunun yaşam olduğunu düşünmez, ama insan düşünür. Bütün
budan ortaya çıkan insanlığın bilgisi ve yüksek eğitimidir. Ama onlar Kabala’ya
ulaşamamışlardır ki bu açıktır, çünkü ortada bir iç eksik yoktur veya kalpteki noktanın
gelişimi için bir kap.
Onlar içinde kalpteki noktanın şekillenmesi mümkün değildi çünkü onun gelişimi uzun
bir ilerleme sonucu olmak zorundadır, binlerce yıl süren. Sadece şimdi insanlık
‘’hayatlarımızın anlamı nedir?’’ diye sormaya başlıyor – böyle olmakla beraber hala çok
ciddi şekilde sorulmuyor.
Bu felsefe maneviyatı engelliyormuş gibi.
Felsefe maneviyatı engellemiyor. Felsefe, ben derdim ki, insanlığın hatalarından biri, ki
bu yaratılış amacına doğru binlerce yıldır sürmekte olan acı yolunda ilerler.
Kabalistlerin herhangi birşeyi gerçekten hissettiklerini ispatlamak mümkün
mü yoksa bu sadece bir düstur mu?
Herkim hissediyorsa – hisseder ve herkim hissetmiyorsa – hissetmez. Siz onlara
inanabilirsiniz veya inanmayabilirsiniz, bu fark etmez. Onlar size ‘’biz hissediyoruz’’
diyerek gelmiyorlar. Onlar ‘’biz görüyoruz, bizim vizyonumuz var! Biz resimlerin içinde
geleceği önceden haber veriyoruz, bize gelin!’’ diyerek, peşlerinden insan sürüklemek
isteyen filozof veya din adamları değiller. Hayır! Aksine, Kabalistler kimseyi istemiyor.
Bu sadece şimdi böyle, bizim eksikliğimiz olduğunda ki bu onlar manevi dünyayı
araştırmaya başladığında sahip oldukları genişlikte ilerler, biz onlara geleceğiz ve
onlara sorular soracağız.
Birşey görmeyen ya da hissetmeyen birine ispatlamak nasıl mümkün olur, öyle birşeyi
ki başka biri görmekte ve hissetmektedir? Kişi bir duyudan noksandır, öyleyse o duyu
olmadan o kişiye herhangi birşey açıklamak nasıl mümkündür?
Hatırlıyorum, biz bir tür müzik yazmıştık ve hemen yanımızda büyük bir kedi
yatıyordu, 10 belki 15kg. Kedi benim yanımda yatıyordu ve ben şarkı söylüyordum ve
biri de çalıyor ve notaları yazıyordu. Gülüyorduk, ağlıyorduk, bağırıyorduk veya
mutluyduk, iki saat sonra her türlü heyecan beni yorgun bırakmıştı. Bu kedi sadece
orada yatıyordu ve ona hiçbir şey olmuyordu, belki arada bir kulağını biraz
döndürmüştü sanki biz onu rahatsız ediyormuşuz gibi ama hepsi bu kadardı.
Bu bir örnek, ama biz de hayvanlar ile aynı seviyedeyiz. Benim içimdeki insani kısım,
maneviyat değil, ama ‘’bu dünyanın insanı’’ diye adlandırılan hayvandan birazcık
yukarıda. Bu kısımda ben hayvandan zaten çok farklıyım öyle ki ona hiçbir şey
açıklayamıyorum. Ona neden ağladığımı açıklayabilir miyim? Eğer böyleyse, hiçbir
zaman manevi dünyaya dokunmamış bir kişiye maneviyatı açıklamak nasıl mümkün
olur? Siz ne söylerdiniz? Bundan dolayı Kabalistler her çeşit kitap yazar ve insanlar
kendi deneyimlerinden ne hayal edebiliyorlarsa hayal ederler.
Aynı zamanda filozoflar da araştırmalarına insan ne için yaşar sorusundan
başladı, öyleyse neden kalpteki nokta kendini onların içinde ifşa etmedi?
Filozoflar araştırmalarına ‘’insan ne için yaşıyor’’, ‘’Hayatlarımızın amacı ne?’’
sorularından başladı. Öyleyse neden kalpteki nokta kendini onların içinde ifşa etmedi?
Bunun sebebi kalpteki noktanın zihinsel arzu aracılığı ile ifşa olmamasıdır. O açığa çıktı
çünkü açığa çıktı. Bunun anlamı onun ilk olarak geldiğidir ve sadece bir kere insanın
içinde zaten aktif hale geçince, kişi araştırmaya itilir. Ancak sonra, bir kere kişi
kalpteki noktayı geliştirirse, onun araştırmaları manevi olacaktır. Eğer kişi kalpteki
noktadan araştırmıyorsa, bunlar bedensel araştırmalardır.
Filozoflar (örneğin Spinoza gibi) aynı zamanda sevginin ve duygunun konuları
ile de ilgilendi.
Filozofların ilgilendiği sevgi ve duygular maneviyata, Kabala’ya ait değil. Öyleyse sevgi
Kabala mıdır? Hayatın özü aslında felsefenin konusudur ki bu – ‘’felsefe’’ ismine
göredir.
Ders 3
İnsan Aklı Tarafından Geliştirilen Gerçeğin Bir Parçası
Kabala’yı insanlığa sunmak ne zaman mümkün olacak?
Kabala’nın rolü
Maneviyat nedir?
Peygamberlerin kitaplarından hırsızlık
Filozofların hatası
Neden bizim İslam, Hristiyanlık, antik Çin, antik Hint, Yunan ve Roma’nın ki gibi
felsefemiz yok? Söylediğim gibi, bunun sebebi biz insan aklını kullanarak insanlığı
araştırmak zorunda değildik, hayatı ve doğayı. Başlangıçtan itibaren, biz kalpteki
noktanın gelişimi ve üst dünya aracılığı ile araştırmaya yaklaşıyorduk.
‘’İsrail milleti’’ adı verilen grup İbrahim’den ortaya çıkmıştır, İbrahim aslında manevi
dünyayı araştırmaya hemen başlamıştı. ‘’Yaratılış Kitabı’’nda o hemen bize üst
dünyaların yapısını tarif eder, onların ne için var olduğunu, hayatın kaynağının ne
olduğunu ve hayatın amacının ne olduğunu. Öyleyse felsefe ya da herhangi akılsal
farzlar için yer yoktu. Geriye kalan tek şey aslında amacı edinmekti.
Filozofların kaynak ve hayatın amacı hakkında ne kadar çok ve ne yol ile yazdıklarına
bakın. Onlar büyük düşünceleri olan büyük insanlardı ve gerçeğin güçlerini bilmek için
çok fazla yatırım yaptılar. Ancak Aristotle veya Appleton gibi büyük beyinler bile bu
soruların cevaplarına asla dokunamadılar.
Bu basitçe imkansız çünkü farklı bir duyu gerekli. Bu kedi gibi ki, kedi bir insana ne
olduğunu anlayamaz. Kedi ne kadar gelişirse gelişsin, bir kedinin seviyesinde, bunun
yardımı olmaz. İşte bu nedenden dolayı biz asla bu tür bir gelişime ihtiyaç duymadık.
Bir kedinin seviyesinde gelişmiş olanlar ise sonunda hiçbir şey bilmedikleri bir duruma
ulaştılar. Ama şimdi onlar kedi gibi, , ne teknolojik, ne bilimsel, ne felsefi ne de
kültürel gelişmelerdeki hiçbir bilginin yarara sahip olmadıklarını biliyorlar. Bütün bu
gelişmeler bize sadece ıstırap getirir.
