Kabbala!nın Kökeni


Köken

Kabbala'nın kökeni İ.S. I. yüz yılda Filistin'de filizlenen "Merkava" (ya da Merkabah) gizemciliğine kadar geri götürülebilir. Merkava gizemciliğinde temel uğraş, Eski Ahit'te peygamber Ezekiel'in düşlediği "ilâhî taht" ya da "araba" (merkava) hakkında derin düşüncelere dalmak ve bu sayede coşku içinde kendinden geçmektir.

VII. ve XII. yüz yıllar arasında uygulama alanı Filistin'den Babilonya'ya kayan ve yoğun biçimde Gnostik inançların etkisi altında kalan Merkava gizemciliğinde asıl amaç, Tanrı'nın tahtını ve göksel düzeni düşleyebilmektir. Gizemci Merkava yazımında, coşku içindeki ruhun yükselişi, düşman meleklerle dolu "yedi küre"yi ya da "yedi gök katını" aşmak için yapılan tehlikeli bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Ruhun bu yolculuktaki amacı, merkava'nın üzerinde bulunan ilâhî tahta ulaşmaktır.

"Tzenu'im" adı verilen Merkava uygulayıcıları, özel ahlâk niteliklerine sahip olan az sayıda seçkin kişilerdi ve sürekli oruç tutarak kendilerini gizemci deneyimlere hazır tutmaları gerekliydi. Bu seçkinlerin yapacağı başarılı bir düşsel yolculuk için her şeyden çok "mühür" olarak tanımlanan bazı büyülü sözlerin ve formüllerin kullanımı zorunluydu. Bu büyülü sözler, her bir gök katının kapısında bekçilik yapan melekleri yatıştırmak için gerekliydi. Hatalı bir "mühür" kullanımı, önemli yaralanmalara, hattâ korkunç ölümlere yol açabilirdi.

Talmud'a göre, Merkava uygulamasına kalkışan dört kişi arasından biri ölmüş, diğeri delirmiş, öteki dinden çıkmış ve yalnızca Rabbi Akiba ben Josephgerçek bir düşsel deneyime nail olmuştur. Merkava uygulayıcıları kimi zaman "Doğaüstü Dünyanın Gezginleri" olarak da adlandırılırlardı. Bu gizemci akımın en eski iki yazımsal kaynağı; Rabbi Akiba'ya ait olduğu sanılan "Küçük" ve Rabbi Ishmael benElisha'ya ait olduğu sanılan "Büyük" metinlerdir. Ayrıca, "Enoch'un Kitabı" ve Tanrı'nın oldukça abartılı antropomorfik (insan biçimli) betimlemelerini içeren "Shi'ur Qoma" (İlâhî Boyutlar) adındaki metinler de Merkava geleneğine aittirler

Bu Blogda Ara

1 Mart 2010 Pazartesi

İSTANBUL GİZEMLERİ BÜYÜLER, YATIRLAR, İNANÇLAR


İSTANBUL GİZEMLERİ
BÜYÜLER, YATIRLAR,
İNANÇLAR
İÇİNDEKİLER
Sunuş
Eskilerin Gizemleri 9
Mekânlar ve Gizemler 28
İstanbul İnanışları 47
Gizemciler İstanbul'da 64
Örgütler ve Bireyler ., 86
Gizemde Çağdaş Olmak 107
Gizemler ve Yorumlar 129
İstanbul Büyüleri 151
Bir Son Deyiş Gibi 184
Kaynakça 187
SUNUŞ
Yüzyıllardan beri İstanbul hakkında pek çok şeyler yazıldı,
İstanbul'lu olan ve olmayanlar yazdı, İstanbul'u bilen ve bilmeyenler,
İstanbul'u yaşayan ve yaşamayanlar, içinde bulunanlar
ve gelip geçenler yazdı. İstanbul'u Batılılar ve Doğulular yazdı,
t üm değişik adları ile, heyecanla, merak, ilgi ve sevgi ile, şaşırarak,
bazen bozularak. İstanbul yazıldı, yazılıyor ve hiç durmaksızın
yazılacak, anlatılacak ve araştırılacaktır, İstanbul İstanbul ve
dünya dünya olduğu sürece.
Dünyanın t üm büyük ve eski kentleri, Roma, Paris, Londra,
Prag v.b. her zaman bir merkez görev ve işlevini gördüler. İstanbul
da böyledir: bir tarih, kültür, sanat ve düşünce merkezi olarak.
Ancak İstanbul'un bir farkı ve bir özelliği vardır, her zaman
olmuştur. İstanbul bir kültür, uygarlık ve bunlardan oluşan bir inanışlar
potasıdır. Doğu ile Batının değişmeyen bir buluşma, kaynaşma
noktası, bir odak noktası ve ola ki «manyetik» bir alan.
Ve tarihin yükünü omuzlarında taşıyan, tarihin izleri ile dolup
taşan her büyük ve eski kent gibi İstanbul da gizemleri olan,
gizemler yaratan bir gizemdir. Ve öyle olmayı sürdürüyor.
Ancak «gizem» sözcüğünü kullandığımızda amacımız nedir,
bir araştırmaya girdiysek neyi, neden araştırmak istedik, ne tür
sonuçlar bekleyerek?
Gizem bir sırdır, gizli tutulan, gizli anlamları, giderek değerleri
olan bir «şey»dir. Bir kavram, bir kuram, bir bilgi, inanış, olaydır
gizem. Bir arayış ve evrensel bir sentezdir. Bazen bir hayal,
bir fantezi, bir masal da olabilir hatta bir uydurma. Ancak bir kişi,
toplum ya da bir kent için gizem bir «arka yaka», bir «gizli yüz»,
bir bilinmeyen veya açıklanamayandır, öyle de olabilir.
Bu araştırmanın amacı alternatif, belki az bilinen, unutulmak
üzere olan, sararmış yapraklarda, kaynaklarda kalmış bir İstanbul
portresini çizmektir, içinde yaşadığımız bu kentin doğaüstücü,
düşündürücü ola ki eğlendirici kimliğini saptamaktır, dününü
ve bugününü, karanlıklarını ve tedirginliklerini başka ve değişik
bağlantılarla bağlamak ve olanakların dahilinde, «resimlendirmek.
»
İstanbul kendi başına bir gizemdir, bir gizem tarihi ve bir
gizemler merkezidir her tür ve çeşidinden. Ve İstanbul yüzyıllardan
beri süregelen bir arayışın buluşma noktasıdır, ölümsüzlerin,
gizli ve bilinmeyen üstünlerin, bilgelerin, gizemcilerin ve de şarlatanların
uğrağıdır.
Onların ve başkalarının arayışı bizim de arayışımız oldu bu
sayfalar boyunca, katılmanızı dilediğimiz heyecanlı bir maceraya
yol açtı.
Bize böyle bir maceraya çıkabilmemiz için olanak tanıyan
Hüsnü Terek'e, bizi sürekli yüreklendiren, kaynak avına çıkan
Orkun Uçar'a teşekkürü bir borç biliriz.
Popüler gizemlere ekranlarını açan özel kanalların moda
deyimiyle «bizi izlemeye devam edin!»
GIOVANNI SCOGNAMILLO
BIRINCI BÖLÜM
ESKİLERİN GİZEMLERİ
Fethedilen İstanbul'dan önce bir Bizans vardır ya da bir
Doğu Roma İmparatorluğu ve ondan önce de bir Bizans öncesi,
gide gide mitolojinin inanışlarına, efsanelerine ve Olimpos'un tanrılarına
kadar varan.
Çok gerilere gidip M.Ö. 667 yılına ulaştığımızda karşımıza ilk
Byzantion'u kuran Megara'lılar çıkıyor. Ya daha daha öncesi? Ya
Bizans'tan ve İstanbul'dan çok önce buralara kadar gelip yerleşen
Keltler?
Her insanın yaşamı -ve kendisi- nasıl ki zamanla çözülen
veya hiç çözümlenmeyen, aksine derinleşen bir gizem ise kentlerin
yaşamı ve geçmişi de bir başka gizemdir, özellikle İstanbul
gibi «merkez» olan kentler için.
İstanbul'u 1550'lerde ziyaret eden Flaman gezgincisi Ogier
Ghisen von Busbeek kendine bir soru sorar: «Bütün dünyanın
başkenti burası mı?» diye. Ve Fransız ozanı Alphonse de Lamartine
bir yorumda bulunur: «Doğa burasını dünyanın başkenti
olmak için yaratmışa benziyor» diyerek.
İstanbul'a gelip heyecanlar geçiren çoğu Batılıların görüşüdür
bu ve bu görüşün ne denli doğru olduğunu İstanbul'da yaşayan
bizler herkesten daha iyi biliyoruz.
Eski olmak, çok geçmiş çok görmüş olmak hem birikim,
hem de bir ayrıcalıktır. Belirli, kalıcı, gözle görülebilen, elle dokunulabilen
izler taşımak - k i , bir eski kent için bunlar surlar, kale-
- 9 —
ler, hisarlar, binalar v . b . ' d i r - başka, bu izlerin geçmişini, geçmiş
anlamlarını çözmek başkadır.
İstanbul herkesi çekiyor: yazarı, ozanı, düşünürü, araştırmacıyı,
maceraseveri, meraklıyı, burnu havada turisti, bir anda duygulananı
ve soğuk soğuk bakanı, önyargılı olanı ile bilgi, ölçü ile
değerlendireni. Ve bir gerçek «merkez» olduğundan istanbul, bilinen
ve bilinmeyen olanaklar sunduğundan, ticaret erbabı gezginciyi
de çeker.
1260 yılında Venedik'ten Nicolo ve Maffeo Polo adlı iki kardeş
gelir İstanbul'a. Polo kardeşler İstanbul'a yerleşirler, başka
Venedik'liler gibi, ticaret yaparlar, Kırım'a, Volga nehrine, Buhara'ya
kadar uzanırlar, mal alıp İstanbul'da satarlar. Dokuz yıl sonra
Venedik'e dönerler. Yıllar geçer ve günün birinde Polo kardeşler
yeniden görünürler Galata'daki Venediklilerin arasında. Bu
kez en küçük kardeşleri olan Marco'yu da getirirler yanlarına ve
İstanbul'dan uzun ve çok ünlü yolculuklarına çıkarlar, «ipek
Yolu»nu izleye izleye.
Dönüş 1295'te oluyor; Trabzon'dan kalkan bir gemi ile İstanbul'a
dönerler. Sonra Venedik'e, yanlarında ölümsüz bir hazineyle,
Marco Polo'nun gezi notlarından oluşan «İl Milione» (Milyon)
adlı seyahatnameyle dönerler.
Çin yolunu tutan gözüpek maceraseverlerin, zeki ve girişken
tüccarların konumuz olan kentsel gizemlerle ne ilgisi var ki?
Çağrışımsal olsa bile ilgi apaçık ortadadır: Polo'lar ve onları
izleyenler, bildiğimiz kadarıyla gizemci değiller, inanç sahibi, dinlerine
bağlı insanlardır. Ancak Doğu'nun ve Uzakdoğu'nun oluşturduğu
gizemi, artı bunun parasal, ticari potansiyelini, İstanbul'da
yıllarca kalmış olan Nicolo ve Maffeo Polo iyi biliyorlar.
«Merkez» İstanbul, bu kimliği ve geleneği ile onlar için bir «kapıdır,
bir kaçınılmaz bağlantıdır ve bu bağlantıya inanarak, güvenerek
arayışlarına başlıyorlar.
Bunu bir parantez, bir «tırnak arası» sayıp daha gerilere
dönelim.
Boğaziçi ve kıyıları, bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak göre-
- 10 -
ceğimiz gibi, mitolojik efsaneler ve kahramanlarla dolup taşıyor.
Ve Boğaziçi'nden başlayan bu inanışlar gelip Sarayburnu'na
kadar dayanırlar.
Bizans'ın en eski tarihçilerinden biri olan Hesychius'a göre
Bizans öncesi ilk yerleşim yerlerinden biri de Sarayburnu'nda,
bölgenin kralı olan, Barbisius tarafından kuruluyor. Daha sonra
kurulan kenti surlarla kapatan ve Barbisius'un kızı Phidelia ile
evlenen Byzas, efsaneye göre, denizler tanrısı Poseidon'un
oğlundan başkası değildir.
Böylece Byzas'ın adını alan ilk Bizans (Byzantion) tanrısal
ya da yarı tanrısal bir kimlik ve önem kazanmış oluyor, her ne
kadar olayın gerisinde -mitolojide sık sık rastlanan- bir ırza
tecavüz durumu yatıyorsa da. Tanrı Poseidon, Byzas'ın annesi
olan ve kendi de tanrı soyundan gelen güzeller güzeli Kerassa'yı
iğfal ederek bu durumu yaratıyor.
İki kıtayı birleştiren, Batı'dan, Ortadoğu'dan, Uzakdoğu'dan
ve unutulan, yok olmuş ve kayıp uygarlıklardan gelen kültürleri
barındıran ve kaynaştıran İstanbul'da, kentin ilk kuruluşundan
şimdiye dek, gizem daima vardı ve vardır, her çeşidi ve yorumu,
eğilimi ile.
Tüm kaynakları tarayabilmek olanaksızsa bile elde edebildiğimiz
kaynaklardan seçtiğimiz, kimi bağıntısız gibi görülen efsaneler,
inanışlar ve olaylar kocaman ve kendi içinde kendini
tamamlayan bir mozaik, dev boyutlu bir duvar resmini oluşturuyorlar.
Ancak boyutlarını saptayabilmek için her şeyi birbirine iyice
karıştırmak, birbiri ile iyice karşılaştırmak, çarpıştırmak gerekiyor,
yorum yapmaktan, varsayım yürütmekten, çağrışımları kullanmaktan
hiç çekinmeden.
Bilinen ve bilinmeyen, varolan ve yitirilen, kaçırılan kaynaklar...
Fetih öncesi ve Fetih sonrası istanbul'u terkeden Bizanslı bilginler
beraberlerinde kaynak ve bilgi kaçırıyorlar. İster sonradan
bunları başkalarıyla paylaşsınlar, ister paylaşmasınlar.
İtalya'ya sığınan Bizanslı Gemiste Phleton, Eflatuncu akademisinin
öğretilerini meslekdaşlarına iletiyor; Verona'lı Guarini ise
Bizans'tan iki sandık dolusu elyazması kaçırıyor, birini yolculuk
esnasında yitiriyor, ikincisindekileriyse hiç kimseye göstermiyor,
açıklamıyor.
Bizans'tan kaçıp değerli metinleri, elyazmaları - b u ara Eflatun'un
başyapıtlarını- Batı'ya ulaştıranlar arasında kimler yok ki:
Johanes Argyropulos, Theodorus Gaza, Demetrius Chalchondilis,
Andronicos Challistos, Marco Musurus, Johannes ve Costantinos
Lascaris kardeşler gibi bilim adamları ve aydınlar.
Rönesans'a yol açacak olan feodal düzenli Orta Çağ için
Bizans bir bilim, bilgi kaynağı ve bir gelenektir çökmesine neden
olan tüm aşırılıklarına karşın. Hatta ve hatta lanetli bir gelenektir,
bolca şeytanlık ve büyücülük kokan. Hem, anlatılanlara göre,
İmparator Justinien, Aya Sofya'yı inşa ettirebilmek için Şeytan'
dan bile yardım istememiş miydi?
Bizans yıkılıyor ancak Bizans'ın tarihinde bazı ilginç ve dikkat
çekici olaylar yüze çıkıyor.
Tarihin devresel dönemler ve dönüşlerle kendini sık sık tekrarladığını
biliyoruz ve bunlara tarihin iniş ve çıkışları deriz, öyle
kabul ederiz.
Bir Yüce Costantin'i ele alalım ve hiç yüce olmayan bazı davranış
ve eylemlerine bir göz atalım:
- Costantin kayınpederi olan Maximus'u öldürtüyor, kayınbiraderi
olan Licinius'u boğazlatıyor, oğlu Crispus'u ve yeğeni Lucinius'u
katlettiriyor. Derken eşi olan İmparatoriçe Fausta'yı kaynar
bir banyoda boğdurtuyor.
Costantin'in ailesi de aynı şekilde saltanatını sürdürüyor,
daha doğrusu sürdürmeye çalışıyor: Costantin'in iki oğlu cinayetlere
kurban gidiyorlar, ikisi hariç (12 yaşındaki Gallus ve 6 yaşındaki
Julianus) tüm yeğenleri askerler tarafından öldürülüyorlar.
Cinayetleri üstlenen ise imparatorun son üç oğlu oluyor, yani
Constantin, Constant ve Constance. Üçü de kısa süre sonra, trajik
şekilde ölüyorlar ve 337 yılında işlenen yeğen katliamından
\
kurtulabilen Julien de fazla uzun ömürlü olmuyor, saltanatı salt
üç yıl sürüyor.
Kanlı bir ailenin öyküsüdür bu, siyasal oyunların, saray entrikalarının,
hırs ve kıskançlıkların bir sonucu. Gizemli bir öykü hiç
değildir ancak gizemlerle dolu bir ortamda geçiyor, çünkü kanlı
bir saltanat süren, son döneminde iyiden iyiye çığrından çıkan
bu Bizans aynı zamanda kentin içinde bulunan kutsal ya da kutsal
gibi bilinen emanetlerin koruyucusu konumundadır.
Nedir bu kutsal gibi bilinen emanetler ve Fetih öncesi
Bizans'ta ne tür gizemlerin kaynağını oluşturuyorlar?
1554'te İstanbul'u ziyaret eden ve gezi notlarını «İstanbul ve
Anadolu'ya Seyahat Günlüğü»nde toplayan Alman bilgin ve araştırmacısı
Hans Dernschvvam yazılarının bir kısmını şu şekilde sıralıyor:
- Havari Andre'nın tabut içinde beyaz ketene sarılmış cesedi
(ceset 1210'da İtalya'nın Amalfi kentine oradan da 1462'de
Roma'ya naklediliyor aslında),
- İsa'nın yeğeni Zebedeus'un eşi Maria Salome'nin tabutu,
- İsa'nın bağlanıp işkence edildiği renkli, cilâlı bir taş.
Dernschvvam, Batı'nın kutsal emanetleri bir yana, bize 16.
yüzyıl İstanbul'undan ilginç gözlemler de veriyor:
«Bizim Elçihanın yanında bir adam bir köşeye büyücek bir
sandık yerleştirdi. Sandığın içini darı ile doldurdu. Hemen hemen
çıplak bir vaziyette bir örtüye bürünerek yalnız başı dışarda kalacak
şekilde bir sandığın içine girdi ve darıların arasına gömüldü.»
diye anlatıyor Alman gezgini. «Türkler bu herifi evliya sandılar ve
ona yiyecek içecek taşımaya başladılar. Bu adamın etrafında başka
fakirler gece gündüz oturuyorlar. Zamanla herif öyle şişmanladı
ki, boynu domuz boynuna benzedi, yanakları da borazancı
yanakları gibi tombullaştı. Padişah civardan geçip giderken ona
dua eder durur.»
Batı'nın kutsal saydığı emanetleri hiç tartışmadan ve yorum
yürütmeden kabul eden Dernschvvam, doğal olarak Evliya Çelebi'nin
kaleminden çıkmışa benzer bu Darılı Evliya'ya, haklı ya da
- 13 -
haksız, bir fırsatçı gibi bakıyor, bir inanışın - b i r inanışa dönüşebilen
bir olayın- başlangıcını çiziyor. Burada ilgimizi çeken de
Alman yazar ve hümanistin yorumundan çok bu Darılı Evliya'nın
yarattığı olay ve etrafında toplanan başkaca «fakirlerdir. Evliyalık
bir yana, «yöntem»in ne denli uygulandığı ve kabullendiği, nasıl
izleyici ve taraftar bulduğu Demschvvam'ın çizdiği canlı sahneden
ortaya çıkıyor.