Ne yapılabilir?
Şimdi insanlık biraz kişisel yansıma yapacak ve sonrasında Kabala’nın Bilgeliği
insanoğluna sunulacak ve onlar bunu almaya hazır olacak. Sanki Kabala insanlığın
gelişimini bekliyormuş gibi. Bilgelik her zaman oradaydı ve yalnızca şimdi onu bütün
milletlere göstermek gerekli.
Maneviyat bedeni olmayan bir güç
‘’Ve işte bu Kabalistlerin ‘’maneviyat’’ adı ile tanımladıklarıdır ki onlar bunu tartışır,
bunun bir zaman veya mekan görüntüsü yoktur, veya herhangi bedensel değerleri her
ne ise.’’ Maneviyat zamanı ve mekanı olmayan birşeydir; onun içinde bizim içinde
yaşadığımız gibi bedensel değerler yoktur. O tamamen bizden ayrı birşey.
‘’Ve benim fikrime göre bütün felsefe alanı kendini bir Talis içine sardı ki bu ona ait
değil’’ çünkü o Yaratan’ı, maneviyatı tartışır, ‘’çünkü o Kabala’nın Bilgeliğinden bazı
tanımlar çalmıştır ve onlar çaldıklarını insan algısı ile çeşitlendirdiler, yoksa böyle bir
bilgelik üretmek onların akıllarından geçmemişti’’. Aslında eğer onlar görünüşte
insanoğlundan kopmuş olarak manevi güçler hakkında bir takım tartışmalar
duymasalardı, sonrasında onlar sadece hertür fiziksel objeye taparlardı.
Hatta son zamanlarda İngiltere’de olduğum sırada, gazetede bir ev alan kişilerin evi
ruhlardan temizlemek için birilerini aradığını gösteren reklamlar gördüm. Öyleyse
onların var olduğu bu formda, manevi birşeyler hakkında asla düşünülmüyor. İnsanlar
mağaralarda yaşamış insanlar gibi yaşıyor olabilirlerdi, eğer insanlık manevi dünya ile
olan ilişkiyi çalmamış olsaydı. (Baal HaSulam yazar ki filozoflar peygamberlerin
kitaplarından çalmışlardır). Sonra onu sahip oldukları kap ile ‘’araştırmaya’’ başladılar
ve işte bu şekilde felsefe gelişti.
‘’Ama bu (maneviyat) gizlenmiş bir güç, demektir ki o bu dünyanın normal beden
formuna girmemiştir, ama o bedensiz bir güçtür’’. Eğer bu bedensiz bir güç ise, madde
ile örtülmemiş, o zaman biz nasıl yaklaşabiliriz, nasıl kavrayabilir, çalışabilir veya onu
hissedebiliriz? İşte bundan dolayı felsefe ki felsefe bu gücün beden ile ve onun içine
giydirilmiş bağlantıda olduğunu düşünmüştür, bununla böyle bir yolla ilgilenir ve bu
güçlerin etrafında bedenler gibi şekiller oluşturur. Öyleyse onlar ruhun burundan gelen
nefes ile ilişkili olduğunu söyleyebilirler veya başka ilkel şeyler, çünkü onlar maneviyatı
bedensel form içinde giydirilmiş olarak kabul ederler. Madem ki Kabalistler
maneviyatın bedensellik ile ilişkili olmadığını belirlediler (ki bunların arasında bariz bir
kesik vardır), insanlığın maneviyatı araştıramaya muktedir olmadığı açık hale gelir.
Bir manevi kaba bir güç denir
‘’Ve o burada not edilmelidir ki maneviyattaki güç konusu, manevi ışığın kendisi
anlamına gelmez,’’ Neden? Biz ışığı da tartışmayız. ‘’Çünkü bu manevi ışık doğrudan O
Kutsanmış Olsun O’nun Öz’ünden süzülmüştür. Ve eğer böyle ise’’ ki o Yaratan’dan
süzülmüştür ‘’bu nedenle bu O Kutsanmış Olsun O’nun Öz’üne eşit olmak olarak
düşünülür’’ O Yaratan gibidir. Bu nedenle ışık Yaratan’dan gelir ama kabımız dışında
bu tartışılmaz; biz sadece dışımızda olan her ne ise onun üzerimizdeki etkisini
tartışırız. ‘’Anlamı, öyle ki manevi ışıkta da, bizim bir anlayışımız ya da edinmemiz yok
ki biz onu bir tür isim veya tarif ile tanımlayabilelim, çünkü ‘’Işık’’ adı bile ödünç
alınmıştır ve gerçek değildir. Bundan dolayı, ‘’güç’’ kelimesinin anlamını bilmek
gereklidir bir beden olmadan denir ki özellikle ‘’manevi kabın’’ görünüşünde.’’ Bu
demektir ki biz ışıklardan bahsettiğimizde bizim dışımızda olan gerçek ışıkları
kasttetmiyoruz, ama Yaratan’dan gelen birşeye verdiğimiz tepkiden bahsediyoruz;
Yaratan’ın bizim üzerimizdeki etkisinden. Bizim tepkimize ışık adı verilir.
Işıklar ve kaplar
‘’Ve bu bir açıklama gerektirir, bilge Kabalistler ışıkları nasıl tanımaktadır ki bilgelik
tamamen onların ayırt etmeleri ile dolmuştur?’’ (Eğer biz ışık ile ilgili olmazsak?) O
der ki, ‘’Aslında bu ayırt etmeler ışığın kendisini tartışmaz ama yalnızca yukarıda
bahsedilen güç olan kabın etkisini tartışır, onun karşına gelen ışık tarafından olan
etkilemeyi.’’ Bu aynı kulak zarıma vuran bir dalga biçimi gibi ve kulak zarı sayesinde
ben onun hareketlerini seçmeye başlıyorum. Eğer kulak zarım bölünmüş olsaydı veya
doğru olarak işlevini yerine getiremiyor olsaydı o zaman ben dışarıda olan herhangi
birşeyi hissedemezdim. Ama eğer düzeltilirse, dışarıdaki bütün hareketleri alabilir. Aynı
şekilde, ben dış etkileri kendi özelliklerime bağlı olarak yorumluyorum, olabilecek en
doğru yolla. Aslında bütün bunlar bizim geçirmemiz gereken ıslahlar böylece bütün
duyularımız ışığa göre değişmiş olacak, bizim onu deneyimleyeceğimiz sırada o bizim
doğamıza bağlı olarak belirlenir.
Kaplar ve ışıklar (kelimelerin yorumu)
‘’Ve buraya hediye ve onun tarafından doğan sevgi arasındaki ayrım konusu
eklenmeli. Işıklardan beri, kabın etkisi anlamında ki bu edinilebilir,’’ Kap etkilenir. Ben
etkilendiğim zaman nasıl etkilendiğimi hissedebilirim ve neden etkilendiğimi. Onu
ölçebilir ve inceleyebilirim. Benim içimde Reşimot kalır ki onun yardımı ile o hisse geri
dönebilirim, onlar hakkında yazabilirim ve onları diğerlerine aktarabilirim. Bu etki
‘’madde ve form’’ diye beraber adlandırılır, çünkü etki formdur ve yukarıda bu formu
inşa eden güç ise ‘’madde’’dir.
Ama doğan sevgi “etki üzerinden, maddesiz bir şekil olarak ayırt edilmiştir. Anlamı,
eğer biz sevginin, hediyenin maddeden soyutlanması ile ilgileniyorsak (sanki o hiç
somut bir hediye içine sarılmamış gibi, ama sadece “Tanrı”nın sevgisi “O Kutsanmış
Olsun” soyut isminde), sonrasında o form olarak ayırt edilir. Onunla ilgilenmek form
içinde alma olarak ayırt edilir.’’
Ben hediyeler alıyorum ve hediyelerin kendisine göre hediyeleri kimin verdiğini
araştıramıyorum. Ancak, hediyelerin şekline göre ve her türlü işarete göre ki ben aklım
ile fark edebilirim, hediyeleri kimin verdiğini belirlemeye başlıyorum. O değil, ama
O’nun benimle olan ilişkisi. Çünkü hediyeleri gönderen beni tanıyormuş gibi gözüküyor,
seviyormuş ve yarar sağlamak istiyormuş gibi gözüküyor. Onları bana öyle bir şekilde
yolluyor ki bu hediyeler yardımı ile ben O’nunla bir ilişki geliştirmeye başlıyorum. Bu
ilişkiye sevgi denir ve bu his zaten hediyeler ile bağlantılı değil, ama hissedebiliyorum
ve O’na ilişkilendiriyorum. Daha fazla hediye olmasa bile, ben zaten aramızda
hediyelerin ötesinde bir ilişki kurdum. Sonra bu, ben madde ile bağlanmamış ama
form ile bağlanmışım olarak düşünülür. Madde hediyelerin kendisidir ve form (ki o
maddenin yukarısında oluşturulmuştur) formun alınması olarak adlandırılır. Biz
şimdiden aramızdaki bağlantı ile ilgileniyoruz.
‘’Ama bu gerçek diye düşünülür, felsefenin oluşumu ile hiçbir benzerlikte olmadan,
çünkü bu sevginin ruhu hediyeden tamamen soyutlanmış bir yol olarak edinmede
kalır, ışığın kendisi anlamında.’’ Yaratan ile arasındaki ilişkiyi hissetmeye başlamış bir
insan, buna bağlı olarak en kısa zamanda duygular geliştirmeye başlar. Bu duygular
sonuç olarak sevgi adı verilen bir forma ulaşır. Bu süreçte kişinin deneyimlediği pek
çok form vardır, basit bir bağlantının oluşumundan çok daha fazlasına doğru. Bu
hediyeyi verenin bazı tanımlarından başlar, ta ki kişi hediyelerin üzerine yükselmeye
başlayana kadar ve hediyeler olmadan hediyeyi veren ile bağlanana kadar. Sonrasında
kişi bu süreç sonucu ‘’formun aklını’’ veya ‘’formun alımını’’ almaya başlar. Bunlar bir
kişinin gitmesi için iyi gelişim aşamalarıdır.
Ders 4
Sevgi İle Karşılaştırılan Bir Hediye
Hangisi daha önemli: hediye mi yoksa hediyeyi veren mi?
Kabala’nın yapısal Bilgeliği
Sevgiyi edinmede gelişimin dört seviyesi
İnsan aklının sınırları
Başlangıç noktası – Yaratan'ın öneminin artması
Kabala’da madde ve form
‘’Ve bu nokta sevgi, bu sadece hediyenin en son sonucu olmasına rağmen, hediyenin
kendisinden çok daha fazla önemlidir. Aynı büyük bir kralın bir insana küçük bir obje
vermesine benzer, hediyenin kendisinin değeri olmasa bile, kralın sevgisi ve özeni
sınırsız derecede değerli ve kıymetlidir.’’
Farz edin ki ben büyük bir insandan 10 Lira değerinde bir kartpostal aldım, bundan
memnun olurdum ve o bana önem duygusu vermiş gibi gurur duyardım. Bu demek
oluyor ki hediyenin kendisi aslında hiç önemli değil. Benimle O’nun arasındaki fark ve
O’nun benim için ne kadar önemli olduğu. Aslında değeri belirleyen şey bu. ‘’Buna
bağlı olarak o soyutlanmıştır’’ bu sevgi veya hediyeyi almanın sonucu, ‘’maddeden
tamamen ki bu ışık ve hediyedir, öyle bir yol ile ki bütün eylem ve etki edinmede
sadece sevginin kendisi iz kalmıştır ve hediye neredeyse unutulmuş ve kalpten
silinmiştir. Bundan dolayı, bilgeliğin bu kısmı Kabala’nın biçimlendirici bilgeliği olarak
ayırt edilir ki bu bilgeliğin en önemli kısmıdır.’’ Bunun sebebi onun, benimle O
arasındaki ilişki ile doğrudan bir yol ile ilgilenmeye başlamasıdır. Burada, insan kendi
duyularının içindeki ifşadan kendisi ve Yaratan arasında bir ilişki oluşturur.
Neden bir ilişki bir formdur?
Bir ilişki bir formdur çünkü ilişki sadece bizim aramızdaki genel bir güçtür ve bizim için
de ortaktır. Ama bu güç her tür forma ve farklı ilişkilendirme yollarına sahip, bu
nedenle ona ‘’form’’ denir. Benim, O’nun benimle ile ilişki kurduğunu öğrendiğim ve
O’nun ile nasıl bağdaştığım genişlik ise biçimlendirici bilgidir.
"Güç"ün tanımı nedir?
Güç kabın maddesidir. Kabın maddesi bir tür form edinir ve bizim tartıştığımız da bu
form.
ABYA
‘’Bu sevgide dört kısım vardır’’ anlamı ise bizim gittiğimiz bu sevgiyi edinme yolunda,
maddemiz gelişimin dört aşamasından geçer. Dört kısım ‘’bir insanın sevgisine benzer,
bunda ilk olarak ben bir hediye alırım hala veren kişiye sevdiğim biri demem.’’ Ben
onun beni sevdiğini nasıl bilirim, eğer onun benimle bir ilişkisi varsa ve o benden ne
istiyor? ‘’Dahası eğer hediyeyi veren önemli biri ise, öyle ki alan kişi ile
karşılaştırılamayacak kadar.’’ Eğer o sıradan biri ise, bir arkadaş, bir akraba veya
benden daha az biri ise sonrasında ben onu hissederim. Onu algılayabilirim, onu
‘’okuyabilirim’’ ve onun benden bana verdiğini anlarım. Bu yolla bizler her nasılsa
yakınız, o bana eşit veya benden daha az. Ben onun davranışını anlayabilirim öyle ki
onun bana karşı bir ilgisi var. Ancak, eğer o gerçekten önemli ise (aynı Yaratan’ın
küçük bir insana olan kıyasındaki gibi), sonra bu aralık hissedilmeyebilir, biz nerede
olduğumuzu veya O’nun nerede olduğunu bile hissedemeyiz ve O’nu hissetmeyiz.
Aslında gerçeklikte meydana gelen bu, ortaya çıkan o ki biz aramızda bir ilişki
belirleyecek durumda değiliz. Ben Yaratan’dan her türlü şeyi alıyorum ama ben O’nu
bilmiyorum ve O’nu hissetmiyorum. Eğer bir şekilde O’ndan gelen şeyleri hissetsem
bile, ben onun içindeki sevgiyi belirleyemem, çünkü benimle olan sevgi adı verilen
herhangi bir ilişkide, O bana göre çok yükselmiş durumda.