Meraklı ve izlenimci Alman günce yazarı, kitabının başka bir
yerinde, ilgisini çeken hatta tanık olanları hayrete düşüren başka
ve çok doğal gibi görünen bir olaydan da söz açıyor:
«Akbabaların kaybolduğu bir sırada, 31 Ağustosta ve 14
Eylülde bir karga geldi. Ali Paşa Caminin ve bizim konağın karşısında
yüksek, eski Roma'lılardan kalma bir sütun üzerine kondu.
Acı acı öttü. Halk bunu da çok acayip ve gayritabii buldu ve hayretler
içinde kaldı.»
Günlüğün yazarı bu kez herhangi bir yorum yürütmüyor,
dolayısıyla bu iş bize kalıyor ve hiç hayret etmemekle birlikte,
nakledilen olayı ilginç bulduğumuzdan 440 yıl sonra bir «naif»
denemeye girişiyoruz.
Olay aslında son derece doğaldır: İlkin akbabalar İstanbul'
dan ayrılıyor, göç ediyorlar, sonra iki ayrı günde bir karga geliyor,
bir sütuna konup «acı acı» ötüyor. Ancak olay bu denli
doğal ve basit ise yazarımız neden bunu kaydetmek ihtiyacını
duyuyor?
Yazın son günlerinde akbabalar mevsimlik göçlerine başlarlar
ve tarih ne olursa olsun, kargalar bir yere konarak hep öterler.
Civar halkı neden bunu acayip sayıyor ve İstanbul'u ziyaret
etmekte olan bir yabancı neden bunu günlüğüne geçiriyor?
Kaldı ki, duyulan hayret salt çevre halkında değildir, Alman
hümanistinde de beliriyor.
Dernschvvam bir araştırmacıdır, tarihsel ve arkeolojik eserler
tutkunudur, hobisi eski Roma kitabelerinin kaydını tutmaktır. Günlüğü
boyunca (en azından bizi ilgilendiren İstanbul bölümlerinde),
dinsel emanetler bir yana, salt somut, pratik şeylerle ilgilenmektedir.
Darılı Evliya'dan söz etmesi halkın saflığını belirtmek
açısındandır ancak, görünüşte acı acı veya tatlı tatlı öten bir kargaya
yer ve zaman ayıracak birine hiç benzemiyor.
Benzemiyor fakat bu elyazması koleksiyoncusu köklü bir
hümanist aydınıdır ve böyle olduğundan hiç kuşkusuz karganın
simgesel anlamını biliyordur.
Ya nedir kapkara karganın simgelediği?
Değişik inançlara göre karga tanrıların habercisidir, kehanetlerde
bulunur, yalnızlığın imgesidir ve aynı zamanda ölümün de '
habercisidir. Kargalar hep acı acı öter. Gelgelelim antik gizemciler,
kehanetleri çözenler, kargaların ses tonlarında her biri ayrı
bir anlam taşıyan, 64 değişik sesi ayırmayı bilirlermiş. Üstelik karga,
siyah rengi ile simyadaki işlemlerde çürüme adını alan sürecin
de simgesidir.
Ya sütun neyi simgeler?
Sütun yaşam ağacıdır, bilgidir, gökyüzü ile yeryüzü arasında
bağlantıdır, Tanrının gücünü belirtir, evrensel ve tinsel bir simgedir.
Sonuçta civar halkını hayretler içinde bırakan karganın ötmesi
bir günce maddesi oluyor, özel olay kimliğini kazanıyor, tüm
doğallığına karşın. Bu uzattığımız bir abartma değildir, bu
Demschvvam'ın notlarından da çıkan bilinçli bir yöntemdir, olağan
görüleni, sayılanı deşmektir, anlamını, doğurduğu, bağlandığı
simgeleri çözmektir, görülenin ve bilinenin ötesine gitmektir,
belirlenmeyeni aramaktır. Bir tekniktir bu ya da bir çeşit bilgeliğin
yoludur.
İstanbul kentinin içerdiği, kapsadığı ve doğurduğu gizemler
zaman zaman tarihsel ya da folklorik açıdan araştırıldıysa da bir
tüm olarak pek değerlendirilmedi. Oysa ki, ilerdeki bölümlerde
çeşitli ve değişik örneklerden görüleceği gibi, enine boyuna araştırılması
gereken geniş, ilginç bir konudur.
İstanbul gizemleri sistemli bir şekilde araştırılmadıysa da Türkiye
gizemleri, en azından bir on yıl öncesine kadar, Haluk Egemen
Sarıkaya tarafından kapsamlı bir yaklaşımla tarih boyunca
— 15 —
araştırıldı ve yorumlandı. İstanbul kenti de, doğal olarak nasibini
aldı.
Sarıkaya'nın çalışmasını tararken bir dizi ilginç, gizem dolu,
çıkış noktası olarak kullanabileceğimiz ve tartışmaya her zaman
açık olaylarla karşılaşırız, örneğin:
- İstanbul'da 16. yüzyılda yaşamış olan şair Bâlı Efendi bir
gece, düşünde genç yaşta ölen arkadaşlarından Piruza Ali'yi
görür ve ondan bir armağan ister. Düşteki Piruza Ali bir kâğıda
biraz toprak koyup düşü görmekte olan şaire verir, Bâlı Efendi
de kâğıdı sarığının kıvrımına yerleştirir, düş biter.
Ertesi gün bu düşünü arkadaşlarına anlattığında eliyle aynı
hareketi yapar, sarığını kurcalar ve düşünde kendisine verilen içi
toprak dolu kâğıt parçasını bulur...
İnanılmaz Öyküler'den bir örnek denilecektir, öyle de yorumlanabilir
üstelik, bu çalışmamızda amacımız psişik olayların üzerinde
durmaktan çok her türden örnekler vermek olduğundan
yüzyıllar öncesinden kalma böyle bir olayı «çeşni»den de sayabiliriz.
Ancak araştırmacı Sarıkaya'nın «İstanbul Ansiklopedisinden
aktardığı bu olay, klasik anlamı ile, bir «apor» olayıdır ya da spiritüalistlerin,
ruhçuların tanımlamasına göre kapalı bir mekânın içinde
dışardan (transfer) ya da öte dünyadan bir veya birkaç nesnenin
getirilmesidir.
Bilinen ve izlenilen bilimsel kurallar bu ve bu gibi olayların
somut bir açıklamasını yapamadıklarına göre eskiden kalma bu
«apor» olayını gizemlerimizin arasına, türünün bir klasik örneği
olarak, katmayı uygun gördük.
Sarıkaya kitabının başka bir yerinde, bir başka ilginç olay da
naklediyor bu kez yerini de belirterek. Araştırmacıya göre Beyazıt,
Soğanağa Mahallesi, Cami Sokağında, 1970'lerin sonlarında
halen yerinde duran bir apartmanın yükseldiği eski bir evin bahçesinde
bulunan, taşla doldurulmuş, bir kuyudan imdat istercesine
uzanan bir el birçok kez görülmüştür.
Kullandığımız kaynakta bu elin kimler tarafından ve hangi
zamanlarda görüldüğü belirtilmediğine göre, büyük bir olasılıkla,
gösterilen mekânda hiçbir araştırma yapılmamış ve olay (şayet
gerçek bir olaydan söz edebilirsek) İstanbul'un gizemli inanışların
kayıtlarına böylesine geçmiştir.
Öte dünyadan gelen içi toprak d o l u kâğıt parçaları, doldurulmuş
kuyulardan çıkan eller ve değişik bir türün kapsamına giren,
kediler ve farelerle ilgili bir başka olay...
«1921 yılında, bir gece, İstanbul'daki Asaf Paşa Tekkesinde
bir toplantı yapılıyordu.» diye anlatıyor Sarıkaya. «Aralarında Neyzen
Tevfik'in de yer aldığı davetliler, akşam yemeğini yemişler,
yatsı namazı vaktini bekliyorlardı. O sırada şeyhlerden biri, odanın
orta kısmını boşalttırarak, davetlilerin odanın iki yanına çekilmelerini
istedi. Şeyh, kapının karşısına rastlayan duvarın önüne
oturdu ve sağ elindeki tespihini çekerek dualar okumaya başladı.
Az sonra, açık kapıdan içeriye farelerin girdiği görüldü. Fareler,
doğrudan şeyhin sağ yanına giderek, bir sıra oluşturdular.
Şeyh bu kez tespihi sol eline aldı ve duasına devam etti. İzleyenlerin
hayret dolu bakışları arasında, kapıdan içeriye ikinci bir hayvan
grubu girmişti. Bunlar, farelerin doğal düşmanları olan kedilerdi.
Farelerin üzerine atılacakları yerde, onlar da şeyhin sol tarafında
sıralandılar. Kediler, gözlerini farelerin üzerine dikmişler,
ağız ve bıyıklarını oynatıyorlar ancak sanki aralarında bir engel
varmış gibi, farelere doğru bir harekette bulunmuyorlardı. Bu
durum, on beş dakika kadar böylece devam etti. Sonunda şeyh
gene önce farelerin ve arkasından da kedilerin, geldikleri şekilde,
kapıdan çıkarak gitmelerine izin verdi.»
Bu olayı naklettikten sonra Sarıkaya bunu hayvanlardaki
parapsikoloji açısından inceleyebileceğimizi belirterek hayvanların
kendilerine yansıtılan tepkileri (burada sözkonusu olan bir tepkiden
çok bir çağrı ya da bir komutadır) paranormal yoldan algılayıp
beklenen yanıtı verdiklerini açıklıyor.
Burada bir an duralım: ilkin bir «apor» olayını gördük, sonradan
bir bedenlenme, sonunda da bir psi ya da bir hipnoz durumunu.
Bunları biraraya getirdiğimizde ne gibi bir ortak noktayı
öne sürebiliriz?
— 17 — istanbul Gizemleri / F: 2
Ortak nokta şu ki üçü de, aynen ve aktarıldıkları şekilleri ile
kabul edildiklerinde, bizleri normal ötesinin, parapsikolojik olanın
«ruhsal» alanına götürüyorlar.
Şair Bâli Efendi'nin öyküsü, ister gerçek, ister uydurulmuş
kurallara uyan, benzerlerinin sürecini izleyen bir «apor» dur, şu
farkla ki, bir düşün akışı içinde yer alıp düşle gerçek arasında bir
köprü kurmaktadır, düşsel planda görülen bir nesneyi aynı anda
gerçek plana aktarmaktadır. Bu açıdan ele alındığında, kurgusal
olabilmesi olasılığı bile, ilginçliğini hiçbir şekilde zedelemiyor.
Üstelik, anlatılan öyküde, düşte ifade edilen bir isteğin somutlaşması
da -yani düşün dışına taşıp gerçeğe aktarılması d a - olaya
değişik bir boyut kazandırıyor, varsayımsal düşüncelere yol açıyor.
Beyazıt'ın bir mahallesinde kuyudan çıktığı söylenen el ise,
benzeri birçok kaynaklarda bulunabilen, bir «hayalet öyküsü»-
dür, ister kuyuda kalan birinin, ister o yerde -büyük bir olasılıkla
şiddet sonunda- ölen, katledilen birinin.
Şeyhin çağrısına uyan fare ve kedilerinin olayı ise bugün bilimin
de kabul ettiği bir uzaktan telkin örneğidir, şartlı refleks değilse
de trans veya hipnoz durumlarına ait ve bunlara özgü kurallarla
açıklanabilen bir olaydır.
Yorum yürütmek kolay gibi görünüyorsa da, bir yerden sonra,
önemli olan anlatılan öyküdeki, dile getirilen inanıştaki durumlardan
çok bu durumların çağrıştırdığı bilinmeyenler ve açıklanamayanlardır.
Eskiden kalma kaynaklar tarandığında, bir zamanların İstanbul'unun
birçok ilginç kişileri yeniden dirilir gibi oluyor, birçok
gizemli olaylar sanki yeniden yorumlanmak istercesine karşımıza
dikiliyor.
Evliya Çelebi'ye kulak verdiğimizde 17. yüzyıldan kalma bir
Kapanî Deli Safer Dede ile karşılaşırız. Ya da Unkapanı'ndaki
ekmekçi Ali Çelebi'nin kızgın fırında uyuyan, oradan çıkıp denize
atlayıp gözden kaybolan, yedi yıl sonra Cezayir'den dilsiz dönen
— 18 -
ve ölümünden sonra Unkapanı'nın dışındaki Horoz Dede mezarının
yanıbaşında gömülen Safer Dede'nin öyküsü.
Kızgın fırına girip mışıl mışıl uyuyan bir adamın öyküsüne
inanmak zor geliyorsa bile, ateş üstünde yürüyenleri ya da kendi
kendilerini yakanları, birden parlayıp kül olanları düşündüğümüzde
Evliya Çelebi'ye daha bir anlayışla kulak verebilmemiz olası
oluyor.
1885'te Üsküdar'da iyi tanınan, yakışıklı, terbiyeli yorgancı
kalfası Besim, temmuz ayının sıcak bir gününde işyerinde fenalaşıp
can veriyor ve kalabalık bir cenaze töreni ile Karacaahmet
mezarlığına gömülüyor.
Ertesi gün ise Besim yeniden tezgâhının başında görülüyor.
Ancak rengi iyice sararmış, kararmış bir ölü rengine dönüşmüştür.
Şaşkın mahalleliye Besim başından geçenleri anlatır: gece
mezarında kendine gelmiş, bağırmaya başlamış, mezarın yakınlarında
âlem yapmakta olan bir fahişe ile iki biçkin sesini duymuşlar
ve mezarı kazıp onu kurtarmışlar. Çıplak kalfaya biçkinlerden
biri donunu, diğeri gömleğini giydirmiş, fahişe onu feracesi ile
sarmış ve yorgancı dükkânına kadar götürmüşler.
108 yıl önce Üsküdar'ı ayağa kaldıran bu «dirilme», bu
«ölümden dönme» olayı bugün bir katalepsi veya senkop örneği
gibi değerlendirilince eskinin «garip» ve «gizemli» öyküsü normal
boyutlarına, olağanlığına kavuşur.
Eskiden İstanbul'da geçtiği söylenilen ve kentimizin folklorunda
yerleşip normal bir süreç içinde değerlendirilmeyen olaylar
da vardır. Bunlardan biri de 17. yüzyıldan kalma «sönmeyen
mum» öyküsüdür.
Mehmet Şeyda bu öyküyü şöyle anlatıyor:
«Yalancının mumu yatsıya kadar yanar demişler. Mum söndü
âlemleri demişler. Bir de sönmeyen mum var. On yedinci yüzyılda
istanbul'da Mevlevi Mehmet Dede adında bir ermiş-kaçık
yaşarmış. Bu dede, kar demez, buz demez yalınayak, başı
kabak gezermiş. Tipide, fırtınada gece yarıları bir şamdanla dolaşırmış.
O tipide, fırtınada bütün sokakları dolaşır da, şamdanındaki
mum bir türlü sönmezdi.»
En bunaltıcı sıcaklara ve en dondurucu soğuklara, nerdeyse
çırılçıplak, günlerce ve haftalarca dayanabilen «yogi» ya da Hint
«fakir»i örnekleri çoktur. Oysa t üm meteorolojik dalgalanmalara
dayanabilen ve sönmeyen bir mum gariplikler ya da gizemler tarihine
geçmeye hiç kuşkusuz hak kazanmış sayılabilir!
Evliya Çelebi'ye dönelim ve 1302 yılında Çelebi' nin Unkapanı'nda
dünyaya geldiği anlatılan gözleri al al, ateş saçan, burnunun
orta direği olmayan bir çocuğa geçelim.
«Kırmızı gözlü çocuk» denilirmiş çocuğa. Bu çocuk buluğa
erdiğinde çiçek hastalığına tutuluyor, derisi tümden soyuluyor,
yılan örneği, altından da kırmızı bir deri çıkıyor, üstelik tümden
tüysüz.
Yıllar geçiyor, çocuk «ahlakı güzel», anlayışlı, herkesle iyi
geçinen fakat konuşması zor anlaşılan bir delikanlı oluyor. Evleniyor,
bir attar dükkânı açıyor ve kendi gibi kırmızı tenli, burnunun
orta direği olmayan, kısa süre sonra ölen bir yavrunun babası da
oluyor.
Kırmızı gözlü, kırmızı tenli adam, «Revan yılı ölüp, Kasımpaşa'da
bizim mezarlığın yanında gömüldü,» der Evliya Çelebi
öyküyü böylece sonuçlandırarak.
Batı kaynaklarını karıştırdığımızda «garip» ya da «esrarengiz
» olmaktan çok «dehşetengiz» yaratıklarla karşılaşırız, İstanbul'da
yaşadıkları söylenen; Kedi Kadınlar ve Kurt Adamlar gibi.
İstanbul'un Kedi Kadınlarından söz eden Amerikalı romancı
ve senaryo yazarı Guy Endore oluyor, ilk baskısını 1934'te
yapan, «Paris'in Kurt Adamı» (The Werewolf of Paris) adlı yapıtında.
Endore kurgusal bir öyküyü anlatıyor fakat, 1870 yılının
Komün ayaklanmasında geçen bir Kurt Adamın macerasını anlattığında,
konusunu ayrıntılı bir araştırma ile destekliyor, daha
önce yazmış olduğu başkaca tarihsel romanların yaptığı gibi (Casanova;
Jeanne d'Arc v.b.).
«Paris'in Kurt Adamı»nın bir bölümünde Guy Endore «likantropi
» olaylarına, insanı kurda dönüştüren durumlara değindiğinde
bunlara dünyanın her yerinde inanıldığını belirtip, örnekleri
arasında, İskandinavların Ayı Adamlarını, Kızılderililerin Bizon
Adamlarını, Afrika'nın Sırtlan Adamlarını ve İstanbul'un (Endore
«Constantinople» diyor) Kedi Kadınlarını da katıyor, onlarla ilgili
bu bilgiyi vererek:
«Bir saç tokasını kullanarak pirinç tanelerini yerler ve bilirler
ki, yaratıkların mezarlıklarda kurdukları sofrada, karınlarını iyice
dolduracaklardır.»
Az bir şey yerler görünürde bu Kedi Kadınlar, çünkü temel
gıdalarını mezarlıklardan, mezarlardaki cesetlerden temin ederler,
onlara benzer başkaca yaratıklarla birlikte.
Mezarlıklarda sofralar kurup cesetleri parçalayıp yiyen bu
«yamyam» Kedi Kadınlar kimlerdir, nereden çıkmadırlar?
Amerikalı yazar Endore bir korku romanını yazıyor ve elindeki
folklor malzemesini buna göre kullanıyor, yorumluyor, kurguluyor
ve gerektiğinde abartıyor. Yazar, büyük bir olasılıkla, Kedi
Kadınlar diye folklorumuzda ve masallarımızda geniş bir yer
tutan, her kılığa giren cadılardan, cadı karılardan söz etmek istiyor
ve bu cadıları kendi savına uygun şekilde biçimliyor.
Sonuçta Guy Endore'un romanındaki İstanbul'un Kedi
Kadınları, İstanbul'un Cadıları, Cehennem Kadınları oluyor,
çocuk tekerlemelerinde bile anılan:
Ne ne Nermini
Çok yeme peyniri
Peynir seni öldürecek
Cehenneme götürecek
Cehennemin kadınları
İstanbul'un cadıları
Çık pik
Nerden geldin ordan çık.