‘’Hediyelerin çokluğu ve devam etmesi genişliğinde’’ (her ne kadar O çok büyük olsa,
ben de çok küçük ve biz birbirimizi anlamayız) ‘’şu fark edilmiştir ki en büyük önemli
insan gerçek sevilmiş kişi olarak bilinecektir, değerde eşit.’’ Neden? ‘’Çünkü bilindiği
gibi iki gerçek seven aralarında eşitlik hissetme ihtiyacındadır, sevginin kanunu büyük
ve küçük arasında fark edilmeyecektir.’’ Öyleyse hediyelerin bolluğu hediyeleri vereni
benim seviyeme indirmede yardım eder. Bu sanki ben Yaratan’ı yakınıma
çekiyormuşum gibidir. O sürekli vererek ve benimle bir bağlantı kurarak O bana
yakınlaşıyor. O (Yaratan), O (Yaratan)’ndan almamı alışılmış hale getirince, benim
gözümde O (Yaratan) bana eşit oluyor ve bundan dolayı da ben O (Yaratan)’na karşı
sevgi hissetmeye başlayabiliyorum.
Yaratan’dan sadece tek bir hediye olamaz, ama daha doğrusu hediyelerin çokluğu olur,
öyleyse yaratılmış varlık Yaratan’ı eşit olarak hissedebilecektir.
Yaratan’ın verdiği hediyeler nelerdir?
Yaratan’dan hediyeleri almaya başlayacağınız zaman siz manevi ‘’’Asiya dünyası’’
içindesiniz; bu ilk hediye. Hediyelerin çokluğu ‘’Yetzira’nın manevi dünyası’’ ve
hediyelerden yukarıda olan sevgi ise ‘’Beria dünyası’’ olarak adlandırılır.
Filozoflar sevgi ile Yaratan’dan hediyeler almadan ilgilendiler, Asiya dünyasının
seviyesinde, insan seviyesinde. Ben filozofların kim olduğu, nasıl yaşadıkları ile ilgili
derinlemesine gitmek istemiyorum, hangi insani veya ahlaki seviyede yaşadıkları
hakkında de. İçlerinden bazılarının genç erkekleri vardı ki onlarla ilişkiye girerlerdi ve
ahlaki seviyelerin başından sonuna kadar onların içinde yaşadıkları seviye tamamen
insan seviyesiydi. Onlar insan aklını kullanarak çalıştılar. Elbette o zaman bir takım lobi
grupları vardı Stoacılık gibi ki bunlar bütün zevklerden kaçınmanın gerekli olduğunu
iddia ettiler, Diyojen gibi ki o kendini bir fıçının içine koymuştu vb.
Her türlü filozof vardı, ama onların hepsi insan aklı yolu ile araştırdılar, duyularından
ve insan doğasından. Onları düşünmemezlik etmiyorum; aralarında çok akıllı insanlar
vardı. Bugün Appleton veya Aristoteles gibi insanlar yok. Baal HaSulam ve diğer
Kabalistler bile söyler ki o zamanlardan beri o ikisinin seviyesinde başka hiç kimse
olmamıştır. Ancak hala, bu sadece insan aklı. Bir kediyi ele alın, bulabileceğinizin en
akıllısını ve onu istediğiniz şekilde eğitin ve sonuçta ortaya çıkacak şey budur. Bir kedi
ne anlayabilir? Onun doğası ile o sizi nasıl anlayabilir? Siz kimsiniz? Nesiniz? – Sadece
onun duyuları aracılığı ile.
Hiç kimseyi akıldan çıkarmadan, bu araştırmanın farklı bir seviyesi. İşte bu nedenden
dolayı onlar yeteneklerinin üzerinde her ne araştırdılarsa, bunlar sadece hayal. Biz
bunu bütün felsefelerde görüyoruz. Bütün büyük milletlerden en azından ikiyüz tane
filozof vardı, buna Bizanslar, Araplar ve Japonlar bile dahil.
Bu daha çok Spinoza’nın felsefesi gibi mi?
Onunla ilgili bile değil. Bu maneviyattan çok uzak çünkü genelde bunlar sadece insan
aklı ile yapılan araştırmaların yöntemleri ki kendileri için bir takım kurallar koymuşlar,
bir şekilde araştırmışlardır. Onların kendileri Spinoza’nın neden bir yol ile araştırmaya
karar verdiğini anlamazlar ve Hegel ya da Deckard başka bir yol ile. Bu doğal, her biri
kendi yolundan gitti. Bu çok basit; onlar doğalarını değiştirmemişlerdi, yalnızca akılları
ile araştırdılar. Onlar manevi kabı geliştirmediler, ama akıllıydılar. İnsan seviyesinde,
onlar gerçekten akılsal gelişimin doruğun dalardı. Dürüstçe, seviye yüksek veya düşük
olsun, onlar kültürlerine göre yaşadılar.
Bu aşamada biz engelin altındayız, ama bu da bize Yaratan tarafından verildi.
Burada olmamız gerçeği de bir hediye. Bu şekilde düşünebilir miyiz?
Elbette biz bu şekilde düşünmek zorundayız. Biz hediyeleri kendi gerçekliğimizde
ayırarak başlarız. Yaratan’a değer vermeye başlarız ve Yaratan’ın önemine. Bu benim
gruba her zaman anlattığım şey ki bu ihtiyaçlar üzerinde çalışılmalı. İlk olarak Yaratan
büyük olmalı ve ancak ondan sonra O’nun bizimle olan ilişkisinin bir hediye olduğunu
belirlemek mümkün olur. Bir kere hediyeyi hissettik mi (O’nun büyüklüğüne bağlı
olarak) başka bir hediyeyi hissetmeye başlayacağız ve bir başka hediyeyi bu böyle
devam eder. Daha sonra, hediyelerin çokluğundan (Yaratan’ın ve hediyenin büyüklüğü
üzerinde çalışmadan bile), hediyeleri hissederiz çünkü biz O’nun bizimle olan ilişkisini
arıyoruz; O’nun büyük olduğunu hissetmeye başlarız ve aynı zamanda yakın ve seven.
Bunun üzerinden, O’nunla bir sevgi ilişkisi oluştururuz ve hediyelerin ötesinde,
sevginin ne olduğunu hissetmeye başlarız ve sevginin bütün formlarının ne olduğunu.
Hediyelere aldırmamaya başlarız ve sevgi hissinin kendisine bağlanmış hale geliriz;
hediye önemini kaybeder. Aynı çocuklarda olduğu gibi: onların arasında iyiler de var
ve çok iyi olmayanlar da, ama her koşulda onları seversiniz.
Diğer bütün şeylerin doğal olarak gelişebilmesi için ne yapmam gerekiyor? Yalnızca
Yaratan’ı yüceltmek. Sonra O’ndan aldığımı hissedeceğim, sadece bir değil ama birçok
hediyeyi. O’nun büyüklüğüne rağmen O’nun bana eşit olması için ben O’nu
eksiltmiyorum ve böylece ben O’nun için sevgiyi hissedeceğim. Daha doğrusu,
hediyelerin çokluğunu hissetmekten dolayı O’nu büyüklüğünden azaltmadan, O’nun
bana yakın olduğunu, O’nun beni sevdiğini hissetmeye başlayacağım ve bundan dolayı
da ben O’nu sevmeye başlarım.