«Cadılar, hortlayan ölülerdir,» diye açıklar Prof.Pertev Naili
Boratav. «Onlar üzerine de pek çok hikâyeler anlatılır. Çokluk,
kadınların cadı olduklarına inanılır; cadı-karı sözü bu inanıştan
gelmeli. Ama, erkeklerden de 'çadılaşan'ların bulunduğuna tanıt
belgeler vardır. Türk geleneğindeki cadı, aşağı yukarı, Batı inanışlarındaki
vampire'\ karşılar. Cadılar mezarlardaki taze ölüleri çıkarıp
ciğerlerini yerlermiş. Bir Rumeli anlatmasından öğrendiğimize
göre eskiden cadıları zararsız hale sokan uzman 'cadıcılar' olurmuş.
Cadılar üzerine inanış ve hikâyeler, Anadolu'dan çok İstanbul
ve Rumeli bölgelerinde yaygın olsa gerek...»
Boratav'ın vurguladığı cadı-vampir ilişkisini ve «cadıcılar»ı
kanıtlayan ilginç bir belgeyi Mehmet Şeyda sunuyor:
«Aşağıdaki yazı 1833 yılında Tırnava kadısı Ahmet Şükrü
Efendi tarafından hükümet merkezine gönderilmiş, Takvım-i
Vekâyi gazetesinin 69'ncu sayısında yayınlanmıştır:
Tırnava'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanmaya
başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine
katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde bulduğu yastık,
yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır. İnsanların
üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar. Hiç kimse bir şey
göremez. Birkaç erkek ve kadının da üzerine saldırmış. Bunlar
çağrıldı, soruldu: 'Üzerimize sanki manda çökmüş sandıkl'dediler.
Bu yüzden mahalle halkı evlerini başka yana taşımışlardır.
Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda
ittifak etti. İslimye kasabasında cad/cılık ile tanınmış Nikola
adındaki adam getirildi ve kendisiyle sekiz yüz kuruşa pazarlık
edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı (bir «ikona»).
Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir, resim hangi
mezara bakarsa, cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kalabalık
ile mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı parmağında çevirmeye
başlayınca resim, sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından
olan Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin
mezarlarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetleri yarım misli
büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer, dörder parmak uzamış
bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki
bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar, sağlıklarında her türlü
pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş,
ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak
cellada verilmemiş, ecelleri ile ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları
yetmemiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş
olmuşlardı. Cadıcı Nikola'nın tanımına göre, bu gibi habis ruhları
defetmek için cesetlerinin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve
yürekleri kaynar su ile haşlanır imiş. Ali Alemdar ile Apti Alemdar'ın
cesetleri mezarlarından çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç
kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat
hiç tesir etmedi. Cadıcı, 'Bu cesetleri yakmak gerek...' dedi. Bu
hususta şer'an da izin verilebileceğinden, izin verildi. Ve iki yeniçerinin
mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı ve çok
şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu.»
İstanbul'dan bir hayli uzaklaştık ancak, bağlantıdan bağlantıya
ve örnekten örneğe, Kedi Kadınlardan yola çıkıp folklorun,
Rumeli ve İstanbul folklorunun cadılarına ve cadıcılarına, giderek
vampirlere kadar vardık.
Tırnava Kadısı'nın naklettiği olay, her ayrıntısı ile, türün literatürüne
uygun bir vampir olayıdır. Kandan veya parçalanan cesetlerden
söz edilmiyorsa da - b i z im Yeniçeri Vampirler ortalığı birbirine
katmakla yetiniyorlar, ne hikmetse!- olayın geçmişi ve
özellikle, cadıcının yöntemleri klasik çizgileri izlemekteler. Arada,
kuşkusuz bazı «nüans» farkları eksik değildir, örneğin kazık
göbekte değil de göğüste, kalbin hizasına çakılır, yürekleri kaynatmak
kadar cesetlerin kellelerini uçurtmak da geleneğe göre
etkin bir çaredir v.b.
Vampir ya da günbatımı ile şafak vakti arasında dirilen,
mezarından çıkan, insanlara saldırıp kanlarını emen canavar
evrensel inanışlara, Babil'den kalma örneklere ve bunları yüzyıllar
boyunca inceleyen kapsamlı folklorik-tarihsel araştırmalara
temel teşkil ettiyse de Türk ve İstanbul folklorlarında pek bir yeri
yoktur, vampir-cadı bağlantısı ve kriminoloji kayıtlarında yer edinmiş
olan, 70'li yılların başlarından kalma, «Cihangir Vampiri» gibi
olaylar bir yana.
Nedir ki Batı'nın vampir inanışları, folkloru ve literatürüne
yönelik bazı kaynaklara göz attığımızda ilgimizi çeken bazı «bilgiler
» ve «kişiler»le karşılaşmış oluruz.
1884'te, Budapeşte Üniversitesi öğretim üyelerinden ve «Şarkiyat
» akademisinin kurucusu, Prof. Arminius Vambery'nin yayınladığı
özyaşamsal kitabı «Arminius Vambery: yaşamı ve maceral
a r ı n d a Türkler'deki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir.
Macar dilinin kökenlerini araştırmak amacıyla Orta Asya'ya kadar
derviş kılığında yolculuk eden Vambery'ye göre:
- Osmanlılar'da yaygın bir inanışa göre, vampirler ağaç
kavuklarında gizlenirler, oralarda avlanırlarmış;
- Ele geçirilen vampirler, kelleleri kesildikten sonra, bir
çuvala konup denize atılırmış.
Daha yakın bir kaynak ise İstanbul'da yaşayan, «özel» bir
kan bankasını işleten «gerçek» Kont Dracula'yı ayrıntılı bir şekilde
anlatmaktadır.
Kaynak 1965 tarihli «Fate» (Yazgı) adlı Amerikan dergisidir,
olayı kaleme alan ve bu «gerçek Dracula»yı İstanbul'da ziyaret
eden Leo Heiman adlı bir yazardır.
Yıllar yılı vampir konusunu araştıranlar tarafından «güvenilir»
(?) bir kaynak olarak bakılan, seçkilerde yer alan yazıya göre
Kazıklı Voyvoda'nın soyundan olan Kont Alexander Cepesi,
Romanyalı olup 1947 yılında, kızıl saçlı eşi Olga ile birlikte, İstanbul'a
yerleşiyor, bir «özel kan bankası»nı kuruyor, kişilerden kan
ve plasma satın alıyor ve de Türk hastanelerine, Kızılay'a pazarlıyor.
Yazar Heiman, Kont Cepesi ile İstanbul Hilton'un barında
buluşuyor ve söyleyişini, konta ait Jküçük bir yelkenlinin de barındığı,
İstanbul Yat Kulübünde sürdürüyor.
Kont doğal olarak bir vampir uzmanıdır, ailesinden kalma
eski kaynakların, değerli elyazmalarının sahibidir, Boğaziçi'ne
bakan beş odalı bir dairede yaşıyor, eşi, iki kedisi ve bir papağanı
ile birlikte. İki de kızı vardır bu «gerçek» Dracula'nın, biri bir
Fransız cerrahına evli, diğeri de bir Türk bankacısına.
Sohbet boyunca kan kırmızısı «Yassıada»(!) şarabını yudumlayan
kont, atası Kazıklı Voyvoda'nın, paralı asker Vlado Cepesi'
nin öyküsünü uzun uzun anlatıyor.
İlk başta Vlado acımasız, korkunç bir Türk düşmanıdır,
1450'de bir gönüllü ordusunun başında Osmanlılara karşı savaşıyor.
Nedir ki, Fetih'ten kısa süre sonra saf değiştiriyor, Hıristiyan
kardeşlerinden vazgeçip Osmanlıların tarafına geçiyor ordusu
ile. Eflâk'ı ele geçiriyor Vlado ve karşılığında Voyvoda (Prens)
unvanı ile ödüllendiriliyor, Srinca dağının eteklerinde yükselen
kalesine yerleşiyor.
Sadist ruhlu, kan dökmekten, eline geçeni kazığa çaktırmaktan
korkunç bir zevk alan Vlado Dracul (Ejderha) zamanla ipin
ucunu iyice kaçırıyor ve 1477'de, Ordea savaşında, Osmanlılar
tarafından yok ediliyor.
Yıllar geçiyor ve günün birinde mezarı açıldığında içi boş
bulunuyor...
Atasını böyle anlatıyor İstanbul'daki «kan bankası»nın sahibi
kont ve Vlad Dracul'un soyunun tek vampiri olduğunu, ne olur
ne olmaz, ısrarla vurguluyor (Kazıklı Voyvoda'nın gerçek öyküsünü
merak edenler ise Osmanlı tarihini karıştırıp güvenilir bir kaynaktan
öğrenebilirler).
Leo Heiman'ın yazısı 1980 yılında yeniden gündeme geldiğinde
Amerikalı bir araştırmacı (Fern S. Miller) yazarın kimliğini
çözmeye çalışıyorsa da onunla ilgili pek bir iz bulmuyor. Yazıyı
yayınlamış olan «Fate» dergisi Heiman'ın adresine sahip olmadığını
söylüyor, İsrael'de (Hayfa) bir Leo Heiman'ın adresi bulunuyor
ama adrese gönderilen mektup cevapsız kalıyor v.b.
Yazının içeriği ile ilgilenen kuruluşlardan «Vampir Bilgileri
Değiş Tokuşu» (Vampire İnformation Exchange, Rochester, New
York)na gönderdiğimiz bir mektupta hususları belirtiyorduk:
1 - Yazının yayınlandığı 1978 yılından beri hiçbir ciddi vampir
ya da Dracula araştırmacısının Cepesi ile temas etmemiş
olması, onunla ilgili herhangi bir bilgiyi iletmiş olmaması oldukça
gariptir,
2 - Vlad Dracul'un soyundan olduğunu söyleyen birinin
İstanbul'a yerleşmiş olması, bir «kan bankası»nı işletmesi ne denli
acayip ise bu kişinin, gerçek Vlad Drakul'un değil de kurgusal
Dracula'nın unvanı olan, kont unvanını kullanması üstelik soyadı
olarak Vlad'a yakıştırılan «Kazıklı» (Tepesh, Cepesi) adını uygun
bulması bir o kadar acayiptir,
3 - Romanya ve İstanbul ile ilgili bilgiler çok az, yetersizve
tutarsız,
4 - İstanbul'da yabancı uyruklu bir kişinin ya da herhangi
özel bir kişinin bir «kan bankası»nı işletmiş olabilmesi olanaksızdır,
5 - Alexander Cepesi adlı birine ne İstanbul telefon rehberlerinde,
ne de iki ayrı yat kulüplerinin kayıtlarında rastlanılmamıştır.
Sonuçta 1980'den bu yana ne yazar Heiman, ne de kahramanı
Kont Cepesi hakkında hiçbir haber alınmadığı gibi «kaynak
», bir düzmece ya da kaynak olarak, arşive kaldırıldı.
Bir de 1960 yılında istanbul basınını meşgul eden, «Yeni
Akşam» gazetesinde manşet konusu olan vampirler vardır. Nedir
ki, bunlar da tümden uydurma ve Edouard Roditi'nin kara mizah
türündeki «istanbul Vampirleri: çağdaş iletişim yöntemleri konusunda
inceleme» (The Vampires of İstanbul: a study in modern
communication methods) adlı öyküsünün kahramanlarıdır.
Cadılar, Kedi Kadınlar, Vampirler ve de İstanbul'un Kurt
Adamları...
Kaynağımız yeniden Batı'dan almadır ve bir uzmanın, bir
Fransız araştırmacısının imzasını taşımaktadır. İnancımız ve yöntemimiz
şu ki, bir yerlere varabilmek için, tek ve de bilimsel (değilse
de yan-bilimsel) yol kaynakların önyargısız karıştırılması ve
gerektiğinde çatıştırılmasıdır. Bazen çok ufak bir nokta, değersiz
gibi görünen bir ayrıntı, satırların arasına karışmış bir satır, ilgisiz
sandığımız bir ad, bir referans bize yararlı bağlantılar, aydınlatıcı,
yönlendirici çağrışımlar sağlayabiliyor.
Gizemcilik konusundaki kitapları ile tanınan Fransız Roland
de Villeneuve Kurt Adamları ve vampirleri araştıran bir çalışmasında
1542'de İstanbul'da sürü halinde gezen Kurt Adamlardan söz
ediyor. Villeneuve, 17. yüzyıl yazarı Jacques d'Autun'un «Sihirbazlar
ve Büyücüler Konusunda Bilimsel İnançsızlık ve Cahil Saflık
» (L'incredulite savante et la credulite ignorante au sujet des
Magiciens et des Sorciers, Jean Molin yayını, Lyon 1671) adlı
çalışmasından aşağıdaki alıntıyı veriyor:
«Sultan, has askerleri ile birlikte, silahlanıp saraydan çıktı;
kurt adamlardan yüz elli kadarını surlara dizdi fakat bunlar, toplanan
halkın gözleri önünde, surlardan atlayıp kayboldular.»
D'Autun'un anlattığı, de Villeneuve'un naklettiği bu olaydaki
Kurt Adamlar kurtlar mı yoksa İstanbul'un eski ve ezeli dertlerinden
biri olan başıboş köpekler mi?
Orası hiç belli değildir. Ancak sultanın (ki belirtilen tarihte
Kanuni Sultan Süleyman'dır) silah kuşanıp vahşi köpek sürülerinin
peşine düşmesi hiç düşünülebilir mi?
Eski kaynaklardaki eski «olaylar» yeniden ele alınıp yorumlanınca
efsanenin ya da inanışın yerini «uydurmaca» alıyor...
Ancak, her ayrıntı ve bilgiyi kullanmak pahasına, Doğu
gizemciliğinin sayılı araştırmacılarından İdris Şah'ın bir notunu
da ekleyelim.
«Arapların sözünü ettiği bir başka büyü (sihir) şekli Maskh'
dır ya da insanları hayvana dönüştürme sanatı. Batı'da,» ekler
İdris Şah «buna likantropi (kurt adam) derler...»
— 27 —
IKINCI BÖLÜM
MEKÂNLAR VE GİZEMLER
Kıyı kıyı Boğaziçi bir efsane, destan, mitos ve gizem şerididir,
her köşesinde eskiden hatta çok eskiden kalma çarpıcı, çekici
ve hayal gücümüzü zorlayan bir ya da birkaç iz taşır. Bir yol,
bir geçiş, bir kapıdır Boğaziçi, isteyene Karadeniz'e, isteyene
Marmara'ya açılan.
Gelişigüzel bir «güzergâh» çizildiğinde bile yola çıktığınız her
yer bir masalın, eski bir inanışın, daha da eski kahramanların ve
kahramanlıkların, sevgilerin ve bilgeliklerin tılsımlı bir noktası gibidir.
Kahramanlar, krallar, kraliçeler, tanrılar, ermişler ve efsaneleri
yaratanlar! Gürol Sözen'in dediği gibi: «Efsane deyip geçmeyin.
Efsanelerde güzellerin yanısıra gerçek yatar. Hem de boylu
boyunca.»
Altın Post'u ele geçirmek için Karadeniz'e açılan 55 kürekli
Argos gemisi geçiyor Boğaz'dan, nice ünlü, kimi bilimci, kimi
yarı tanrısal yolcuları ve gemicileri ile. Kimler yok ki, o gemide!
Jason var seferi düzenleyen ve yöneten, gemiyi inşa edip ona
adını veren usta Argos, Truva savaşlarına neden olacak güzel
Helena'nın kardeşleri Castor ve Pollux, erişilmez ozan Orfeus,
canavar Minotor'u öldürecek olan Theseus.
Ve dünyanın en güçlüsü diye bilinen Herkül bile var, Yunanistan'dan
Karadeniz'e kaçırılan kanatlı koçun postunu arayanların
arasında. Artı bir dizi macerasever bilim adamı: İdmon, Amphiaros
ve Mopsos gibi.
Altın Post'un öyküsü bilinen bir öyküdür: Jason, Medea'nın
yardımı ile, postu koruyan ejderi öldürüyor, istediğini elde ediyor
ve geri dönüyor. Altın Post'un öyküsü bir arayışın öyküsüdür
ancak, dikkat edelim, asıl ilginç olan bu öykünün, bu maceranın
izlediği «yol»dur.
Dodona tapınağının kehanetler yağdıran ağacın kerestesi ile
inşa edilen Argos gemisi de kehanetlerde bulunuyor, çünkü «konuşan
» bir gemidir. Denize açılan bu konuşan, ses veren gemi
bir arayışın aracı oluyor; denizden bir yolculuk yapılıyor, yaşam
ile ölüm arasındaki ince çizgiyi, ayırımı simgeleyen denizden.
Denizleri aşarak, Boğaziçi'nden geçerek, Altın Post ya da
bilgi yeniden elde ediliyor. Batı'dan çalınan ve Doğu'ya getirilen
bilgi geri dönüyorsa da bu bilgiye erişebilmeleri için Jason" un ve
onu izleyenlerin Batı'yı Doğu'dan ayıran - y a da Batı'yı Doğu ile
birleştiren- bir geçitten, bir boğazdan geçmeleri gerekiyor.
Jason'un tehlikelerle (deniz kızları, ateş soluyan boğalar,
yarı kartal yarı kadın canavarlar) dolu yolculuğu bilgiye sahip
olmak isteyen, kaynağına (Karadeniz'e) ulaşan ve aradığını elde
eden gerçek bir «giz sahibi»nin yolculuğu değildir. Jason bir ihanet
işleyerek bilgiye sahip olabiliyor, cehenneme kadar iniyor,
değişimden geçiyor, oysa gerçekten arzuladığı bilgi ve erdem
değil servet ve güçtür.
Yunan mitolojisinden kalan bu efsane, büyücü Sirse'nin kral
Ulises'e anlattığı bu öykü bizce iki açıdan ilginçlikler taşımaktadır:
1) Boğaziçi'nden geçiş,
2) Altın Post'un (bilginin) Karadeniz'den güçlenerek, Batı'ya
dönmesi.
Yoksa, Fransız Louis Charpentier'nin düşündüğü gibi,
Doğu'ya açılan kapı (Boğaz) ve Doğu gibi sayılan Anadolu (Küçük
Asya) Atlantis kıyametinden kaçan, çeşitli yerlere (Kafkasya,
— 29 —
İrlanda, İngiltere) sığınan ve engin bilginlerin taşıyıcısı olanların
barınakları, giderek merkezleri mi oldular?
Argos gemisi geri dönüyor, yeniden Boğaziçi'nden geçiyor,
zorunlu olarak. Argonotlar boğazın iki kıyısında saltanat kuran
Bebriker'in kralı Amicus'a karşı savaşırlar ve galip geldiklerinde
onlara yardım eden kanatlı cin Sostenion'a İstinye'de (Stenya,
Sostenion) bir tapınak inşa ediyorlar.
Anadolu Kavağı'ndan geçiyor konuşan gemi Argos ve bu
kez yoluna olaysız devam edebiliyor çünkü bir çıkıp bir batan
adalar çoktandır devingenliklerini yitirdiler.
Boğaz kıyılarında az olay yaratmıyorlar bu Argonotlar, Altın
Post'u kapıp geri döndüklerinde: Kral Amicus, Pollux'a meydan
okuyor, onunla dövüşüyor ve vuruluyor. İstinye'de bu olaydan
sonra inşa edildiği söylenilen tapınak bir yana, Pollux, Beykoz'da
bir defne ağacını dikiyor ve sonradan, bu ağacın dallarını
kıranlar çıldırıyorlar veya başka bir yoruma göre, görünmez oluyorlar.
Fakat neden bir defne ağacı ve defne ağacının delilik veya
görünmezlikle ne ilgisi vardır, olabilir?
Defne ağacının yaprakları ile eskilerin, antiklerin krallarına,
kahramanlarına, tanrılarına taçlar ördüklerini biliyoruz çünkü defne
bir seçkinlik, bir yücelik anlamını taşıyordu. Nedir ki, bazı inanışlarda
sözkonusu olan defne ağacının içinde bir hayli değişken
ve delişmen bir ruhun gizlendiği söyleniyor. Bazen bir çocuk
kadar şakacı bir ruh, bir cinmiş bu, ısrarlı, tuttuğunu koparan,
birinden hoşlandığında ondan hiç ayrılmayan, hep izleyen.
Zaman oluyor ki, bu ruh veya cin, ısrarlı bağlılığı yüzünden, kâbusa
dönüşüyor, bağlandığı insanları taciz ediyor. Sonuçta sabırlarını
tüketiyor (çıldırtıyor) ya da kaçmalarına, kaybolmalarına (görünmez
olmalarına) neden oluyor.
İstinye'de gizemli özellikleri ve güçleri olan bir defne ağacı
dikilirken Medea, Tarabya'yı (Therapia'yı) kuruyor. Hangi Medea
bu? Hiç kuşkusuz büyücü Medea, daha önce Jason'un yanında
gördüğümüz ve ilerde, kocasının ihanetine bir karşıt olarak
çocuklarını öldüren ve antik tragedyanın unutulmaz ve lanetli kişilerinden
biri olan.
Tarabya'nın anımsanan eski adı Therapia oluyor, yani Şifa,
ancak daha önceki adı ise Farmakeus'dur, Zehirleyen'dir. Efsanelere
kulak verecek olursak ilk Tarabya'nın bu tür bir ad almasının
nedeni de, Jason'a destek olduktan sonra peşine düşen,
Medea'nın t üm sahil boyunca döktüğü zehirdir.
Boğaziçi'nin her köşesinde, her şirin, destansal küçük
koyunda bir giz bizleri bekliyor ve antik inanışlardan dirilip bizlere
yeniden sorular soruyor, kıyıdan kıyıya bir gizem zincirini kuruyor,
ister bağıntılı ister (görünüşte) bağıntısız.
Bir zamanların Büyükderesi'nde bin yıllık bir çınar yükselirdi
Beykoz'un defne ağacı kadar gizemli ve efsaneler yaratan. Kimi
eski tarihçilere göre 1097 yılında haçlılardan Godefroy de Bouillon
bu ağacın altına yatmıştı, daha sonraki kimi tarihçilere göre
de De Bouillon hiçbir zaman Büyükdere'ye ayak basmamıştır.
Bu tarihsel çınardan Fransız yazarı Theophile Gautier söz
ediyor efsaneye inanarak, bu tarihsel çınarı İstanbul'da yayınladığı
«Revue de Constantinople» dergisinin 20 Şubat 1876 tarihli
sayısında Vikont Alfred de Gaston anlatıyor uzun uzun.
Çınarın gizemi nerede diye sorulacak. Çınarın gizemi kendisinde,
yaşında ve yaşından dolayı neden olduğu efsanelerde.
Başka bir deyimle gizemleri yaratabilmek için her şey her zaman
yeterlidir. Her şey her zaman bir çıkış noktası olur ve en önemlisi,
eskiden, çok eskiden kalmış her nesne, yer, bina ve kalıntı
taşıdığı izlerle, anımsattırdığı olaylar ve kişilerle kendi içine kapanmış
bir gizemdir.
İstanbul sarıp sarmalayan efsanelere göre antik Kabataş'ta
ya da Ajantion'da yunuslar bolca görünür, sesleri gün boyunca
duyulurdu. Argos'u akla getirerek, mesafeleri aşarak ve mitosu
gerçeklere bağlayarak deniz kızlarının sesi ile yunusların sesini
bir tutabiliriz, çokça yürütülen çağdaş bir yorum ve yaklaşımla.
Deniz kızları efsanevi yaratıklardı, şarkıları ile denizcilerin,
gemicilerin akıllarını çelen. Buna bir diyeceğimiz yok (bir zamanlar
Amazonlar, tek göğüslü savaşçı ve anaerkil kadınlar da efsanevi
sayılıyordu, tarihsel bulgular onların gerçek olduklarını kanıtlayıp
bizim Karadeniz'e bağlayıncaya dek!) fakat yunuslar, boğazın
ve Marmara'nın yunusları bir gerçektir, en azından İstanbullular
için bir yarım yüzyıl öncesine kadar bir gerçekti.
Kabataş'ta mitolojik kanun çalgıcısı Chalkis'in taksimleri ile
yunusları mestetmesi, çoban Chanandas tarafından öldürülen bir
yunusa bir mezar inşa etmesi de bu çok eski gerçeğin şiirsel bir
simgesinden başka bir şey değildir.
Kabataş'ta yunuslar ve Kuruçeşme'de (antik adı ile Anaplus)
sütunların tepesine tırmanıp yıllarca kalan Bizans'ın keşişleri:
433'te keşiş Simeon bir sütunun tepesine yerleşip 27 yıl orada
kalıyor, 460'ta yerine geçen Daniel ise aynı sütunun tepesinde 34
yıl yaşıyor, çile çekerek.
Boğaz ruhun arındığı, inanışların kanat gerdiği fakat, aynı
zamanda, orduların çarpıştığı bir çeşit özel bölge gibidir: Rumeli
Hisan'ndan 700.000 kişilik ordusunun başında Kral Darius geçiyor,
1097'de Rumeli Hisarı'nda haçlılar kamp kuruyor, kenti talan
ederek. Sonunda 1453'te Fatih Sultan Mehmet tarihin yeni bir
dönemini açıyor.
Bir ordugâh merkezi oluyor tarihi boyunca Rumeli Hisarı
oysa unutmayalım ki, hisarın bulunduğu tepenin adı, bir zamanlar,
Evliyalar diye bilinirdi ve bir ziyaret yeriydi Durmuş Dede'nin,
Şeyh İsmail Maaşuk'un, Şeyh Hassan Sarifi'nin ve başkalarının
mezarlarını içerdiğinden...
Boğaz turumuzu sürdürelim: Kireçburnu balık lokantaları ile
ünlü şirin bir mekândır, aynı zamanda çok eskiden kalma bir
efsanenin içerdiği bir ahlak dersinin de yeridir.
Kireçburnu ile Kefeli arasında adı Sadık Kaya olan bir kaya
bulunurdu ve Bizanslı Dionisios'un anlattığına bakılırsa seferden
dönen iki denizci arkadaş, günün birinde, biriktirdikleri paraları o
kayanın altındaki bir yere gizlemişlerdi. Sonra biri yalnız kaldığında,
geri dönmüş paranın tümünü almaya kalkışmış. Kalkışmış
ama başaramamış çünkü kaya vere vere salt kendine ait olan
parayı almasına izin vermiş, sadık ve sadakate bağlı bir kaya
olduğundan.
Ya Emirgân? Emirgân'ın lanetli bir yer olduğunu, en azından
antikler tarafından öyle sayıldığını kim düşünebilir ki?
Derler ki Emirgân'ın adı Kiparodes iken orada bir tapınak
yükselirmiş üçlü bir tanrıça olan Hekate'ye adanmış.
Emirgân ve büyücülüğün, cehennemin, uğursuz kavşakların
üç yüzlü, eli meşaleli, peşinden uluyan köpekleri çeken, gece
vakti kara bulutlar şeklinde gökyüzünde dolaşan ejderhaların tanrıçası
Hekate!
Boğaziçi mitolojiden kalma izleri, efsaneleri, inanışları, evliya
ve keşişleri ile gizem dolusu, antik gizemlerin anılarını koruyan
bir uzun geçit olarak karşımıza dikiliyor, salt Karadeniz'e ya da
Marmara'ya değil de öte dünyaya hatta cehenneme açılan bir
geçit. Tüm güzelliği, çekiciliği ve geçmişi ile adeta her boyuta
açılan bir kapı.
Konumuz olduğu için abartmak niyetinde değiliz ancak, sayfalar
boyunca gördüğümüz ve göreceğimiz gibi, İstanbul'un
gizemler kenti niteliği ve dolayısıyla, ayrıcalığı tartışılmaz bir gerçektir.
Yorumlar daima ve herkese açıktır fakat, yorumunuz hangi
yönde olursa olsun, gizem havası -ister hissedin, ister hissetmeyin-
bu kentin her tarafını daima sarmıştır ve sarıyor. Anıtların,
kalıntıların, tapınma yerlerinin, saray ve hanların, meydan ve
sokakların hiç eksilmeyen aksine geçen zamanla daha da pekişen
bir güç taşıdıklarını ve bu gücün, ister dalga dalga ister dairesel
şekilde yayıldığını, biriktiğini ve merkezler oluşturduğunu biliyoruz.
Mekânlara, taşınamazlara hatta nesnelere tanınan «bellek
» potansiyeli (belleği şarj etmek ya da bellekle şarj olmak
işlemleri ile) bu gücün izdüşümünden başka bir şey değildir.
İnançsal bir işlevi olan yerlerde bu güç, sürekli olarak beslendiğinde
artıyor ve bu gücün simgeleri olarak görülen nesneler
daha da etkin oluyorlar.
İşte karşımızda Ayasofya (Ayia Sofia) 921 yıl sürece bir kilise,
481 yıl boyunca bir cami ve bugün bir müze, bir kültür ve
— 33 — istanbul Gizemleri / R 3
sanat merkezi. Hiç kuşkusuz Batı ile Doğu'yu biraraya getiren,
sentezini yapan bir merkez, gizemleri ve efsaneleri, inanışları ve
izleri ile. Gezegenimizin kutuplaşma (polarite) haritasında önemli
bir nokta.
1833'te Ayasofya'yı camiyken ziyaret eden Prusya elçilik
danışmanı M. von Tietz, Hıristiyan inançlarına göre kutsal sayılan
emanetleri bu şekilde değerlendirmektedir:
«Güney yönde bulunan üst galeride, çukur, kırmızı renkte
bir mermer var. Bunun peygamberimiz İsa'nın beşiği olduğu söyleniyor.
Bir de annesi tarafından İsa'nın yıkandığı kurna var. Bunların
ikisi birlikte Kudüs'ten getirilmiş. Tapınağın kuzey yöndeki
giriş kapısının soluna doğru bir sütun görülüyor. Buna 'Terleyen
Sütun' adı verilmiş. Sürekli olarak rutubetten ıslandığı için, buna
el değdirmenin, her derde deva olacağı söyleniyorsa da cami
avlularındaki insanların hali bunu kesinlikle yalanlamakta.»
Ayasofya'yı Batılı bir diplomatın yorumu ile değil de folklor
açısından ele aldığımızda başka noktalara değinmiş oluruz:
«Ayasofya... sade mimarlık, mozaik ve başkaca bezeme
sanatlarının sergilendiği bir yer değil, efsane ve inanışların da
hazinesidir.» der Pertev Naili Boratav. «Bizans çağında ve daha
sonraları da Türklerin onu camiye çevirmelerinden sonra İstanbul'un
Müslüman topluluğu, insan emeğinin bu yüce yapıyı yaratmasında
insanüstü güçlerin payı olduğuna, onun köşe bucağında
aklın çözümleyemeyeceği nice sırların gizli durduğuna inanmış.
»
532 yılında, Nika isyanı sırasında, Ayasofya tümden yandığında
İmparator Justinien yeniden bir inşaata girişiyorsa da kubbeye
gelindiğinde parasal zorluklar çekmeye başlıyor. Bir efsaneye
göre de beyazlara bürünmüş bir delikanlı ona katırlarla, çuval
dolusu altın getiriyor. Heyecana kapılan imparator bu olayı yakınlarına
anlatmaya kalkınca da büyü bozuluyor, altın getiren delikanlı
bir daha görünmüyor.
«Terleyen Sütun» veya «Terleyen Direk» ya da «Ağlayan
Direk» konusunda Boratav'dan aşağıdaki bilgileri aktarıyoruz:
«Müslümanlar derler ki: Ayasofya, Muhammed peygamberin
zamanında bir zelzeleden yıkılmış, tamire kalkıştıklarında kubbeyi
bir türlü tutturamamışlar. Sonunda, Hızır'ın öğüdünü dinleyerek,
peygamberin tükrüğü, Zemzem suyu ve Mekke toprağı ile
karıştırılmış bir harç sayesinde kubbe yapılabiliyor. Evliya Çelebi'ye
göre, tapınağın Terleyen Direk' diye adlanan sütununun
altında karılmış bu harç. Büyük kubbeden sarkan altından top
kandili, bu mucizeye bir saygı anısı olarak Fatih astırmıştı.
Terleyen Direk (yahut Ağlayan Direk)te bulunan delik,
Hızır'ın, kiliseyi camiye çevirmek isteyince, yapının yönünü kıbleye
döndürmek için parmağını soktuğu delik imiş. Bu delikten
sızan ıslaklığın türlü dertlere deva olacağı sanılır. Hızır'ın, Kadir
gecesi Ayasofya'ya geldiğine, tam altın top kandilin altında
namaz kılanlar arasına katıldığına inanılır.»
Ayasofya'nin «mucizeler»i ve neden olduğu inanışlar saymakla
bitmez ve her kuşak, her toplum ve her inanç bunlara bir
şeyler katmıştır: kimi Ortodoks efsanelerine göre son Ayasofya'
nin maketi bir arı peteğinden çıkmadır, kimine göre de büyük
salonun ortasında bulunan, demir bir kapakla örtülü eski bir
kuyunun suyu kalp hastalıklarına şifa veriyormuş.
Fetih'ten kalma bir başka efsaneye göre Fatih, Ayasofya'ya
girdiğinde ayin yapmakta olan patrik duvarın içine girip kaybolmuştur.
Ayasofya nerdeyse bir çeşit gizemler ve inanışlar ansiklopedisi
ise Çemberlitaş bir esrarlar seçkisidir.
Çemberlitaş ya da Constantin sütunu Bizans'ın merkezi ve
de simgesi olarak bilinir ve sayılırdı çünkü, Bizans'ın Constantin
tarafından fethinin (18 Eylül 324) ve kutsamasının (8 Kasım 324)
bir işaretiydi. Aynı zamanda başkaca kutsal emanetlerin biraraya
getirildiği bir gizemler noktasıydı.
Bizans inanışlarına göre Constantin sütunun temelinde Truva'dan
gelme tanrıça Pallas Atina'nın tahtadan yapılmış heykelini,
Nuh peygamberin asasını, Musa'nın sular fışkırttırdığı taşı,
İsa'nın ekmekler dağıttığı günden kalan yedi ekmeğin kırıntılarını
gömdürmüş ve temeli kendi eli ile kapatmıştı.
Çemberiitaş'ın tepesinde yükselen ve Apollo'ya benzetilen
Constantin'in heykelinde de İsa'nın haçından (çarmıhından) bir
parça bulunduğuna dair inanışlar da vardı.
1105 yılında heykel kopan bir fırtınada, birkaç kişiyi de ezerek
yıkılıyor sonraki yıllarda, İmparator I. Manuel Comnenos'un
döneminde, sütun tamir ediliyor ve 1779'da I. Abdülhamit'in emri
ile çemberler yenileniyor.
İstanbul'daki sütunlar, dizi dizi efsaneler yaratarak, etrafa
gizemler dağıtıyorlar:
- Avratpazan'nda içi boş, mermer parçalarından yapılmış
bir sütun ve tepesinde bir heykel, o da bembeyaz mermerden.
Yılda bir kez heykel ses verir, kuşlar etrafına dönmeye başlarlar
çılgıncasına ve bir kısmı yere düşer bitik. Halk onları toplar kendine
bir ziyafet çeker. Bizde Avrat Taşı olarak bilinen Arcadius sütunudur
bu, kala kala bir kaidesi kalmıştır Cerrahpaşa'da bir de
tepesinden kopan bir parça.
Sütun 403 yılında İmparator Yüce Theodorius'un anısına dikiliyor
İmparator Arcadius tarafından; 421'de 2. Theodosius tepesine
babası Arcadius'un kuşları cezbeden heykelini yerleştiriyor;
542'de sütuna düşen bir şimşek heykelin bir elini kırıyor; 740'ta
ise heykel kendiliğinden devriliyor ve 1719'da sütun yıkılıyor.
Avratpazan'ndaki Avrat Taşı'na karşın Fatih'te bir Kız Taşı
veya Marcianus sütunu...
Bunun tepesinde de, Bizans döneminde bir heykel duruyordu:
İmparator Marcianus'un oturmuş haliyle bir heykeli. Efsanelere
göre sorun yaratan bir imparator heykeliydi bu, çünkü yakınlarından
geçen kızların bakire olup olmadıklarını açık açık duyurmak
gibi kötü bir huya sahipmiş.
Evliya Çelebi de bir başka olağanüstü sütun ve heykelden
söz ediyor, Çatladıkapı'da bulunan. Dört köşeli olan bu sütunun
tepesindeki heykel ise tunçtan yapılmıştı ve bir çeşit haberci-koruyucu
görevini görüyormuş: Akdeniz'den yaklaşan düşman
gemilerini haber verir, gemiler yaklaşınca da ağzından çıkan bir
ateşle yakıp kül edermiş.
— 36 -
Çemberlitaş'a dönelim: Çemberlitaş ve altında bulunduğu
söylenilen iç oda ile ilgili ilginç bir yorum Haluk Egemen Sarıkaya'dan
gelmektedir. Sarıkaya'nın savına göre, «Mabet Prototipine
uygun her kutsal yapı gibi, Çemberlitaş'ın da yeraltı Agarta
sistemiyle ilişkisi olması sözkonusudur.»
Bu savı ile ilgili olarak araştırmacımız 1930'lu yıllarda Çemberlitaş
civarında yapılan bir arkeolojik kazı sonucu labirent şeklinde
bazı dehlizlere rastlandığını, bu noktadan hareket edildiğinde
Çemberlitaş'ın İstanbul'un altındaki dehlizlere açılan bir kapı,
bir giriş hatta bir enerji noktası işlevini gördüğünü de eklemektedir,
rahatça tartışılabilir bir yorumla.
Eski Bizans'ın merkezi olan Hipodrom, Sultan Ahmet ve
civarının Aksaray'a ve belki de daha ötesine kadar yeraltı galerileriyle
döşendiği bir gerçektir ve Sarıkaya bu gerçeğe kaynak olarak,
«İstanbul'un Yedi Harikası» adlı 80 küsur yıllık bir kitaba
dayanarak Yerebatan Sarayı ile Kınalıada arasında uzanan bir
tünelden de söz etmektedir.
«Köpek Öldüren Kanalı denilen bu dehlizin, Yerebatan Sarayı'nın
gizli bir girişinden başlayarak kuzeydoğu yönünde ilerlediği
ve boğazın Marmara'ya açıldığı yerde denizaltından geçtiği,
Üsküdar'dan itibaren de güneydoğuya doğru bir açı yaparak,
düz bir hat halinde, önce Üsküdar-Kadıköy sahillerinin ve daha
sonra gene Marmara'nın altından uzanıp Kınalıada'ya ulaştığı ve
buradaki manastırda son bulduğu belirtilmektedir.»
Dehlizler, gizli dehlizler, denizaltı kanalları, kıyıları kıyılara
giderek adalara bağlayan geçitler, işlevleri, simgeleri ve anlamları...
Araştırmacı Sarıkaya konuyu cesur bir varsayımla, ilerdeki
bir bölümde üzerinde duracağımız Agarta'ya bağlamak için gayret
sarfediyorsa da dehlizlerle birlikte İstanbul'un bilmediğimiz ya
da pek iyi bilmediğimiz yeraltısı halen çözülmemiş sorunları ile
karşımıza dikilmektedir.