Ders 5
Maddenin Yukarısındaki Güçler
Asiya, Yetzira, Beria, Atzilut dünyaları
AHP de Aliva – ‘ölünün dirilişi’
Gerçek ‘’Tevrat ve ana kurallar’’ nelerdir?
Gelenekler
Duyum üzerinden gelişim
“Ve buna bağlı olarak burada sevginin dört derecesini anlayacaksınız. Örneğin; hediye
Asiya dünyası olarak adlandırılır. Hediyelerin çokluğu Yetzira dünyası olarak
adlandırılır. Bunlar kişinin Yaratan’a doğru hissettiği durumlardır. Ve sevginin ifşasına
Beria adı verilir. Beria dünyası.”
‘’Ve burada’’ Beria dünyasında, ‘’Kabala’nın biçimlendirici bilgeliğinin çalışması başlar,
çünkü bu seviyede sevgi hediyelerden soyutlanmıştır’’. Biz hediyelerin yukarısına
yükseliyoruz, ‘’ki bu gizdir: ‘’ve karanlığın yaratıcısı’’, anlamı, onun ışığı yaratılıştan
uzaklaştırdığıdır. Bunun anlamı bizim içte doldurmalara ihtiyacımız olmadığıdır, ben
O’nun bana hediyeler vermesini istemiyorum, ben hediyeleri hissetmek istemiyorum,
ben onların üzerinde olmak istiyorum, sadece aramızdaki ilişkiyi hissetmek için. Buna
‘’karanlığın yaratıcısı’’ denir, bunun içinde ben yaratılış gücünü ediniyorum, Bina’nın
gücünü, merhametteki zevki. Öyleyse buna ek olarak herhangi bir doldurmaya
ihtiyacım yok, kabın içinde hiçbir şey ifşa olmasa bile, O’nun var olması ve benim O’na
karşı sevgi hissetmem benim için yeterli. O’nun bana ne verdiği benim için önemli
değil. Çocuklarda olduğu gibi: biz onları severiz, kendi içinde bu bizi doldurur. Onlar
bizi gerçekten nasıl sever, bunu sormayız. Bir kere hediyeler ile hiçbir bağlantı
olmadan mümkün olan bütün sevgileri edindiğimizde (anlamı hediyelerden de olduğu
gibi Yetzira dünyasından uzaklaştım, ve Beria dünyasına bağlandım, son boya ve
sevginin tarzlarına, mümkün olduğunca çok), sonrasında aramızdaki ilişkinin başka bir
seviyesine girerim, Atzilut dünyası adı verilen. Bu ne anlama geliyor? ‘’Orada form
döndüğü ve maddeye büründüğünden beri, Atzilut’un seviyesine yükselmeye değer.
Anlamı, ışık ve sevgi beraber.’’ Sonra orada bizim ‘’AHP de Aliya" dediğimiz vardır
veya ölünün dirilmesi. Tekrardan madde, hediyeler ve önceki bütün ilişkiler geri döner
ve onu güçlendirmek için sevgiye bağlanır. Bu öyledir ki benim O’na verme olasılığım
vardır, sadece ilişkiyi değil ama aynı zamanda O’nun bana verdiği hediyelerin alması.
Buna ‘’Atzilut dünyası’’ denir. Beria dünyasında biz ihsan etmek için bir kabın içindeyiz
ve Atzilut dünyasına yükseldiğimiz zaman almanın kabı içerisinde ihsan için çalışırız –
Ahap kaplarımızı yukarı çekeriz, maddemiz olan alma arzumuzu ihsan etmeyle
kullanmaya başlarız.
Hangi aşamada ve hangi tarzda ana kurallar buraya uygun olur?
Kişi ıslah ile ilgili olduğu ilk andan itibaren derdim ki bu kişinin bir ana kural
sergilemesi olarak düşünülür.
Eğer içinde Yaratan’dan bir tür ilişki (hediye denilen) aldığımı hissedebileceğim, benim
içimdeki kabı oluşturan saran ışığı kendi üzerime çekmezsem nasıl Asiya dünyasına
layık olabilirim? O’dan birşeyler aldığımı hissetmek için bir alma kabına sahip olmak
zorundayım, ben onu bir arkadaşımdan posta ile almadım; ben onu Yaratan’dan aldım.
Bu kap Yaratan ile bazı niteliklerde benzer olmak zorunda, aksi takdirde onun özellikle
O’ndan geldiğini hissedemem, ama onun doğadan geldiğini söylerim. Benden ne
istiyorsun? Ben bunun gibi hissediyorum.
Ben O’na benzer olacak olan bir kap oluşturmak zorundayım. Bu kabın içinde hediyeyi
hissedeceğim. Yaratan’ın doğasına benzer bir kap oluşturmak için yukarıdan ışık
çekmek zorundayım: ıslahı getiren saran ışığı. ‘’Ben kötü eğilimi yarattım; ben Tevrat’ı
bir tat olarak yarattım’’. Onu kullanmalıyı. Bu çalışma ile gelir. Çalışma sırasında biz
ıslah eden ışıkları çekeriz. ‘’Tevrat’’ diye adlandırılan ıslahım için kullandığım ışığın
aynısı (Üst Işık) – ‘’Onun içindeki ışık onu ıslah ediyor’’. Yaratan’a benzemek için
arzuların ıslahına ‘’ana kural’’ denir. İşte bundan dolayı Tevrat ve Ana Kurallar ile ilgili
olduğum Yaratan ile en kısa zamanda bir bağlantıya ulaşmak istiyorum.
Niyet zamanla gelişir mi?
Niyet sürekli gelişir, ilişki sürekli gelişir ve bu bütün iç çalışma. Bundan dolayı bilgeliğe
‘’iç’’ bilgelik denir. Bu sahip olduğum Tevrat kitabı ile ilgili değil veya üzerine harfler
yazılmış parşömenler ile, bu Tevrat değil. Tevrat ‘’ışık ki ıslahı getirir’’dir. Ana kurallar
da bazı kutuları kafanızın ya da elinizin üzerine koymakla ilgili değildir, ana
kurallardaki niyet bu değil. Bunlara gelenekler denir ve bazı sınırlar içinde olmak için
onları takip etmek tavsiye edilir, bu da biz gerçek manevi varoluşa ulaşana kadar
kaçmamak. Yine de bizim herhangi birşeyi düzeltmemiz bu eylemler veya gelenekler
aracılığı ile değildir, ama sadece üst güç aracılığıyladır.
Kalpteki noktaya saran ışığın etkisi aracılığı ile manevi bir kap oluşur. Kalpteki nokta
Bina’nın kırık kabıdır ‘’almak için olan’’. Saran ışık geldiği zaman, yavaş yavaş kap
‘’ihsan için’’ olmaya dönüşür ve sonra hediyeleri hissetmeye başlar.
Siz dediniz ki Kabala’nın Bilgeliği iç bilgeliktir
Kabala iç bilgeliktir; kişinin kendi güçleri ile kendisine uyguladığı bir bilgeliktir –
maneviyat maddesiz bir güçtür. Maddesiz güç demek sizin elleriniz ve bacaklarınız ile
hareket etmeniz gerekmiyor demektir; güç ile çalışmalısınız. Sonrasında sizin
maneviyatta olduğunuz düşünülür, manevi güçler ile çalışılır ve siz Kabala’nın
Bilgeliğinin içindesiniz. Elleriniz ve bacaklarınız ile yaptıklarınız ile bir bağlantısı yok,
bundan dolayı bu ‘’iç’’ denir.