Labirentlerin, gizli dehlizlerin, mağaraların önemi salt arkeolojik
veya jeolojik değildir. İlkel inanışlara dönüp dünyamızı koca-
— 37 —
man bir ana gibi gördüğümüzde, yeraltındaki kanallar ve gizli yollar
bu dünyasal ananın rahminden başka bir şey değiller. Dolayısıyla
labirente ya da dehlize girmek anaya bir dönüştür, bir yeniden
doğuş, bir arayış ve bir eğitim görmedir.
1972'de Aksaray'da belediyenin kanalizasyon inşası için yaptığı
bir kazıda Bizans devrinden kalma bir mezarlık (katakomb)
bulunuyor, ikinci katı sularla dolu; 1963'te Taşlıtarla'da, Havuzbaşı
semtinde, oto tamircisi Cavid Cinci boş bir arsada açılan bir
delikten, define aramak niyetiyle yeraltına iniyor. Cinci ortadan
kayboluyor, tarlanın altında açılan dehlizi arkeologlar araştırıp
bunun da iki katlı ve yaklaşık olarak 87 metre uzunluğunda olduğunu
saptıyorlar.
Arayışlar sürdürülürken Cinci'nin cesedi bulunuyor fakat bir
bataklığa varan dehlizin devamına ulaşılmıyor, ne olduğu, ne işe
yaradığı ve hangi döneme ait olduğu ise kesinlikle anlaşılmıyor.
Ayaklarımızın altında yerini, sayısını ve işlevini bilmediğimiz
bunca dehlizler, yeraltı yolları ve labirentler açıldığına göre
zaman zaman yerin altından garip seslerin çıkmasına, yükselmesine
hiç şaşmamamız gerekiyor. 26 Eylül 1980 gecesi, İnönü stadının
civarlarında, yeraltından gelen ve balyoz sesine benzeyen
gürültüler duyuluyor. Sesleri duyan ve meraklanan bir grup
asker ilgililere haber veriyor, yerinde bir araştırma yapılıyor fakat
ne seslerin nedeni, ne de kesin çıkış noktaları anlaşılamıyor.
Anlaşılmayan veya açıklanamayan her olayın altında bir
esrar aramak değildir niyetimiz. Ancak yukardaki örnekte en
basit, doğal bir açıklama olarak bir yankılanmadan söz edebiliriz.
Aynı şekilde, mantıksal bir süreç içinde, bu ve benzer sesleri, aşırı
gibi görülebilecek ama araştırmaya her zaman açık bir yaklaşımla
gürültüleri henüz bilmediğimiz, gereği ile araştırılmamış bir
«yeraltı yolları» varsayımına da bağlayabiliriz.
Yeraltı dehlizleri, yeraltından çıkan sesler ve yine yeraltından
çıkan hayvanlar...
16. yüzyıla dönüp Hans Dernshvvam'a kulak verelim:
«Birçok kimse bize inanılabilecek şu hikâyeyi anlattılar. Yıllar
— 38 —
önce bir gün Avratpazan'ndaki büyük kuleden binlerce yılan dışarı
fırlayıp denize doğru yola koyulmuşlar. Aralarında çok iri bir
yılan varmış. Bu olayı binlerce kişi gözleriyle görmüş. Yılanlar
arkalarında bir toz bulutu bırakmışlar. Hiç kimse bunlara bir şey
yapmamış.»
Olaya bir «yılan göçü» gibi bakabiliriz veya aynı yazarın naklettiği
karga örneğine bağlayarak bu toplu göçün altında başka,
ola ki simgesel anlamlar da arayabiliriz.
Türk mitolojisinde yılan önemli bir yer tutmaktadır, efsanelere
göre kozmik (evrensel) âlemle birlikte yaratılmıştır (Lakhmu ve
Lakhamu), boynuzlu olunca koruyucu görevini üstlenmektedir,
Volga Türkleri için uğurlu bir hayvandır v.b.
Buna karşın, halk inanışlarında, bazı yılanlar uğursuz sayılır,
görüldükleri yerlerde öldürmeleri gerekir. Ancak, ölü yılan yağmur
duasında kullanıldığı gibi yılan derisi de büyülerde, yılan gözleri
de nazar değmelerinde kullanılır, özellikle Anadolu'da.
Aşırı göstergebilimsel bir yaklaşım gibi görünürse bile inancımız
şu ki her şey her şeyle her zaman bağıntılıdır, her şey bir
neden-sohuç ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Gerçek gibi anlatılan
bir olayın altında gizli, simgesel bir anlam yatabildiği gibi efsane,
masal, destan, batıl inanç diye nitelendirdiğimiz anlatıların
temelinde bir gerçek de yatabilir veya yatmaktadır.
Hayvanlardan söz ettiğimize göre konuyu sürdürelim ve bu
kez bir «ayazma»ya bağlı bir efsaneyi nakledelim.
Mekânımız Silivri Kapı ve Balıklı Ayazma. Bu mekâna bağlı
bir efsaneyi eski İstanbul'un ünlü ziyaretçilerinden İtalyan ozan
ve yazar Edmondo de Amicis'in kaleminden okuyalım:
«Müslümanlar İstanbul surlarına son kez saldırmakta iken
manastırdaki (eski Balıklı Manastırı) bir Rum keşişi balık kızartmaktaydı.
Birden mutfağın kapısında bir başka keşiş göründü ve
dehşet içinde bağırdı: - Kent düştü! - Nasıl? - Sordu diğeri -
Bu balıklar tavanın dışına fırlarsa böyle bir şeye inanabileceğim-
Ve bunu der demez balıklar, yarı yanmış yarı pembe ve yalnızca
bir taraftan kızartılmış olarak tavadan dışarı fırladılar ve büyük bir
ihtimamla, alındıkları ve içinde halen yüzdükleri suya daldılar.»
De Amicis İstanbul'da 1878 yılında bulunuyor ve ayazmayı
bir Rum papazı ile birlikte ziyaret ettiğinde papaz ona yukarki
efsaneyi anlattığı gibi bir sarnıcın içinde yüzen kırmızı balıkları da
gösteriyor.
Balıklı ayazması ile ilgili eskiden kalma başka inanışlar da
vardır ve bunlardan birine göre İmparator Justinien oralardan
geçmekteyken, bir kaynağın etrafında toplanmış bir kadın kalabalığını
görüp duruyor, sorup soruşturuyor. Kadınlardan biri ona
«Şifalı suyun kaynağıdır bu» deyince de Ayasofya'dan kalma malzeme
ile orada, ayazmayı da içeren bir kilise inşa ettiriyor.
Acı acı öten kargalar, göç halinde yılanlar, kehanetlerde
bulunan kırmızı balıklar ve...
«Abdülhamit zamanında Galata'da, Lavirentos adlı 17. yüzyıldan
kalma bir tekçi meyhanesinin mahzenindeki bir şarap fıçısının
içinde, görenleri şaşırtacak büyüklükte ve sütten beyaz bir
örümcek bulundu. Acayip hayvan hâlâ canlıydı, 300 yaşındaydı.»
diye anlatıyor Mehmet Şeyda.
İlginç bir adı var bu meyhanenin, Lavirentos yani labirentin,
dolambaçlı dehlizin Yunancası. Ve bu meyhanenin mahzeninde
bulunuyor bu 300 yıllık olduğu söylenilen kocaman ve bembeyaz
örümcek. Ola ki, o da eskinin yeraltı geçitlerinden, nerede başladıkları,
nereye vardıkları bilinmeyen gizli ve gizlenmiş yollarından
kopup gelen bir yaratıktı!
Hem unutmayalım ki, antiklerin Galata'sı mitoslarda yeri
olan bir bölgeydi. İlk Galata ya da Sykae (Sika = İncir) incelikleriyle
ünlenmişti ancak, Strabon, Dionisios v.b. tarihçilere bakılırsa,
mitologyanın tanrılarına, tanrıçalarına Eros, Venüs ve
Diana'ya, tapınakları ile ilişkili, bir bölge ve cinselliğe dayalı
gizemli ayinlerin, kutlamaların bir merkezi.
Galata'nın yüzyıllar sonrası, meyhaneleri, eğlence yerleri ve
hayat kadınları ile zevk ve «sefahat» bölgesini oluşturması belki
de bu antik inanışların, halen ortalarda esen «havası»ndan kaynaklanmıştır.
* * *
— 40 —
Eski İstanbul'un çeşitli semtlerinde, mahallelerinde tekinsiz
gibi bilinen ruhların, hayaletlerin dolaştığı, göründüğü evler bulunurdu.
İyi Sıhhatte Olsunlar'ın mekân olarak seçtikleri, barındıkları
ve huzura kavuşmadan terkedemedikleri yerler.
İlk çocukluğumuzda Bostancı'da, köprünün karşı tarafında
yükselen yarı yıkık ve ahşap bir konak eskisinin tekinsiz olduğu,
gece vakti içinde ışıkların dolaştığı söylenilirdi. Yeniyetmelik yıllarımızın
Büyükadası'nda da benzer bir ev yükselirdi Maden denen
mevkinin bir tepesinde. O da ahşap, çökmek üzere ve üstelik
nedeni bilinmeyen bir lanetle damgalanmış.
Hayaletsiz bir eski kent, eski mekân düşünülmediği gibi
hayaletsiz bir İstanbul da düşünülemez. Abdülhak Hamit Çamlıca'nın
hayaletlerinden söz ediyor, Necip Fazıl Kısakürek 20 odalı
bir konakta gezindiğinde büyükbabasının hayaletini görür gibi
oluyor.
Topkapı Sarayı'nın Harem dairesinde gece vakti havuz
başından gelen kadın seslerinden, görülen ya da görülür gibi
olan saydam şekillerden söz eden gece bekçilerini tanımıştık
bundan 30 küsur yıl önce ve Topkapı Perileri mitolojimize dahil
edilen bir konuyu teşkil ediyorlar.
Sultan 2. Mahmut'un berber başılığından emekli olmuş yaşlı
Memiş Efendi'nin öyküsü anlatılır, Topkapı Sarayı'ndaki perilerle
ilgili olarak. Sultan I. Abdülhamit'in zamanında Enderun'a girmiş
olan bu Memiş Efendi t üm ömrünü sarayda geçirmiş, nücûm ve
simya konuları ile uğraşmış ve kendini bu konularda çok bilgili
sanıyormuş. Cinlere, perilere ve yıldızlara inanan yaşlı gizemci
Memiş sarayın bahçesinde bulunan bir şimşirliğin perilerin mekânı
olduğunu, perilerin Türkleri ve de padişahı çok sevdiklerine de
inanırmış. Hatta ve hatta, Memiş Efendi'nin anlattığına göre, her
gün seher vaktinde t üm üst rütbeli periler o şimşirlikte toplanır,
divan kurulur ve peri padişahı da bu divanı yönetirmiş.
Memiş'in tüm bu anlattıklarına rağmen şimşirliği kaldırma
kararı alındı ve karar uygulandı. Buna kızan yaşlı gizemci de bundan
böyle Topkapı'da felaketlerin hiç eksik olmayacağını söylemiş
durmuş.
Peri ya da cin olup olmadığını bilmiyoruz fakat ailemizde
anlatılan bir olayı burada nakletmenin ilginç ve yerinde olacağını
düşünüyoruz.
Olayın geçtiği yer Beyoğlu, Asmalımescit Sokak 50 numaralı
evdir, olayın geçtiği tarih 1912-1914 yılları arası, olayın kahramanı
ise bu yazarın büyükannesi, adı ile Mariana Filipucci.
Ailenin oldukça dar bir gelirle yaşamakta olduğu o yıllarda
(Birinci Dünya Savaşı öncesi ya da başlangıcı) bir kış sabahı
evin genişçe avlusunu süpürmekte olan, kara kara düşüncelere
dalmış büyükanne Mariana üst kat merdivenlerinden birinin
inmekte olduğunu, yaklaştığını duymuş, dönmüş bakmış ve hayretler
içinde kalmıştı.
Merdivenlerden inen ve yaklaşan, evde hiç görmediği, bir
zenciydi, alımlı, kır saçlı ve fesli. «Bir paşa gibi giyinmiş, sırmalarla
süslenmişti.» diye anlatırdı büyükanne. Zenci önüne durmuş,
eğilip selam vermiş sonra da redingotunun cebinden bir kese
çıkarıp, Mariana'nın eline bırakmış ve kapıdan çıkıp gitmişti.
Büyükanne hayretten dona kalmış, bir süre sonra kendine
gelmiş, keseyi açtığındaysa içinin altınlarla dolu olduğunu görmüştü.
Tam o sırada sokaktan kızı (annemiz) Elisabetta gelmiş
büyükanne de sormuş ona sokakta şöyle böyle bir zenciyi görüp
görmediğini. Hayır kızı böyle bir kimseyi görmemişti, ne o, ne de
başka birileri. Sanki birden cisimlenmiş, büyükannenin parasal
sorunlarını bir çırpıda halletmiş ve de kayıplara karışmıştı.
Kesin olan bir şey varsa o da o gün, o evde herhangi bir
zencinin kalmadığı, daha önce ve daha sonra hiç gelmediği,
görünmediğidir.
Ancak o evde, dört-beş yıl sonra, bir ruh çağırma seansı
esnasında üç bacaklı yuvarlak bir orta masanın dört kat merdiven
boyunca indiği seansa katılanlar tarafından görüldü!
Altın dağıtımı ile ilgili bir olayı Haluk Egemen Sarıkaya bu
şekilde anlatıyor:
«1930'larda İstanbul, Paşabahçe'de, İncirköy Mahallesi, Köybaşı
Sokağı'ndaki 10 numaralı evde, Mahmut Ağa ve ailesi oturu-
— 42 —
yordu. Kendilerine hizmet eden Hüsamettin Efendi ile hanımı da,
evin alt katına yerleşmişti. Kıt kanaat geçinen hizmetkârların
hayatında, bir gün, dikkati çeken bir değişiklik oldu: bayağı refah
içinde yaşamaya başlamışlardı. Bu durumun devam etmesi üzerine
Mahmut Ağa, Hüsamettin Efendi'den kuşkulandı ve zenginliklerinin
sebebini öğrenene kadar adamcağızı sıkıştırdı. Hüsamett
in Efendi de, çaresiz kalınca, her sabah namazından sonra bahçedeki
kuyunun başında bir Osmanlı altını bulduğunu açıklamak
zorunda kaldı. Ne var ki, her gün tekrarlanan bu 'apor' fenomeni
de o andan itibaren sona erdi. Mahmut Ağa'nin merakı tatmin
olmuştu ama zavallı Hüsamettin Efendi ile hanımı gene fakirlik
içinde kalmışlardı.»
Sarıkaya'nin naklettiği olay bir «apor» sayılacaksa bizim naklettiğimiz
aile olayının açıklanması ve tanımlanması da bir özdekleştirme
(materyalizasyon) olabilir, spiritualist açıdan.
Tekinsiz evlerden söz ettiğimizde bunları veya en azından,
bunlardan bazılarını «poltergeist» (vurucu ruh) olaylarına da bağlayabiliriz,
aşağıda verdiğimiz iki örnekte olduğu gibi:
1) Yeri: İstanbul, Vaniköy, Kuleli Askeri Lisesinin yanındaki
spor salonuna bitişik mahalledeki evler.
Tarihi: Ağustos 1964.
Olayın süresi: 10 gün.
Olayın niteliği: Çeşitli yönlerden atılan taşlar ve mozaik kırıntıları.
Olayın tanıkları: Mahalle muhtarı, mahalleli gençler, polis,
askerler.
Olayın nedeni ve çözümü: Evlerin arkasında dolaşan bir
asker; asker oradan uzaklaştırılınca olaylar kesildi.
Olaylar kesilmesine kesildi oysa «poltergeist» belirtisi olarak
literatüre geçen bu örnek, sonuçta daha çok bir şaka gibi görünmektedir.
2) Yeri: istanbul, Halıcıoğlu, Salınadur mevkindeki bir ev.
Tarihi: Kasım 1966.
Olayın süresi: 3 ay.
Olayın niteliği: Evin akşam saat 17.30'dan sabaha dek taşlanması.
Atılan nesneler: Mermer parçaları, tuğla, briket parçaları, taşlar.
Olayın tanıkları: Evin sahibi Muzaffer Özgören, polis, bekçi,
komşular, mahalleli.
Olayın çözümü: Başladığı gibi bitti.
Yukardaki iki olay gereği ile incelenmiyor, araştırılmıyor,
kalan bilgiler de yeterli olmuyor. Buna karşın 1967'de Unkapanı'ndaki,
basında «uğursuz» diye tanıtılan bir evde geçenler çok
daha tipik belirtiler taşımaktalar. Şöyle ki:
- Duvarda asılı bulunan bir yer masası yerinden kopup merdivenlerden
aşağıya yuvarlanıyor ve bu olay tam 7 kez tekrarlanıyor;
- Ertesi gün masa yan kanatlarından beton çivilerle, duvara
çivileniyor fakat yeniden yere düşüyor, çivili yerleri duvara asılı
kalıyor;
- Henüz kurulmamış olan taş kömür sobası 3 kez devriliyor;
- Oturma odasındaki bir sehpa birçok kez yere düşüyor ve
bundan başka vazolar, sandalyeler, ecza dolabı v.b. aniden yere
düşüyor.
Parapsikolojinin kabul edip incelediği bu tür «poltergeist»
(vurucu ruh) olayları genelde ruhsal dalgalanmalar geçirmekte
olan çoğu buluğ çağında gençlere bağlanıyorsa da sıralanan
örneklerde, kaynaklara bakılırsa herhangi bir inceleme yapılmadığından
- v e bir abartı dozunu daima gözönünde t u t a r a k - bu ve
bu tür olayları kesin bir kategoriye bağlayıp tatmin edici bir sonuca
varabilmek olanaksız gibi görünüyor.
Altın dağıtanlar, evleri taşlayanlar, devingen nesneler ve gizli
hazineler...
Bir gizli hazine öyküsü Cerrahpaşa Hastanesinin kuruluşu
hakkında anlatılır.
«Mirasçısı olmayan çok zengin bir adam ölüm döşeğinde,
komşusu fakir bir balıkçıya vasiyetini söylemiş. Konağının bodrumunda
hazinesi saklıdır ve orayı olağanüstü varlıklar beklemektedir;
hazineye, Mısır'da oturan ünlü Cerrah'tan başka kimse girmeyecektir.
Balıkçı birçok maceralardan sonra Mısır'daki Cerrah'ı
bulur, İstanbul'a getirir. Cerrah, padişaha damat olur ve
bugün onun adı ile anılan büyük hastaneyi kurar.»
Hazine inanışlarını, define tutkusunu destekleyen hoş bir
masaldır bu, İstanbul folkloruna yerleşmiş. Nedir ki, hastane, Cerrah
Mehmed Paşa'nın adını taşıyorsa da, kuruluşu 1910 yılına aittir.
Yukarki öyküyü anlatan ve «İstanbul Ansiklopedisini kaynak
olarak kullanan Pertev Naili Boratav'ın belirttiği gibi efsane hastanenin
Cerrahpaşa adını taşımasından ve öte yandan, 1944 yılında
ek bir pavyon inşaatı sırasında yapılan kazıda bir işçinin o yerde
bir define bulmasından kaynaklanmıştır bir olası.
İstanbul'un her köşesinde bir garip olay, bir gizemli efsane,
bir eski inanış karşımıza çıkıyor ve doğrusu, malzeme hiçbir
zaman yeterli gibi gelmiyor araştırılmayan, bilinmeyen veya unutulan
başkaca olaylar ve örnekler akla gelince.
Kızkulesi'ne bağlanan çok bilinen efsaneyi burada bir kez
daha nakletmek gerekli mi acaba? Ama hangi efsane? Batılılar
için Kızkulesi halen Leandros Kulesi olarak biliniyor, Venüs rahibesi
sevgilisi Hero'ya ulaşabilmek için boğazı geçmeye kalkan
ve boğulan genç Leander'ın anısı yüzünden. İstanbul inanışları
ise kaderinde yılan tarafından ısırılıp zehirinden ölecek olan, bir
sultanın kızından söz ediyor. Kızının hayatını kurtarmak umudu
ile sultan genç, güzel kızını sularla sarılı o kuleye kapatıyor fakat
kötü yazgıyı yenemiyor, çünkü bir üzüm sepetine gizlenen bir
yılan, sonuçta, genç kızı ısırıyor.
Sonra... Bir Halic'i düşünün, eskilerin Altın Boynuz gibi bildikleri,
adlandırdıkları Halic'i ve halen taranmayan, araştırılmayan
derinlikleri. Batan gemilerden ve hiç kuşkusuz, gizli, suların
altında kalmış definelerden söz ediliyor. Nerede, nasıl ve ne
zaman?
Ve neden Altın Boynuz?
Gizemsel inançlara göre boynuzlu atın, mitologyada Likorn
olarak bilinen atın boynuzu bir antendir, evrensel (kozmik) bir
anten ve bu anteni sayesinde kutsal at Likorn'un evrenin tanrısal
merkezi ile bağlı olduğu düşünülmektedir. Moğol inanışları da
ata evrensel bir öz tanımakta, tek boynuzlu atın telepatik bir bağlantı
kurduğu görüşüne dayanmaktadır.
Yoksa Altın Boynuz adı civarlarda yaşayan atlı Şitler (Scythes)
den ve onların boynuza verdikleri, mitoslara bağlı değerden
mi kaynaklanıyor?
Ya Galata'yı kurduğu söylenen ve Anadolu'ya açılıp Ancira'nın,
bugünkü Ankara'nın temellerini atan, Bohemya-Moraviya
tepelerinden kopup gelen Keltlerden hiçbir şey kalmamış mı bu
kentin antik inanışlarında ve onlardan kaynaklanan gizemlerinden?
Mekânlar ve gizemler dedik, mekânlar ve efsaneler, mekânlar
ve bilinmeyenler...
Kutsal yerler kendiliklerinden inançsal gizemler taşırlar, ister
ruhsal tinsel, ister görünürde daha somut hatta esrarlı.
Beyazıt'taki Kâtip Sinan Camisi bunlardan biridir, bahçesindeki
boş bir mezar ve kubbesindeki bir tabutla; camiyi yaptıran
(1496) Kâtip Sinan'ın mezarı ve de mezara girmek istemeyen
tabutu.
Kâtip Sinan ve tabutu hakkında anlatılan bir İstanbul inanışına
-ve araştırmacı Namık Talat Güraslan'ın bir çalışmasınagöre
tabut, bundan yaklaşık beş yüzyıl önce, mezara konduğunda
gece vakti onu örten topraktan kurtulmuş, yükselmiş ve caminin
kubbesinin yanına yerleşmiş.
Kubbeden alınıp yeniden mezarına konmuş ama aynı gece
tekrardan uçup seçtiği yere, yükseklere geri dönmüştür. Üç kez
tekrarlanan bu olaydan sonra caminin imamı ve cemaat karara
varıp Kâtip Sinan'ın mezarına sığmayan tabutunu seçtiği yerde
bırakmışlar. O gün bugün tabut halen yerinde görülmektedir.
Evliya Çelebi'den çıkma değilse de, bir sonraki bölümde
bazı örneklerine değineceğimiz, sayısız İstanbul inanışlarından
alınmış bir imge...
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İSTANBUL İNANIŞLARI
Kimine göre bir Mega Kent, bir Büyük Şehir, kimine göreyse
bir büyük Kasaba veya kocaman, kent boyutlarında, bir köy bileşimi
olan bugünkü İstanbul'da tümü ile özgün sayılabilecek neler
kaldı? Ve bu kalanların arasında yine İstanbul'a tümden özgü ne
gibi inanışlar kaldı?
Eskiden, çok eskiden, Fetih öncesinden, Bizans'tan kalanlar
artık bir çeşit kozmopolit mitologya oluşturmuşlardır. Sonradakiler,
İslam İstanbul, Osmanlı İstanbul ile şekillenenler ve gide gide
iç göçlerle beslenenler folklorun sayfalarına karıştılar.
Bugünün çarpık kentleşmesi ile içinde yaşadığımız bu İstanbul
çözülmesi ve tanımlaması çok zor olan, renkleri ve çizgileri,
anlamları ve değerleri iyiden iyiye karışmış bir mozaiki sergilemektedir.
Hem öyle bir mozaik ki, somut olmaktan çok her kaynaktan
gelen, her kaynaktan beslenen, zaman zaman bir senteze
yaklaşan, zaman zaman acayip bir karmaşıklık yaratan tümden
soyut, yapay görünmektedir.
istanbul'un gerçek inanışları -ister tümden özgün, ister dış
etkenlerle beslenen- yukarda işaret ettiğimiz gibi folklorun kapsamına
girmiş türler ve çeşitlemelerdir. Nedir ki, bunların çeşitleri,
ilginç saptamaları ve bu saptamaların, ayrıntı ve çağrışımların
doğurduğu varsayım ve yorumlar her zaman üzerinde durulacak
bir malzemeyi, bir kaynağı meydana getirmektedirler.
İstanbul'da nelere inanılmadı ki (ve ola ki halen inanılıyor)?
Dünyayı düşünelim, ilkin üzerinde yaşadığımız bu yuvarlak
gezegeni...
Kentimizdeki eski bir halk inanışına göre dünya 70 bin ayağı
olan bir sarı öküzün boynuzları arasında durmaktadır. Öküz
yakuttan dört köşeli bir taşa basar, bu taş bir ateşin üzerinde
durur ve bu ateş de Tanrı gücüne dayanır.
Dünyanın durumu ve temeli buysa, geceleri dünyayı aydınlatan
bir ufalıp bir büyüyen, bir görünüp bir kaybolan ay nedir?
İstanbul inanışları ayın kimliğini şiirsel tanımlamalarla açıklarlar:
- Ay, güneşe âşık bir kızdır. Sevdiği ona yüz vermezse de
onlar kıyamet gününde kavuşacaklar ve ay güneşe aşkını anlatacaktır.
Bir başka alternatif de var, şöyle ki: Ay ve güneş karı-kocadırlar.
Güneşin parıltısı, düğününde başına takılmış olan süslerden,
altın ve mücevherlerden olmadır.
Veya: Ay ve güneş iki kıskanç sevgilidir, hep birbirinin peşinden
koşarlar. Biri diğerini yakaladığında güneş ya da ay tutulması
olur.
Ay tutulmasının başka bir açıklaması da vardır: Bir canavardan
korkan ay saklanır veya onu kovalayan düşmanlarına yakalanınca
kan ağlar, kıpkırmızı bir renk alır.
İstanbul inanışlarında her doğal olayın, ister mutlu, ister acı,
bir özgün açıklanması vardır. Örneğin, konu çocuk ölümleri ya
da bir çocuğun ölümü ise bunun nedeni şöylesine ifade edilir:
Azrail bir çocuğun canını almak isteyince ona kırmızı, güzel bir
elma gösterir. Çocuk elmayı kapmak isterken canı elmaya yapışır,
kalır.
Güzel, kırmızı elma, onu kapmak isteyen ve canını yitiren
çocuğun, gencin imgesi bizlere, ister istemez, Batı'nın ünlü
masallarından Pamuk Prenses'i anımsatır, kötü kraliçesi (ölüm)
ve prensesin ölümüne -daha doğrusu ölüme benzer büyülü
uykusuna- neden olan kocaman, kıpkırmızı elması ile.
İstanbul inanışlarında kimler yoktur ki! Köroğlu'nun kır atı
bile bu tür inanışlara karışır, çünkü Köroğlu'nun atı her ay İstanbul'a
gelir, fakir bir sakanın kapısına varır ve bir ay sürece ona
hizmet edermiş.
Sık sık susuzluktan kıvranan İstanbul'umuzda atlı sakalar
çoktandır pitoresk bir tarihe ve önceki yüzyıldan kalma gravür ve
tablolara karıştıklarından Köroğlu'nun atının artık kentimize uğradığına
inanmak bir hayli zor.
İnanışlar, inanışlar ve inanışlar:
- Ev süpürülürken aynı evde başka biri de süpürürse ilk
süpürenin başı ağrır;
- Yeni elbise giymeden yakasına basmak gerekiyor, yoksa
vücutta ağırlık yapar;
- Dirseği öpülen kimse Hacca gider;
- Başı tokuşanlar kel olur, kel olmamak için ikinci defa
tokuşturmak gerekir;
- Dudağını emen çocuk büyüyünce katil olur;
- Gece tırnak kesenin ömrü kısalır;
- Cumartesi kulağı çınlayanın muradı hâsıl olur;
- Çocuk emekleyince «eve misafir gelecek» denir;
- Kötü büyülerden kurtulmak için:
Değirmenin dolabından sıçrayan su ile yıkanıp abdest alınır;
deniz aşırı bir yere gidilir ya da böyle bir olanak yoksa ırmak,
nehir, çay ve benzer akar suların üzerinden geçilir; çeşitli tütsülere
başvurulur; Malta pamuğu ile 41 düğüm yapılır, her biri üzerine
«kul e'ûzu» sureleri okunur ve düğümler çözülür; bir bardak
suyun içine pamuk koyulur ve büyülenen kişiye bu sudan içirilir;
kahvenin üzerine kırlangıç pisliği ekilir ve büyülenen kimseye içirilir.
Ve eski İstanbul inanışlarından kalma bir tılsım örneği:
- Papatya ile niyet tutmak veya karınca duası, çingenelerden
alınan kurt-büzüğü ya da büyüsel güçlerine inanılan şeyler
taşımak.
Kentimizin eskiden kalma inanışları ve bunların çokça uygulaması
konusunda İstanbul'a özgü gibi görünen, ancak başka
yörelerden de edinilmesi olası olan, halk hekimliğini de unutmamak
gerekiyor.
— 49 — istanbul Gizemleri / F: 4
/
Halk hekimliğinde «gizem nerede?» diye sorulacaksa da,
«kocakarı» ilaçlarının ve bileşimlerinin çoğu kez tıp formülleri ile
bazen açıklanamayan oysa çok eski bir pratik bilgiye dayandıklarını
unutmamak gerekiyor. Uzun deneylere ve geleneklere bağlı
bu «ilkel» -daha doğrusu «doğal»- bilginin kendi başına bir «gizem
» yarattığı bir gerçektir.
İstanbul'un halk hekimliğinden kalma birkaç «reçete»yi aşağıda
derliyoruz:
- Sıracanın tedavisi için, erkeğe dişi, kadına erkek köstebek
yarılarak sıracalı yere sarılır;
- Küçük çocukların vaktinde yürümesini sağlamak için, mafsallarına
yumurta akı sarılır veya ceviz yaprağı ya da tuz atılmış
suda banyo ettirilir; Karaca Ahmed'in atına götürülür; yeni doğan
aya karşı, koltuklarından tutarak, adım attırılır ve «Ay gördüm
dağ gibi, çocuğum yürüsün yağ gibi» denir;
- Küçük çocukların vaktinde konuşmasını sağlamak için,
çocuğa yemek kaşıklarının, yemek kaplarının bulaşık suyu içirilir
veya kanaryanın su kabından, muharremde aşure kâsesinden su
verilir. .
Veya, Eyüp'te Beşir Ağa türbesinin anahtarı ile ağzı açılır;
cuma ezanında müezzine kara üzüm verilir, müezzin bunu selâ
okurken cebinde taşır, çocuğa bu üzüm yedirilir.
İstanbul'a özgü bu tür halk hekimliğinin temelinde dinsel ve
büyüsel inançların yattığı apaçıktır ancak geleneklere ve gelenekleri
doğuran, şekillendiren inançlar ve inanışlara bağlı olmayan
benzer süreç ve uygulamalar dünyanın hiçbir yerinde düşünülemez.
Kaldı ki, inanç dendiğinde bunun tanımlaması bu şekilde
de ifade edilebilir:
«İnanç, bir kimsenin günlük yaşamını, davranışlarını etkileyen,
başkalarından öğrenme yoluyla kazanılan düşünce varlığıdır.
» der İsmet Zeki Eyuboğlu. «Onun edinilmesinde kişinin deneme
yoluna sapması, geçerliliğini kendi yaşamasında geçen bir
olayla tanıması gerekli değildir. İnanç denenmeden, us kurallarına,
mantık ilkelerine uygulamadan benimsenen, genel geçerliliği
yalnız başkalarından aktarılan olaylara, söylentilere borçlu olan
— 50 —
bir düşünce ürünüdür. İnançların en genel, en yaygın olanları
bile deneyle saptanamaz. Bütün inançlar kaynaklan dışına çıktıkça,
deney dışı, us dışı bir nitelik taşır.»
Deneye açık, deneyle geçerlilik kazanan ve bir uygulama ile
varlıklarını sürdüren, kendi mantıklarını kuran inanç ve inanışlar
ise büyüsel bir nitelik taşıyanlar veya büyüsel bir imgeyi yaratanlardır.
İstanbul'u bu ya da şu özellikleri ile büyüsel ve büyüleyici,
büyü taşıyıcı bir kent olarak sayarsak - k i , şiirsel ve sanatsal yaklaşımlar,
doğal saptamalar bir yana, öyledir- tarihi boyunca her
çeşit etkilere açık olan ve bunlarla beslenen, bunları genel potasında
eriten bir kentin büyüsel köklerinin çok derin olduğunu
kabul etmek zorunda kalırız.
Her şey değilse de pek çok şey Bizans'ta ve Bizans'tan
önce başlıyor, islam ve Osmanlı, İstanbul'a gelmeden önce. Bunlar
bir Doğu Roma İmparatorluğu'nun Ortadoğu'dan türemiş bir
inanca, bir dine (Hıristiyanlığa) borçlu olduğu unsurlardır ve bunları
gözardı etmek de olanaksız, gizemlerin tarihsel sürecini izlediğimizde.
«İstanbul'un alınışı» adlı kroniğinin yazarı, dördüncü haçlı
seferlerine katılan Fransız soylusu Robert de Clery, Bizans İstanbul'unda
gördüğü kutsal emanetleri büyük bir heyecan ve saf bir
inançla sayıyor: gerçek Çarmıh'ın insan büyüklüğündeki iki parçası,
İsa'nın böğrüne saplanan mızrağın demiri (yüzyıllar sonra
bu demire Adolf Hitler sahip çıkacak ve onu inandığı ırksal
kuramların bir simgesi, bir güç kaynağı olarak görecektir), ellerine
ve ayaklarına mıhlanan çivilerden ikisi, kanından bir miktar
(kristal şişe içinde), Meryem Ana'nın giysisi, Vaftizci Yahya'nın
başı v.b.
Bu tür inanışlar varolunca Bizans kentinin, Fetih'in arifesinde,
Alphonse de Lamartine'in naklettiği türden mucizevi heyecanlar
ve inanışlarla dolup taşması doğal gibi karşılanmalıdır:
«...Osmanlılar ertesi gün İmparator ve Ispartalıların bütün
çabalarına rağmen Aya Romanos Kapısı'nı zorlayacaklar ve oradan
kente giderek Hipodroma kadar ilerleyeceklerdir. Ancak t am
o sırada göklerden bir melek inecek, Osmanlıları kentten, Avru-
— 51 -
pa'dan hatta Asya'dan kovarak İran'ın bir ucuna kadar sürecek
ve kutsal kılıcı sütunlardan birinin dibinde oturan bir ihtiyara verecektir.
Böylece İstanbul yeniden dünyanın kraliçesi olacaktır.»
Nedir ki, beklenilen kılıçlı melek görünmedi, Osmanlılar Avrupa'nın
Viyana'sına dayandı ve İstanbul dünya kraliçelerinden biri
olmayı sürdürdüğü gibi bugün bile, tüm çarpıklıklarına rağmen,
saltanatını sürme mücadelesini veriyor.
İstanbul'un Fethi ile bir çağ kapanıyor. Bizans'tan kalma kutsal
emanetler ve onlara bağlı, onlardan kaynaklanan inanışlar ve
efsaneler tarihe karışıyor, tarihin ayrı bir sayfasını oluşturuyorlar
ve Osmanlı İstanbul adım adım kendine özgü kentsel inanışlarını
ve gizemlerini oluşturuyor.
Şeyhlerin, pirlerin, dedelerin kenti oluyor, İslam gizemciliğinin
bir merkezi ve sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi, bu
gizemciliği araştıran, bundan etkilenen Batılı usta ve «üstatlar»ın
kaçınılmaz uğrak yeri.
İlkin, sonsuz bir kaynak olan, Evliya Çelebi'ye kulak verelim
ve ondan Merkez Muslihiddin Efendi, Hazreti Nalıncı Memi
Dede, Hatip Zâkiri, Hazreti Kapanî Mehmet Efendi, Yetmiş Kuruş
Dede, Elekçi Divanesi v.b. hakkında bilgiler edinelim.
Halvetiye şeyhlerinden olan, öldüğünde Yenikapı'nın dışındaki
tekkenin yanında özel bir türbede gömülen Merkez Muslihiddin
Efendi namaz kıldığı sırada bir ses duyar. Yedi bin yıldan beri
o mekânda yatan «kırmızı renkli, sedef lezzetli» bir hayat pınarının
sesidir bu ve pınar humma hastalığına karşı bir ilaç olarak
yaratıldığından şeyhin emriyle yeryüzüne çıkmaya hazırdır.
Şeyh, namaz kıldığı bir seccadenin bulunduğu yerde bir
kuyu kazmaya karar verir ve dervişlerinin yardımını ister. «Bismillah
» diyerek topuğu ile yere vurur, kazı başlar ve kırmızı renkli bir
su fışkırır, o sudan sabahleyin aç karnına üç kez içenler de hummadan
kurtulurlar.
Aslen Bergama'lı olan Hazreti Nalıncı Memi Dede ise Unkapanı'nın
Araplar çarşısındaki bir dükkânda nalıncıdır. Günün birinde
Unkapanı'nda bir yangın çıkar yayılır, uzanır. Memi Dede'nin
etrafındaki t üm evler, dükkânlar kül olurken nalıncı dükkânına hiçbir
şey olmaz, dede ise dükkânında kalıp direnir.
Kocaeli'li olup İstanbul'a gelen ve Şeyh Nureddin Zade'nin
hizmetine giren Hatip Zâkiri (yıllar boyu tekkelerde zikircilik yaptığı
için bu adı almıştır) sarığı ile ilgili bir öykü yüzünden Evliya
Çelebi tarafından anılır.
Bir gün, öğle ezanında bir çaylak Hatip'in sarığını kapıp ezanın
okunduğu minarenin alemi üzerine koyar ve sarık bir hafta
boyunca orada kalır. Bu ara sarığından olan Hatip Zâkiri gider
olayı Sultan Mustafa'ya anlatırsa da sultan borçlarını ödemesi,
kefen ve cenaze masrafını karşılaması için ona bir kese altın
verir.
Zâkiri evine döndüğünde bir rüzgâr eser, minarenin tepesindeki
sarık havalanır, yere düşer. Ertesi gün ise Hatip ansızın ölür.
Evliya Çelebi'ye bakılırsa ya Gelibolu'dan ya da Peçe, Sirem
taraflarından gelip Unkapanı'na yerleşen Hazreti Kapanî Mehmet
Efendi elinde bir balta ile gezinip bulunduğu kehanetleri ile ünlenmişti.