Beş duyumuz hakkında çok konuştum, nasıl çalıştıkları, daha sonra nasıl bizim zevk
merkezimizde birleştiği, onunla beraber beynimizin nasıl oluştuğu ve aklımız hakkında.
Akıl bizim kendimizi doldurmak istediğimiz kapsama bağlı olarak oluşturulur, yalnızca
buna bağlı olarak akıl gelişir.
Güç inanç mıdır?
Güç inançtır. İnanç nedir? İnanca ‘’ihsan etmenin gücü’’ denir. Bu demektir ki eğer ben
arzuma (karşılığında ne alacağımı hesaplamadan başkasına vermek) gerçekten karşı
birşey yapma yeteneğime sahipsem, buna denir ki bende inanç gücü var veya ihsanın
gücü. Bina’nın gücü – bu maneviyattır. Kim olursa olsun buna sahipse üst dünyayı
zaten algılar. İhsan için ihsan etmek Beria dünyasıdır, bizim bu dünyada hakkında
konuştuğumuz şey inanç değil, ‘’Benim inancım tam’’, aynı sokaklarda bağırdıkları gibi.
Ortaya çıkan o ki onun yazdığı üçüncü paragrafa göre, ‘’Ve böylece siz
sevginin seviyelerini göreceksiniz’’ Asiya, Yetzira, Beria. Ki hediyeleri
hissetmek için dünyaların gelişimini iyi bilmek gereklidir.
Bizim hissettiklerimizi hissetmek için, herhangi birşeyi bilmek gerekli değil, hissetmek
gerekli. Çok çalışmamız gerektiği doğru ve belirli şekillerde hareket etmemiz gerektiği
de, ama aslında bilmeyen bir insan bile hissedebilir.
Öyleyse onun farkında olmak zorunda değiliz?
Eğer farkında olacaksanız, sonrası ne? Bilmekden ne elde edeceksiniz? İlk olarak Asiya
dünyası, sonra Yetriza, sonra Beria! İsimleri bilmekten ne elde edersiniz?
Soru, gelişimin iki şeyi birleştirip birleştiremeyeceği?
Neyi birleştirmek? Gelişim hissin içinde. Hayır, bizim hiçbir şeyi bilememiz gerekmiyor,
bizim hissetmemiz gerekiyor. Biz hislerden algıları oluştururuz. Algılar ile algıların
değerinin biçilmesi arasındaki bağlantı, bilgiyi ve Kabala’nın Bilgeliğini inşa eder. İlk
olarak ben hissetmeliyim. Bu dünyayı nasıl çalışıyorum? Eğer Newton’un kafasına elma
düşmemiş olsaydı, yine de yerçekimini bulur muydu? İşte bu şekilde doğayı çalışmaya
başlıyorum: elimi ateşin içine sokarım – aaa, bu sıcak, sonra soğuk, sonra başka
birşey, işte bu şekilde yavaş yavaş doğayı çalışırım.
Duyumların çokluğundan ve onların arasındaki ilişkiyi görmekten, onları bazı kurallar
ile birleştirmeye başlarım. Bunlar doğru kurallar olmayabilirler, ama şimdilik, benim
var olduğum yerde onlar doğru. Aynı Newton mekaniğinin Einstein’ın mekaniği ile
karşılaştırıldığında olduğu gibi, onlar doğru, ama ne olmuş – bu histen geliyor.
Ders 6
Ruhun Yontulması
Bedensellik ile maneviyat arasında bir bağlantı var mı?
Bizim kavramadığımız şeye maneviyat mı deniyor?
Madde faz değiştirir. MUSA: Faz elektrik geriliminde devre demek? Nedir yani?
Maddenin arkasındaki güç – manevi mi yoksa bedensel mi?
“Bütün maneviyat bizim tarafımızdan bir güç olarak anlaşılır öyle ki o güç bedenden
soyutlanmıştır onun beden ile hiç bağlantısı yoktur ve bundan dolayı onun bedeni bir
görüntüsü yoktur.” Herhangi bir şeyle ve kesinlikle kendisi tarafından giydirilmemiştir.
“Ama bu nedenle, kendi içinde ayırt edilir ve bedeninden tamamen ayrıdır. Öyleyse
nasıl herhangi bedensel şey ile gelip bağlantı kurabilir ve söylemek gereksiz ama
bedeni birşey yaratabilir, üstelik onun gelip bedensel ile bağlantı kurabilmesini
sağlayacak bir bağ yokken.’’
O ne diyor? Diyor ki, maneviyat ile bedeni arasında hiçbir bağlantı yoktur ve
maneviyat için bedeni içinde kavranması ve giydirilmesi imkansızdır.
Öyleyse, eğer maneviyat ve bedeni arasında hiçbir bağlantı yoksa, nasıl hala
maneviyatın bedeni doğurması mümkün oluyor, onu denetlemesi ve harekete
geçirmesi? Burada ne oluyor?
Onların arasında hala bir bağ mı var veya hiçbiri mi?
‘’Ve eğer öyleyse sonra bedeni herhangi birşey nasıl gözükebilir ve söylemek gereksiz
ki beden ile temasa geçmesini sağlayacak hiçbir ilinti yokken bedeni birşey kendinden
doğsun’’.
Soru; Maneviyatın nasıl bedeninin doğmasını ve var olduğunu sağladığıdır ve onu
harekete geçirdiği.
Asit kurumu
Onun bize açıklamak istediği bedeni ile maneviyat arasındaki bağlantı, bu bağlantı
aracılığı ile biz bedenden maneviyata ulaşmayı arzuluyoruz. Bir bağlantı olduğunu
varsayarsak, oraya bu bağlantı ile nasıl varabiliriz?
“Ama aslında, bu güç” ki buna maneviyat denir, bedensel içinde giydirilmeden, madde
içinde, “kendi içinde gerçek bir madde gibi tanınır, bedensel dünyada olan bütün öteki
bedeni cisimlerden daha az olmayan.” Bu unutulmamalıdır, ki ‘’güç’’ün kendisi de bir
maddedir, hakikaten bizim duyularımızla ilgilisi olmadan, ama o hala aynı maddedir.
Biz dünyamızın güçleri ile nasıl çalışıyoruz? Yerçekimi, manyetik güçler ve aynı şekilde
çalıştığımız diğer alanlar, o diyor ki arada fark yok, onun bir güçün içinde ya da
maddenin içinde olması fark etmez. Bize bir örnek veriyor:
“Ve her ne kadar insan duyuları tarafından kavranabilen somut bir görüntüye sahip
olmasada” anlamı benim duyularım ile onun formunu kavrayamamam,
duyumsayamamam veya hissedememem “bu maddenin değerini düşürmez ki bu
madde ‘güç’tür” o güç formu içinde olduğu zaman, benim kavrayamayacağım
haldedir.
“Eğer bir şişe Oksijen alırsanız, oksijen dünyadaki birçok maddenin yapı taşıdır, yine
de, o herhangi başka bir maddeden ayrıldığı zaman, şişe tamamen boş gözükecektir,
onun içinde algılanacak hiçbir şey olmadan – o tamamen dokunulmaz, ve göz için
görünmez olduğundan beri. Biz Oksijeni kavramadığımız halde, o hala mevcut.