Evliya Çelebi kehanetlerinin birini şöyle anlatır:
«Bir gün Kapanî, Sultan Murat'a varıp: 'Murat Çelebi, Unkapanı'ndaki
Süğlün Muslu Sultan üç gün sonra iflas edecek. Zavallıya
elli kese yardım et de borcunu ödesin' diye ricada bulunur.
Murat Han:
'Peki Baba Sultan' der.
Orada bulunanlar bu sözlerden şaşırırlar ama, Allah'ın hikmeti,
üç gün sonra Muslu' Sultan'ın sarayından bir büyük ateş
çıkıp, sultan ancak yalınayak kaçarak canını kurtarır; her şeyi
yandığından iflas eder.»
Kehanetlerde bulunan başka biri de Budin'deki Semturna
kalesinin ağası Yetmiş Kuruş Dede. Eğri'de Fatih Sultan'ın yanında
savaşmış, ermişlerle biraraya gelmiş ama sonradan bunu
sağa sola anlattığından, yedi yıl tutulmuştur. Yedi yıl geçtikten
sonra konuştuğunda söyleyebildiği tek şey «Yetmiş kuruş»muş.
Sultan Murat'a Revan kalesini yedi günde alıp sonradan İranlıla-
— 53 —
ra geri vereceğini söyleyen ve haklı çıkan Yetmiş Kuruş Dede'nin
sesi, anlatır Evliya Çelebi, kendisi İstanbul'dayken Sultan Murat
tarafından savaş alanlarında duyulurmuş.
Bir de, Çelebi'nin dizisinde, elekten başka bir şey yemeyen
dilsiz Elekçi Divanesi var ki, rivayete göre, ölümünden bir gün
önce konuşmuş ve yanından geçen birine kapısının dışına gömülmeyi
istediğini söylemiştir.
Geçmiş yüzyılların İstanbul'u için şeyhlerin, pirlerin kenti
dedik. Ve devamında bakıcıların, şifacıların, tılsımcıların, nazarcıların.
Öyleydi, pek çok şeye inanılan dönemlerde. Tüm bunlar, bu
inanışlar salt geçmişte mi kaldı? Hiç değil çünkü her çağ kendi
inanışlarını getirdiği gibi eskiden kalanlara yeniden sahip çıkıp
kendi çağının gereksinimlerine göre uyarlar ve değişik, tümden
çağdaş (giderek teknolojik) işlemlerden geçirerek uygular.
Bugünkü İstanbul'umuzda, ilerdeki bölümlerde göreceğimiz
gibi, yarını açıklayanlar, öngörenler ve yorumlayanlar hiç eksik
değiller ancak yöntemleri, araçları ve iletişim şekilleri değişti.
Eskiden kalma bilgiler bugünün tekniği ile sunulmaktadır artık ve
teknik araçlar araya girdiğinden daha kolayca, hatta daha «uygarca
» kabul edilmekteler.
Geçmişe dönüp bir kez daha Evliya Çelebi'ye kulak verelim
ve 17. yüzyıl İstanbul'undaki bir bakıcı-falcı esnafı olan Remilciler
hakkında verdiği bilgileri aktaralım:
«Remilciler Esnafı: dükkânları 15, kendileri 300 kadardır. Bunlar
da ulema sınıfından olduklarından kazasker alayı ile tahtırevanlar
üzerinde, talih tahtasını, kur'a ve temil tahtalarını meydana
koyup: 'Uğur ve mesut talih... uğursuz talih... maksat ve
meramızı görelim...' diye, Remilcilere mahsus kelimeler söyleyerek
geçerler. Pirleri Hazreti Ali'dir ki, ünlü Remilcidir. Bu bilgi pek
eskidir. Asıl kurucusu Hazreti Danyal idi ki bu ilmi Cebrail aleyhisselamdan
öğrenmiş ve Remil ile mucize göstermiştir.»
Tarot furyasına kapılmış bir İstanbul'da geleneksel ve Doğu
kökenli kum falı Remil tümden unutulmuş mudur? Sorun «geleceği
öngörmek», bu geleceği öngörebilmek için bir fal, bir kehanet
aracına başvurmaksa neden kimi «in» ve kimi de «out» oluyor?
Remil, Batı'da, «geomancie» olarak tanınır ve Uzakdoğu
kökenli bilinir. Bir sözlük tanımlaması ile geleneksel bir bilimdir
ve yıldız bilim (astroloji) gibi, horoskoplar düzenler, yeryüzünün
«aura»sı ile kıyasla kişinin doğasını ve yazgısını açıklar. Aslında
Remil - y a da Lim-al-Ramî- Arap kökenlidir, sözcük karşılığı ise
«yeryüzü cinleriyle haberleşme»dir ve Remilin süreci içinde «yeryüzü
cinleri» dendiğinde yerkürenin «tellürik» güçleri ya da yeryüzünün
«aura»sı anlatılmaktadır.
Yıldızbilimde olduğu gibi Remilde kullanılan ve çizgi ile noktalardan
oluşan 16 şeklin her biri, sırası ile, bir burca, bir gezegene,
bir gün, unsur, maden ve cinse (kadın, erkek) bağlıdır, iletişimlidir.
Remilin İslam öncesi Araplardaki ilk kullanılışı kum üzerinde
çizgiler ve noktalar çizmekle yapılırdı. Zamanla tahta veya
kâğıt ya da buğday tohumları kullanılmaya başlandı.
Geleneğe göre Remil, Hazreti Danyal'a verilmiş bir mucizedir
ve çok ilginçtir ki, bu mucizenin ürünü olan uygulama Çinlilerin
ünlü «Değişimler Kitabı» olarak anılan, başlıbaşına evrenbilimsel
(kozmik) bir yöntem oluşturan, «Yi King» ya da «İ Ching» ile
çeşitli benzerlikler göstermektedir.
Remil noktaları ve çizgileri ile, 16 şekil oluşturur, Yi King ise
64 şeklini kısa (- -) ve uzun ( ) çizgilerle ifade eder; Remil
gezegenlerle bağlantılıdır, Yi King'in 64 şekli biraraya getirildiğinde
bir evrenbil imsel harita meydana çıkar. Her ikisi birer fal aracı
gibi kullanılıyorsa da her biri, bir kehanet yöntemi olmaktan başka,
temsil ettiği kültürün evrenbilimsel görüşlerini yansıtmaktadır.
Ya da, Cari Gustav Jung'un yorumu ile, ikisi de ruhbilimsel ve
fizikötesi uzantıları, çağrışımları olan birer anahtardırlar.
Kimi uğurlu ve uğursuz yazgıyı öngörür, okur ve açıklar,
kimiyse bu yazgıyı yönlendirmek, değilse de etkilemek için gizlere
ve gizli bilgilere dayanan önlemler alır, boncuklar, nazarlar ve
tılsımlar gibi.
Büyük kent İstanbul'da büyüsel işlemlerin yüzyıllar boyunca
— 55 —
yapılması, bunlarda yerel ve yerel olmayan, Anadolu'nun her
yöresinden ve Anadolu'nun ötesinden, uzaklarından gelen gizemsel
inanışların karışması, giderek bir tüm oluşturması kadar
doğal ve kaçınılmaz bir şey yoktur.
Büyüsel ve gizemsel inanç ve inanışlar bir kentin, bir toplumun,
bir kültürün, geleneklerden kopamayan bir yaşam şeklinin
ayrılmaz ve parçalanmaz öğeleridir. Kaldı ki İstanbul, bazı görüşlere
göre, bir kehanetler kentidir yani kendiliğinden büyüsel bir
kenttir kendi büyülerini oluşturan ya da başka, değişik ve çeşitli
kaynaklardan edindiklerini kendine göre şekillendiren ve uyarlayan.
İstanbul, Roma gibi, yedi tepe üzerinde kurulu, çok eskilere
dayanan bir merkez kenttir. Denilecek ki, bu merkez kentin yedi
tepe üzerine kurulmuş olması bir gizem değil de jeolojik ve
topografik bir özelliktir. Öyledir de biz, bir başlangıç olarak bu
tepeleri bir sıralayalım, anımsatalım:
1 - Sarayburnu tepesi
2 - Nuruosmaniye tepesi
3 - Beyazıt tepesi
4 - Fatih tepesi
5 - Sultanselim tepesi
6 - Edirnekapı tepesi
7 - Davutpaşa tepesi.
Sıraladıktan sonra da bu tepelerde bulunan bazı yerleri de
saptayalım, eski ile bağlantılar kurarak:
1 - Sarayburnu tepesi - Topkapı Sarayı ve Ayasofya,
2 - Nuruosmaniye tepesi - Nuruosmaniye Camisi ve Çemberlitaş,
3 - Beyazıt tepesi - Beyazıt ve Süleymaniye camileri,
4 - Fatih tepesi - Fatih Camisi,
5 - Sultanselim tepesi - Sultan Selim Camisi,
6 - Edirnekapı tepesi - Tekfur Sarayı, Kariye Camisi,
7 - Davutpaşa tepesi - Çukurbostan Sarnıcı (Ermiş Mocius
sarnıcı).
— 56 —
Yedi tepede değişik tarihlerde inşa edilen yedi ibadet yeri,
iki saray, gizemlerle donatılmış bir sütun ve eski bir ermişe adanmış
bir sarnıç. Başka bir deyimle bir dizi güçsel mekânlar, tapınaklar,
inanış kaynakları. Ya da bir dizi güç kaynağı.
Sayıların üzerinde biraz duralım: tepelerin ve ibadet yerlerinin
sayısı (yedi) eşittir, geriye kalanları topladığımızda elde ettiğimiz
sayı dörttür, yedi ile dört ise eşittir on bir.
Bu üç sayı (dört, yedi, on bir) üzerine durup bunların, çeşitli
inanış ve kültürlerdeki, değer ve anlamlarını sıralayalım:
- Dört : Yunan felsefecisi ve matematikçisi Fisagoras'a göre bu
sayının anlamı «doğruluk», «adalet» ve «dünya»dır;
Türk mitolojisine baktığımızda: Göktürklerde dört yönü
temsil eden dört tanrı buluruz; Samanların hırkalarında
dört adet çıngırak vardır; Abakan Türklerinin kutsal
törenleri dört kutsal kayın ağacının yanında yapılırdı; ilk
kez cennetten çıkma olan atın dört gözü vardı.
Başka kaynakları incelediğimizde: Gizemsel inançlara
göre dört tanrıyı, dolayısıyla en üstün yüceliği, simgeleyen
sayıdır ve ilginçtir ki, bazı dinlerde tanrının adı da
dört harften oluşmaktadır, örneğin:
Latincede Deus
Mısır'da Amun
Sümer'de Jabe
Asur'da Adad
İran'da Sire
Tatarlarda İtga
Yahudilerde Yhvh.
İhvan-ı Safa'nın «Risalelerinde ise dört aşağıda olduğu gibi
değerlendirilir:
«Tanrı, tabiattaki her şeyi dört grup halinde yarattı. Mesela
sıcaklık ve soğukluk, kuruluk ve nemlilikten oluşan dört fiziki özellik;
ateş, hava, su ve topraktan meydana gelen dört unsur; kan,
balgam, sarı ve karasafradan oluşan dört salgı; dört mevsim...
dört esas yön... dört rüzgâr... takım yıldızlara göre tayin edilen
dört yön; metaller, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan oluşan dört
ürün.» Bundan başka dört ölümsüzlüğün, dayanıklılığın, ısrarın,
başarının ve umudun sayısı olarak da bilinir.
- Y e d i : «Yedinin kutsal bir nitelik taşıdığı inancı Anadolu ile
onun komşularıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkıyor.
Mısır, Sümer, Akad, İran, Hint, Hitit daha sonra Yunan,
Roma uluslarının düşüncesinde yedinin ayrı bir önemi,
bir kutsallığı vardır sayı olarak. Genellikle kutlu, uğurlu
sayılır.» der İsmet Zeki Eyuboğlu.
Örneğin: Yedi kat gök, yedi kat yerin altı inançları; yedi
yerden yamalı, yedi iklim, yedi deniz, yedi başlı yılan
v.b. deyimleri gibi.
Büyüsel işlemlere baktığımızda da yedi sayısı sık sık karşımıza
çıkar:
- Muhabbet için, yedi pâre kemik üzerine kazıp bir ite
yedirç...
- Muhabbet için, her kim ayın yedisinde yüz kere okuya,
niyyet eyleye...
- Sevdiğin kişinin saçından yedi kıl alasın, bu duayı
yedi kere okuyasın...
• - Muhabbet için, yedi tane tuz üzerine yedi «Tebbet»
suresi okunur...
- On bir:(İki kez dört artı üç, yani iki kez tanrının sayısı ile dünyanın
sayısı) tartışmalı bir sayıdır ve genelde şansı ve
gizli refahı simgeler. Hakimiyetin, gücün, cesaretin,
mücadele ve başarının sayısı olarak bilinir.
Sayılara kapılıp İstanbul'dan ve yedi tepelerinden sanki bir
hayli uzaklaştık. Hiç değildir, belirli sayıların gizemsel anlamları
üzerinde durmamızın nedeni, tepelerle ilgili sayıları incelediğimizde,
bunların da tepelerdeki güç potansiyelini kanıtlamaları, en
azından işaret etmeleridir.
Güç potansiyeli bir gerçek ise araştırmacı Celal Kodamanoğlu'nun
öne sürdüğü bir sav başka bir gerçeği yansıtabilir.
— 58 -
Kodamanoğlu'ya göre Rumeli Hisan'nın yedi burcu ile İstanbul'un
yedi tepesi arasında bir bağlantı kurulduğunda: «...yaklaşık
500 metre yükseklikten deniz tarafından bakıldığında Rumeli
Hisan'nın konumu, Osmanlıca bir tür elyazısı şekli olan Hattı Kufi
ile yazılmış Muhammed sözcüğü yazıyordu, bir başka açıdan
bakıldığında ise bu kez Arapça Mehmet sözcüğü yazıyordu.»
Ve böylece, Rumeli Hisarı da kentimizin gizemler yaratan,
gizemler taşıyan mekânları arasında yerini bulmuş oluyor, bir
başka inanışa yol açarak.
Yukarda güç merkezi, güç potansiyeli gibi sözcükler ve kavramlar
kullandık, daha önceyse İstanbul kentini bir enerji merkezi
gibi gördük, en azından öyle olduğunu, olabilme olasılığını taşıdığını
belirtmiş olduk.
İyi de t üm bu sözcüklerle neyi ifade etmek istiyoruz, açık ve
somut olarak?
Konumuz bir kentin toplumsal gücü, toplumsal kimliği mi,
kalabalıklaşmasından doğan «güç», insan gücünün tartışılmaz
varlığı mı yoksa başka anlamların, değişik sonuçların peşinde
miyiz?
Antik çağlara bağlanan gizemsel inançlara göre «Tanrının
vücudu» sayılan evren ve bu sonsuz evrenin bir parçası, bir parçacığı
olan dünyamız yeryüzündeki doğuşumları, değişimleri ve
«mahşerler»i şartlandıran, gezegenimizin gidişatını düzenleyen
güç merkezlerine sahiptir. Bu merkezlerin her biri değişik türden
bir güç yaymaktadır ve aynı zamanda, «mutlak gücün» (Tanrının)
yaydığı enerjinin bir «ara istasyonu» görevini görmektedir.
Başka bir deyimle, bu merkezler hem kendi güçlerini yaratmakta
hem de «mutlak güç»ü yansıtmaktalar. Nedir ki, bunların
tümü maddesel desteklere (mekânlar, yerler, binalar v.b.) sahip
değiller, evrenin derinliklerinde salt radyasyonlardan oluşan bazı
yıldızlarda olduğu gibi. Yazgımızı yöneten «genel merkez» ise,
Mısır, Yunan, Alman ve İskandinav inanışlarına göre, başka bir
galakside bulunmaktadır.
— 59 —
Evrendeki merkezlerle dünyamızdaki merkezler arasındaki
ilişki, gezegenimizin yüksek noktaları ve yeraltı geçitlerinin aracılığıyla
telepatik bir biçimde sürdürülmektedir.
Bu tür merkezler hangileri ve neredeler?
Kuram ve inanışa göre güç merkezi dendiğinde akla gelen
ilk yerler Mısır'daki Ehramlar (başta Keops olmak üzere), And
dağlarındaki yaşı bilinmeyen kent ve uygarlık kalıntıları, Himalaya
dağları, Tibet'in Lasa kenti ve oradaki tapınakların oluşturduğu
çember, Yunan mitologyasına göre tanrıların konutu olan Olimpos
dağı ve Doğu Afrika'daki dağ silsileleri.
Dünyanın yüksek dağları, yerleri - ki bunlar, aynı zamanda,
kayıp kıtalar ve uygarlıklar kuramına ya da varsayımına da bağlıd
ı r l a r - bir çeşit anten görevini görüyorlarsa, birer yansıtıcı olarak
kullanılıyorsa İstanbul'un yedi tepesi için benzer bir işlev de
düşünebiliriz, yukarda özetlediğimiz kuram ve inanışa bağlı bir
«çalışma» varsayımının hudutları dahilinde.
Kimi araştırmacılar, güç merkezi ve «anten» denildiğinde,
eskinin izlerini ve anılarını taşıyan sütunlara, dikilitaşlara belirli bir
önem ve işlev tanımaktalar; kimi araştırmacılar ise, kuramın çerçevesi
içinde, birer iletişim yolu olarak yeraltı geçitlerine, dehlizlere
bağlanırlar. İstanbul her iki konuda zengin ve ilginç bir çeşitlemeye
sahip olduğundan yorumları ve örnekleri çoğaltmak her
zaman olasıdır.
İstanbul'a «kehanetler kenti» de dendi, daha İstanbul,
Bizans iken. Bu konuda haçlı Romert de Clery'ye bir kez daha
kulak verelim:
«Şehrin bir başka yerinde pek şaşılacak bir şey daha vardır.
Her biri en azından kulacın üç katı ve en azından kulaç yükseklikte
iki sütundu bunlar. Ve münzevi kişiler bu sütunların tepesindeki
küçük barınaklarda yaşarlardı ve sütunlarda, insanın yukarı
çıkabileceği kapılar vardı. Bu sütunların dışına, Konstantinopolis'te
olmuş ya da olacak bütün olaylar ve bütün fetihlere ilişkin
kehanetlerin resmi yapılmış ve yazılmıştı. Ama olay meydana
gelene kadar kimse bunun ne olduğunu anlayamıyordu ve mey-
- 60 —
dana gelince de insanlar oraya giderek durum üzerinde düşünüp
taşınıyorlar ve sonra da, ilk olarak, olayı görür ve anlarlardı. Ve
Fransızların bu fethi, hatta şehrin alınmasıyla sonuçlanan saldırıyı
yaptıkları gemiler bile burada yazılmış ve resmedilmişti. Rumlar
olay meydana gelmeden önce bunu anlayamadılar ama, olay
meydana gelince bu sütunlara bakmaya ve durumu düşünüp
taşınmaya gittiler ve resmedilmiş gemilerin üzerine yazılmış kelimelerle,
kısa saçlı ve demir kılıçlı bir ırkın Batı'dan Konstantinopolis'i
fethe geleceğini söylendiğini gördüler.»
Nedir soylu haçlının sözünü ettiği ve kehanetlerin resimleri
ile süslenen bu sütunlar? Bunlar hiç kuşkusuz, Apollonius'un yazdırttığı
bronzdan dikili taşlardır!
M.S. I. yüzyılın başlarında doğan ve 97 yılında öldüğü, daha
doğrusu yok olduğu, ortadan kaybolduğu söylenilen Kapadokya
doğumlu Tyana'lı Apollonius, Bizans olan İstanbul'u ziyaret
eden, gizemlerine gizemler katan antik «sihirbazlardan ilki değilse
de kentin tarihinde izler bırakan, inanışlara yol açan ilklerden
ve ünlülerden biridir. Kehanetler dolusu sütunlardan başka sineklerin
istilasına uğramış olan İstanbul'da tunçtan büyük boyda bir
sinek heykeli yaptırır ve bu büyülü heykelin sayesinde kenti
sinek belasından kurtarır.
Bizans'ın yücelişini ve çöküşünü öngördüğü söylenen ve
Fisagoras'ın izleyicisi olan Apollonius yukarda sözü edilen sütunları
diktirir, imparator sarayının kapılarında tılsımlı yazılar yazar.
Ölümünden veya kayboluşundan sonra Roma İmparatoru Caracalla,
Kapadokya'da, onun anısına bir tapınak inşa ettirir, imparatorun
annesi Julia Donna ise Yunanlı Philostratos'a «Apollonius'un
yaşamı»nı yazdırır.
Kapadokyalı Apollonius salt bir kâhin değildi, bir gizemci,
bir gezgin, gizli öğretimden geçen biriydi, öyle biliniyor ve anılıyor
Batı gizemciliğinde. Mucizeler yaratıyor Voltaire'in bile çok
önemsediği bu Apollonius. Roma'dayken bir cenazeyi durduruyor,
ölü sanılan oysa kataleptik transta olan bir genç kızı uyandırıyor.
Şifa dağıtıyor, Efes'i vebadan kurtarıyor.
Daha yirmi yaşındayken keşişliği seçiyor, bir süre Antakya'
daki Apollonius tapınağında kalıyor, Hindistan'a gidiyor, Tibet'e
kadar uzanıyor, Roma'yı, İspanya'yı, Mısır'ı ziyaret ediyor ve Tarsus'tan
da geçiyor.
Hindistan'da gördüğü bazı son derece değerli, inanılmaz bilgiler
içeren, bilinmeyen bir geçmişten kalan, unutulan bir bilgeliğin
ürünü olan kitaplardan söz ediyor Apollonius, Hint gizemcileri
ile yaptığı konuşmaları naklediyor, tanık olduğu - b u g ü n parapsikolojinin
kapsamına g i r e n - olayları anlatıyor, havada duranları,
hiçbir dış etkene başvurmadan ateş yaratanları anlattığı gibi.
Ölümünden iki yüzyıl sonra Apollonius'un hayaleti Kapadokya'yı
talan etmeye hazırlanan Roma İmparatoru Aurelianus'a
görülüyor ve Roma'lılar geri çekiliyorlar.
Uzakdoğu'nun öğretileriyle yüklü «Anadolu çocuğu» Apollonius
Uzakdoğu'nun gizemlerini, Anadolu ve İstanbul yoluyla,
antik Batı'ya ulaştırıyor, kehanetleri ve şifacılığı ile destekliyor, bir
«Gizem Yolu»nun başlangıçlarını çiziyor.
Batı'dan İstanbul'a gelen, bir arayış veya bir sentez peşinde
olan gizemcilere Apollonius bir işaret verir gibi oluyor, birçoklarını
yüzyıllar boyunca getirecek, çağıracak bir işaret.
Fetih'i ve Bizans'ın çöküşünü Apollonius kehanetlerinde
öngörüyor bir dizi kehanetin öncülüğünü yaparcasına ve kehanetlerden
kaynaklanan bazı inanışları Joseph von Hammer, «Osmanlı
T a r i h i n d e ayrıntılı olarak sıralıyor:
«Konstantiniyye (İstanbul) halkı bu sıralarda bazı boş inançlara
da yer veriyor ve bunlar üzerinde tartışmalarda bulunuyordu.
Sözgelimi, günün birinde Latinlerin zaferle yaldızlı kapıdan
içeriye girecekleri hakkındaki eski bir boş inanç yüzünden o kapı
- b u tarihten çok ö n c e l e r i - ördürülmüştü. Ama inanç sökülememiştir.
Bir başka söylentiye göre, Serkoporta denilen kapıdan da
İmparator Frederik ile Latinlerin geçeceği inancı mevcut olduğundan
orası da eskiden ördürülmüşdü. Fakat Konstantiniyye kuşatmasından
önce açıldı ve Türkler şehre buradan girdiler.
Konstantiniyye'nin iki kapısı ile ilgili bu iki inançtan başka
bizzat şehre has iki boş inanç daha vardı. Bunlardan birine göre
düşman şehre girerek Boga meydanına kadar gelecek, fakat oraya
kadar kovalanan halk oradan geri dönerek düşmanlarını sur
dışına kadar püskürtüp memleketlerine tekrar sahip olacaktı.
Çok eski çağlardan beri sürüp gelen ve azizlerden Morenus adında
bir adama mal edilen öteki inanca göre de, oklarla silahlanmış
bir halk bütün Rumları yok edecekdi. Bu iki boş inanç arasında
bir karşıtlık vardı. Bir başka söylentiye göre de, bir falcı kadından,
Paleologların ilki olan İmparator Misel, torunları zamanında
imparatorluğunun sonucunun ne olacağını sormuş ve falcı da
ona karşılık olarak sadece 'Mamaimi' kelimesini söylemişti. Aslında
anlamdan yoksun olan bu sözün, harf sayısından dolayı Paleolog
ailesinden yedi imparator geleceği ve en sonrakinin tahttan
indirileceği ifade olunuyordu.»
Öyle yazıyor Von Hammer ancak «Mamaimi» sözcüğüne
verilen bir başka geleneksel anlam da «Mehmet» oluyor!
Tepeler, güç merkezleri, kâhinler, geleneklere karışan kehanetler:
tüm bunları içeren, doğuran ve tarihi boyunca taşıyan bir
kentin, dünden bugüne, gizemle uğraşanların, gizemleri araştıranların
ilgisini çekmesi kadar olağan bir şey olabilir mi?
Ve kehanet dediğimizde ve kâhinlerin «en yücesi» sayılan
Nostradamus'a ya da 16. yüzyılın Michel de Nostre - Dame'a
baktığımızda İstanbul az mı karşımıza çıkıyor?
«Önceki tekelcilerin danışmanları,
Fatihler kandırılmış, Melite'den,
Rodos, İstanbul, zıtlar karşılaşacak,
Yer gerekecek, takipçilerden kaçanlara.»
«Büyük bir örtü, Adriyatik denizi dışından,
İstanbul yakınında büyük bir teşebbüs,
Düşmanlar kayıpta, dostlar olacak,
Üçüncü karışıklık yapacak, sap üstünde.»
«Borazan sahte, onu saklamak çılgınlık,
İstanbul'da yasal bir değişim olacak,
Mısırlı taklitçi, zayıf ve çözülmüş,
Yasa, kural değişecek para, kazanç.»
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
GİZEMCİLER İSTANBUL'DA
«Kutsal Sihir Kitabı» 15. yüzyıldan kalma olduğu söylenilen
sayılı bir elyazmasıdır. Geleneğe göre ve metnin önsözünde açıklandığı
gibi yazarı Yahudi Abraham ya da Avram'dır ve Yahudi
Abraham - Avram, oğlu Lameh'e ünlü büyücü Abramelin (Abra-
Melin)'in öğretilerini bu metinde açıklıyor.
Abramelin'le ilgili pek bir bilgi yoktur fakat Abraham - Avram
önsözünde, Kabala'nın gizlerini babasından öğrendikten sonra,
ilkin Mısır'a oradan da İstanbul'a geçtiğini anlatıyor ve bir şans
eseri - y a da yazgısal bir sonuçla- Abramelin'in gizli elyazmasını
İstanbul'da buluyor, düzenliyor ve 1458'de yayınlıyor.
Kullanışı tehlikeli, en azından sakıncalı sayılan «Sihirbaz
Abramelin'in Kutsal Sihir Kitabı» yazılış biçimine bakıldığında 15.
değil de 18. yüzyıldan kalma gibi görünüyorsa da değişmeyen
ve tartışmayan gelenek kökeni olarak hep İstanbul'u gösteriyor.
Hayal ya da gerçek! Bu araştırmamız boyunca birçok kez
sorulacak, akla gelecek bir sorudur bu. Ancak, bu aşamada,
kanımızca önemli olan yanıtlar değil de biraraya getirilen malzemedir,
yani belgeler, olaylar, gelenekler, inanışlar ve bunlara karışan
veya bunları yaratan kişilerdir. Yanıt, yorum, açıklama, tartışma
sonradan gelmektedir araştırılan ve de araştırmaya yarayan
malzeme ortaya serildikten sonra.
Daha önce de belirtmiştik, yeniden tekrarlayalım çünkü «repetita
juvant» yani tekrardan yarar gelir: İstanbul kenti ister bir
«güç merkezi», ister bir bağlantı, geçiş yeri veya bir sentez noktası
(sentez aracı) olarak yüzyıllardan beri Batılı gizemcilerin, bireyci
araştırmacıların ve örgüt üyelerinin ya da örgüt kurucularının
ilgisini çekmiştir. Kimi İstanbul'a uğramakla yetinmiş, kimi İstanbul'da
bir süre kalmış, kimiyse ilk eylemlerini İstanbul'da gerçekleştirmiştir.
Bu ve sonraki bölümde «Batı'dan gelenler»i ve «Doğu'dan
dönenler»i izlemeye çalışacağız, olanaklarımız ve varolan kaynaklarımız
elverdiği kadarıyla. Konumuzun ve amacımızın «kahramanları
» olan bir dizi bilinen, az bilinen ola ki bilinmeyen kişinin,
gezgincinin, olumlu-olumsuz gizemcinin peşinden oldukça uzun
bir yolculuğa çıkacağız. Bazen bir yerlere varacağız bazen ise
bir noktada durmak, duraklamak ve varsayımlar dizmek zorunda
kalacağız.
Kanımızca bu da pek önemli değildir çünkü, önemli saydığımız,
ayrıntılardan, olaylardan ve varsayımlardan (belki de gerçeklerden)
oluşacak olan bir başka, değişik, alternatif İstanbul'un
portresi ve anatomisidir.
Örneklerimizi sıralamaya koyulalım...
Goethe'nin ölümsüzleştirdiği yaşlı, ihtiraslı, gençliğini ve
eski gücünü arayan, bir yönü ile destansal ve bir diğer yönü ile
gerçek, Doktor Faust'un bile İstanbul ile bir bağlantısı olduğu
söyleniliyor her ne kadar (bilindiği kadarıyla), tanrıbilimden
mezun Johannes Faust bedensel olarak İstanbul'a ayak basmış
değilse bile.
İstanbul'da görünmüyor Faust ama, Paracelsus adı ile ünlenen
Theophrastus Bombastus ve arkadaşı Heinrich Cornelius
Agrippa ile birlikte, 1510 yılında Prag kentine geliyor, kentin ünlü
üniversitesine yazılıyor gizemciliği, gizli bilim ve sanatları öğrenmek
amacı ile. Bu üç candan arkadaş resmen felsefe öğrencileridir.
Ama, tüm güçleri ve hırsları ile, Prag'ın kitaplıklarında bol
sayıda bulunabilen Keldanlı, İranlı, Arap metinlerini karıştırıyorlar,
Yakın ve Ortadoğu'nun gizemli öğretilerini araştırıyorlar. Üniversitenin
öğretmediklerini ise, kentin kenar mahallelerinde, «üstat-
— 65 — istanbul Gizemleri / F: 5
Iar»dan öğreniyorlar: sihirli sözcükleri, büyücülüğü, bakıcılığı,
durugörüyü ve tılsımları.
Ve Faust, Leipzig'li dostu Doktor Jonas Victor'a yazdığı bir
mektupta, sekiz gün süren «astral» ya da beden dışı bir yolculuğunu
uzun uzun anlatıyor. Asya'yı, Afrika'yı, Avrupa'yı dolaşıyor,
böylece, Doktor Faust ve yolculuğunun ikinci gününde Türkiye'ye
varıyor ve İstanbul'u inceliyor.
Başyapıtında Goethe bu olayları, kurgusal-şiirsel bir yaklaşımın
içinde, başka şekilde yorumluyor, şeytan Mefistofeles'i de
karıştırarak. Öte yandan Johannes Faust'un gerçek yaşamında
da sarışın Margherita'ya rastlanmıyor!
Faust, İstanbul'a bedensel olarak gelmiyor ancak, aldığı
öğretinin ve sahip olduğu bilginin bir sonucu olarak, beden dışı
yolculuğunda İstanbul'u incelemeden yapamıyor!
16. yüzyıl gizemcisi, sihirbazı, «magus»u Doktor Faust'un
aksine dönemin bir Alman aydını ve gezgincisi olan Kont Bernhardt'ın,
«Yolculuk Notları»nda açıkladığı gibi, simyanın gizine
sahip bir kişinin peşinden tüm Avrupa'yı dolaştıktan sonra İstanbul'a
geliyor, sonradan İran'a ve İskenderiye'ye geçiyor.
16. yüzyılda simyanın gizine sahip birini arayan Alman soylusunun
macerası konumuza, zorunlu ve bağlantılı olarak, Orta
Çağ gizemciliğinin en ünlü temsilcilerinden biri sayılan Fransız
simyacısı Nicolas Flamel'i getiriyor.
«Türkiye Gizemleri» adlı araştırmasında Haluk Egemen Sarıkaya
-Thomas A.Shambhala'nın «Işık Vahası» (Oasis of Light,
1977) kitabından- aşağıdaki alıntıyı naklediyor:
«14. yüzyılda, sahte bir ölüm ve gömülme olayı düzenlediği
ve sonra Orta Asya'da ortadan kaybolduğu sanılan bir diğer tarihi
şahsiyet de, Nicolas Hamel'di... Başrahip Vilain, 18. yüzyılda,
Flamel'in Türkiye'deki (İstanbul'daki) Fransız Sefiri Desalleurs'ü
ziyaret ettiğini yazmıştı, yani Flamel'in sözde ölümünden dört
yüz yıl sonra!
XIV. Louis, Paul Lucas'ı, Ortadoğu, Mısır ve Yunanistan'
dan antik eserler toplamakla görevlendirmişti. Lucas, 1714 yılın-
— 66 —
da, «Kralın emriyle, Bay Paul Lucas'ın Gezisi» adında bir kitap
yayımladı. Bu eserde, Bursa'da dört dervişle karşılaştığından ve
bunlardan birinin, Fransızca da dahil olmak üzere çok sayıda
lisan bildiğinden bahseder. Sözkonusu derviş, ermişlerin yurdu
olan uzaktaki bir yerden geldiğini söylemiştir. Görünüşe göre
otuz yaşlarında olmasına rağmen, anlattığı uzun yolculuklar en
azından yüzyıllık bir süreyi kapsıyordu. Flamel'in adı geçtiğinde,
derviş şöyle der: 'Flamel'in öldüğüne gerçekten inanıyor
musun? Hayır, hayır, dostum, kendini aldatma, Flamel hâlâ yaşıyor;
ne o, ne de hanımı ölümle henüz karşılaşmış değillerdir. Her
ikisini de Hint Adaları'nda bıraktığımızdan beri üç yıldan fazla bir
süre geçmedi. Hem o, benim en yakın arkadaşlarımdan biridir!
Bu derviş, Asya'daki Olimpos'un (Yüce varlıkların mekânının,
yani Agarta'nın) belirli bir vazifeyle görevlendirdiği bir elçisi olsa
gerekti.»
Sarıkaya'nin kullandığı başka ve daha eski bir kaynak olan
Fransız Maurice Magre'nin «Sihirbazların Dönüşü» (Le retourdes
Magiciens, 1931) olayı aynı şekilde, bir iki değişik ayrıntı bir
yana, anlatıyor ve ek olarak, bu bölümün başında sözünü ettiğimiz
Yahudi Abraham - Avram'ın büyüsel elyazması hakkında
bazı açıklamalar da getiriyor, Flamel ile ilgili olarak.
Tekrara kaçmamak için özet olarak vereceğimiz bu bilgilerden
önce simyacı ve «ölümsüz» Nicolas Flamel'i kısaca tanıtmak
yerinde olacaktır.
Nicolas Flamel'in yaşam öyküsü gizemcilik tarihinin belki de
en iyi belgelenmiş gerçek öyküdür, kendi elyazısı yazılmış,
Paris'teki Ulusal Kitaplık'ta (Bibliotheque Nationale) korunan belgelerle
kanıtlanmış.
14. yüzyılın ortalarında Flamel, Paris'te kitapçılık yapıyor,
cahil genç soylulara okuma yazma dersleri veriyor. Kendisinden
biraz daha yaşlı olan, hafif çapta mal mülk sahibi Dame Pernelle
ile evlidir. Kitapçımız simya ile yakından ilgileniyor, eski metinlerle,
elyazmalarla bir aşinalığı vardır ancak, onun için, simya salt
kurşunu altına dönüştürmek ya da yaşam iksirini bulmak değil-
— 67 —
dır. Flamel'e göre her simyacının, her «magus»un bulmayı düşlediği
Felsefeciler Taşı'nın gerçek anlam ve değeri, işlevi doğayı
yöneten yasaları keşfedip bilgeliğe ulaştırmaktı.
Günün birinde Hamel'in yaşamı, bir kitap yüzünden, tümden
değişiyor: Yahudi Abraham - Avram'ın İstanbul'da bulduğu
ünlü Abramelin'in kitabıdır bu.
Kitabı elyazmasını Flamel ilk kez düşünde görüyor ve kitabı
elinde tutan bir melek ona şöyle diyor:
«Bu kitaba iyi bak. İlkin içindekilerden hiçbir şey anlayamayacaksın,
ne sen, ne de herhangi başka bir insan. Ancak gün
gelecek ki, hiçbir insanın göremediklerini onda göreceksin.»
Düşten sonra bir süre geçiyor ve bir sabah Flamel'in küçük
dükkânına bir adam giriyor, elinde satmak istediği bir elyazmasıyla.
22 sayfalık bu elyazmasını Flamel hemen tanıyor, düşünde
meleğin elinde gördüğü kitaptır bu!
Flamel kitabı satın alıyor ve içindekileri çözebilmek için 21 yıl
uğraşıyor, İbranice olarak yazılmış metnin inceliklerini, simgesel
çizimlerini, şekillerini kavrayabilmek amacı ile İspanya'ya kadar
gidiyor, uzman bir gizemci olarak bilinen yaşlı üstat Canches ile
tanışıyor, üç yıl daha metinle uğraşıyor sonra da...
Sonrası simyacı Nicolas Flamel'in altın çağının başlamasıdır:
dar gelirli ve sıradan kitapçı Flamel birden zengin oluyor, kiliselere
bağışlar yağdırıyor, altın yapmayı öğreniyor, Felsefeciler
Taşı'nı keşfediyor. Üç kez altın yapıyor Flamel ancak altınlarını
kendi için kullanmıyor, kendi sade yaşam tarzını değiştirmiyor.
Zaman geçiyor, eşi Dame Pernelle ölüyor, bir süre sonra da Flamel
bu dünyadan göçüyor. Nedir ki, Kral 13. Louis'nin devrinde
(1610-1643), mezarı açıldığında tabutu boş bulunuyor ve destan
ya da gerçeğin diğer yüzü başlıyor.
Bu ara Yahudi Abraham - Avram'ın kitabı ne oluyor?
Flamel'den yeğenine geçtiği sanılıyor ve kuşaktan kuşağa
ailenin içinde kaldığı söyleniyor. Kral 13. Louis'nin zamanında
yaşamış ve Flamel ailesinden olan Dubois adlı biri kralın önünde
— 68 -
kurşundan yapılı birkaç