“Ve eğer şişenin kapağını açar ve onu koklarsak, orada hiçbir koku bulmayacağız” biz
oksijeni koklama duyusu ile de kavrayamıyoruz. “Ve eğer onu tadarsak onun içinde
hiçbir tat bulmayacağız. Ve eğer onu bir tartı üzerine koyarsak o boş bir şişeden daha
fazla ağırlığa sahip olmayacak.” Ki bu bizim için hiçbir gerçek değere sahip değil ve
“aynısı Nitrojen içinde geçerli, tadı, kokusu veya ağırlığı yok.
Ama eğer iki elementi birbiri ile birleştirirsek,” Hidrojen ve Oksijen, “anında onlar sıvı
hale dönüşecekler”, su, “ve dikkat edin ki su zaten içmek için iyidir, tadı ve ağırlığı
vardır.” Baal HaSulam’ın bize nasıl yavaş yavaş açıkladığını görün, o bu makaleyi
otuzlu yıllarda yazdı, 1927 – 1928.
“Ve eğer suyu içinde ham çimento olan bir kovaya koyarsak – su hemen çimentonun
içine karışacaktır ve katı bir madde haline gelecektir çimentonun kendisi gibi.” Ortaya
çıkan o ki Oksijen ve Hidrojen elementleri, hiçbir somut yol ile kavranamazken – katı
bir bedene dönüştü.
“Öyleyse buna bağlı olarak, biz nasıl doğada hareket eden güçleri belirleyebilir ve
onlar hakkında birşeyler söyleyebilir, öyle ki onlar elle tutulur maddeler değiller,
hepsinin sebebi bunun duyuların tanımasına göre düzenlenmemesidir, biz gerçeklikte,
başlangıç olarak Oksijen elementinden oluşmuş birçok somut maddeyi açıkça
görüyorken, Oksijen insan duyuları tarafından algılanamaz veya kavranamaz.” O bize
birşeyleri, belki yüz yıl önce onlara açıklandığı şekli ile anlatıyor, ama gerçek şu ki
bugün biz zaten bu kavramları anlamış durumdayız; biz durumunu katıdan, sıvıya,
gaza ve hatta plazmaya çeviren birçok madde örneğine sahibiz.
O ne demeye çalışıyor? Doğrusu bizim duyularımızın kavramıyor olması hiçbir şey
göstermez. Dünyada öyle şeyler var ki bunları duyularımız ile kavrayamıyoruz ancak
bunlar duyularımız ile kavrayabildiğimiz şeyler kadar gerçekler. Bu şeyler birinden
diğerine değişebilir, bu demektir ki bugün kavrayamadığımız şeyi belki yarın
duyularımız ile kavrayabiliriz. Belki şu anda duyularımız ile algılayamadığımız
görünmez şeyler bile vardır, ki bunları bir tür formda kavrayacağız, bizim gelişimimize
bağlı olarak veya fazladan hassasiyet ekleyerek veya yeni bir duyu.
Ve sadece o değil, ama hatta somut gerçeklik, katı ve sıvı, ki bunlar bizim elle
tutulabilen dünyamızda kesinlikle algılanabilirler, havaya dönüşebilirler ve belirli
derecedeki sıcaklıkta buharlaşırşar – ek olarak belirli derecedeki soğuklukta gazların
katıya dönebileceği gibi. Anlamı, bize doğru herşey dinamiktir. Bundan dolayı bizler
duyularımızın ölçülerine dikkat bile etmemeliyiz. Maddenin durumunu belirlemek
duyularımıza göre olmamalı, ister bedeni olsun ister manevi, çünkü duyularımız ile
herşey algılanabilir olmaktan algılanamaz duruma geçebilir.
“Ve bu yüzden araştırılmalı, nasıl kişinin sahip olmadığı birşeyleri veren olabilri”, bir
tür kökü olmayan birşeyin var olması mümkün müdür? “Elementler elle tutulur ve
kendi başlarına var olan maddeler olmadığı halde, onlardan her türlü somut algıların
türetilebildiğini açık olarak gördüğümüzden beri.” “Kendi başlarına var olan” onları
gösteremiyoruz anlamındadır. “Ve böylece, bildiğimiz bütün değişmez görüntüler, ki
bunlar ile maddeleri tanımlıyoruz, değişmez değiller veya kendi özelliklerinde var
olmuyorlar, ama onlar sadece serbest formlar veya sıcak ya da soğuk gibi farklı
sebeplerin etkisinden ötürü form edinirler.” Çevremizdeki veya ortamdaki herşey ile
basit bir yolla ilişkilendirelim. Eğer etrafımızda olan herşey var olsaydı veya eğer belirli
bir form var olsaydı belirlemeyelim, çünkü herşey dış şeklini bize göre değiştirebilir,
kendi orjinal formuna geri dönebilir ve tekrar başka türlü dış görünüş kazanabilir. Bu
onun var olup, var olmadığını göstermez.
“Ama tutulabilir maddelerin özü onların içindeki –güç- tür, ama bu güçler bize ifşa
edilmediği sürece (tıpkı kimyasal elementler gibi), mümkündür ki onlar bir zaman bize
ifşa edileceklerdir, aynı bütün kimyasal elementlerin bize çok yakın bir zamanda
gösterildiği gibi.”
O diyor ki, söylendiğine göre maddenin ötesinde olan güçler bile bilim tarafından bir
zaman ortaya çıkarılacaklar. O bizim bu güçleri yalnızca perdeler, yansıyan ışıklar vb.
ile ortaya çıkarabileceğimize karar vermiyor. Ne yazdığına bakın: “ki bir zaman bize
ifşa edileceklerdir, kendileri tarafından bile.” Bu herhangi maddesel giydirmeden başka
saf bir form içinde anlamındadır. Öyleyse ifşa edilecek olan “maneviyat” diye mi
adlandırılacaktır? Hayır, maneviyat denilmeyecek, o da bedensel olacak, o maddenin
gerisinde var olan güç.
“Güç” dediğimiz zaman alma isteğini mi kastediyoruz?
Bizim hakkında konuştuğumuz “güç”ün içinde, alma arzusunu ve ihsan etme arzusunu
mu kastediyoruz veya maddenin gerisindeki doğal güçleri mi, ki bu bütün
kombinasyonları ile maddeyi oluşturur?
Bana yakın olan birşey katıdır, daha uzaktaki sıvı, daha da uzaktaki gazlar, hatta
dahası plazma, ta ki sonunda o sadece potansiyel olarak var olana kadar. Sonrasında
daha fazla güçler var, örneğin plazma ve devamında olan enerji, sonra belki sadece
kendi özelliklerinde var olmak. Bunların hepsi bedensel güçler, ama biz onları öyle ya
da böyle algılıyoruz. Madde içinde olan alma arzusu da aynı zamanda bir güç, istek
gücü. Senin sorun şu, alma arzusunun kendi başına var olduğu hali ile ifşa olacak
olmasının mümkün olup olmadığı, maddenin içinde, insanın bir tür araştırması ile,
yoksa sadece bir Kabalist mi madde içinde olan alma arzusunu keşfedebilir?
Güç maneviyat ve bedensel içinde eşittir
“Tek kelimede, maddi görüntülere verilen bütün o isimler tamamen hayali, bunun
anlamı bizim beş duyumuzun somut tanıması ile ortaya çıktıklarıdır – madem ki onlar
sabit veya kendi başına var olan değiller.” Şu açıktır ki beş duyumuz ile farkına
vardığımız herşey sadece bizim tarafımızdan anlaşılır. “Diğer taraftan, bizim güce
verdiğimiz herhangi bir tanım, onu madde yönlerinden inkar ederken, aynı zamanda
hayali, ama bilim onun son formunu geliştirmediği sürece biz sadece somut gerçeklik
ile düşünmeliyiz.” Bu demektir ki biz hala herhangi birşeyi belirleyebilecek durumda
değiliz, ta ki bilimi o şeylerin nerede olduğunu gerçekten belirlememizi sağlayacı
duruma geliştirmemize kadar: güç, madde ve hangi yol ile bağlandıkları. “Ve böylece
bizim gördüğümüz ve hissettiğimiz herşey bir tür somut hareket gibi, biz onu neyin
harekete geçirdğini anlamak zorundayız. Bu aynı zamanda madde tıpkı hareket gibi,
ve herhangi bir durumda onunla bir tür ortak ilişkiye sahip, aksi halde ona neden
olmazdı.” Maddi bir şeyin içine giren ve onu harekete geçiren bir maneviyat yok.
Davranan ve maddeyi harekete geçiren bu güçler bizim insan bilimimiz ile kuşkusuz ki
keşfedilebilirler.
“Bütün bu davranan gücü hareketten ayrıştıran yanlış anlamaları bilmek gerekli,
bunların ikiside bedensel ve edinilebilir ve anlaşılabilir, “biçimlendirici felsefede
köklenmiştir, ki bu manevi hareketin bedensel davranış üzerine olan konusu
ispatlamada ısrarcıdır” ki bu tamamen bedenseldir ve manevi hiç değildir. Felsefe,
maddenin geçtiği eylemleri bir tür manevi güce ilişkilendirmeye başladı. Onun içinde
maneviyat yok. “Ve bundan hatalı farzlara ulaştılar, ki bunlar için Kabala’ya ihtiyaç
yoktur.” Bunun sebebi Kabala’nın sadece bedeni hiçbir ilişkisi olmayan saf güçleri
kullanması ve onlarla ilgilenmesidir. Bedenseli harekete geçiren ve bedensele bağlanan
şey, bedenseldir. Katı, sıvı, hava, plazma, elektrik gücü, yerçekimi gibi gözükebilir.
Hangi güçler olduğu önemli değil, onların hepsi yinede bedensel güçler ve maneviyatın
onlarla hiçbir bağlantısı yok. Bunun anlamı, bizim henüz edinmediğimiz bu şey,
maddeyi harekete geçiren, daha ifşa olmadı çünkü bizim bilimimiz o seviyeye kadar
gelişmedi. Ama bugünden itibaren yüz ya da iki yüz yıl içinde biz bütün güçlerin nasıl
davrandığını ve maddeyi harekete geçirdiğini göreceğimiz bir noktaya ulaşacağız.
Sonra bileceğiz. Bizim bununla bir sorunumuz yok ama maneviyat bunun tamamen
dışında kalıyor, o bedensel alana hiçbir şekilde ait değil.
Öyleyse nerede bir bağlantı var?
Bedeni ve maneviyat arasında hiçbir bağlantı yok.
Şu soruyu sormak isteyebilirsiniz: Yaratılış düşüncesine göre bütün gerçekliğin Yaratan
ile bağlanmaya ulaşmak zorunda olduğunu bildiğimizden beri, madde de bağlanmaya
ulaşır mı? Maddeyi harekete geçiren güçler bağlanmaya ulaşır mı? Maddenin geçtiği
hareketler Yaratan ile eşitliğe erişir mi?
Bu tartışılmaz bile. Bizim bilgeliğimiz ile keşfettiğimiz herşey (birkaç yüzyıl içinde bile),
maneviyata ait değil ve Yaratan ile formun eşitliğine gelmek gerekli denildiği zaman
tartışılmaz. Elektronlar her zaman döndükleri şekilde dönmeye devam edebilirler ve
hayvan gibi olan insanlar da havyanlar gibi davranabilirler. Beden, beden olarak
kalacak ve bizim gerçeklikte beş duyumuz ile algıladığımız şeyler o şekilde kalacaklar.
Biz biraz daha ifşa olacağız, doğanın bütün kanunlarının nasıl davrandığını
keşfedeceğiz, ama bununla olan ne? Bunun içinde biz maneviyata hiçbir şekilde
dokunmayacağız, maneviyat tamamen farklı bir seviyede. Ona ulaşmak için bizim
bütün bu gelişmelere ve insan bilmine ihtiyacımız yok, ama maneviyat adı verilen o
yerin içine geçmemiz gerekli ve oradan maneviyat ile ilgilenmemiz. Manevi bölge ve
bedensel bölge arasında bağlantı yok.
Öyleyse şu anda bizi yönelten ne?
Öyleyse, eğer maneviyat değilse şimdi bizi yöneten ne?
Kim bizi yönetiyor?
Kim bizi yönetiyor, patron kim? Soru bu.
Şöyle bir şans var mı; biz öyle bir duruma geleceğiz ki oradan görmemiz veya
bu duyulardan herhangi bir tanesi ile ruhu keşfedeceğiz?
Biz hiç biyolojik, fizyolojik veya herhangi bir araştırma türü ile “ruh” adı verilen parçayı
keşfedebilecek duruma gelecek miyiz? Hayır. Çünkü bunlar bedeni harekete geçiren
güçler değil veya bedenin içinde var olan veya onunla bağlantılı olan. Biz hiçbir zaman
bedenden “ruh” diye adlandırılanı alabilecek durumda olmayacağız. Belki şu anda
içinde olduğumuz gibi bir duruma erişebiliriz, birşeyler istiyoruz – ne için var
olduğumuzu bilmek istiyoruz. Yine de bu soruya saygı ile hala bizim bedenimizi ile
ilişkili olup olmadığının sorusu var. Başlangıç olarak biz bedenimiz hakkında
soruyormuşuz gibi gözükebilir – ben nasıl var oluyorum? Beni harekete geçiren ne?
Benim kaderim ne olacak? Bu neden bana oluyor? Ama ben bu soru ile daha çok
ilgilendikçe, o daha çok bu hayattan kopuk hale geliyor, maneviyata daha çok
bağlanıyor. Şimdiden bu hayatın dışında olan şeyler hakkında sorulmaya başlandı, ki
bu bana ait değil ve ben bu hayat hakkında endişelenmeyi bıraktım ve sürecin içinde
burada olanlar hakkında. Ben zaten farklı bir gerçekliği bilmeyi arzuluyorum, bu
dünyadan ve burada gerçekleşen bütün süreçten kopmuş bir var oluşa sahip olacağım
bir yeri. Sanki bizi harekete geçiren biri varmış gibi ve “orada” tamamen farklı bir yer.
Benim hakkında sorduğum “orası”.
Yavaş yavaş, manevi yer hakkında konuşan kitapların çalışılması sayesinde, ben bu
bedensellikten uzaklaşıyorum ve azar azar “orası” hakkında sormaya başlıyorum,
çünkü orada ben kendimi hissetmek istiyorum, “orada” benim “kendimim” var
olduğunu hissetmek istiyorum. Ve böylece yavaş yavaş biz maddeden daha çok
soyutlanmış hale geliyoruz ve maneviyata daha çok ait olmaya.
BNEI BARUCH’LA TEMASA GEÇMEK İÇİN
Bnei Baruch
1057 Steeles Avenue West, Suite 532
Toronto, ON, M2R 3X1
CANADA
Türkiye’den Bilgi Almak İsteyenler
E-posta: turkish@kabbalah.info
İnternet Sitesi: www.kabbalah.info/turkishkab/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder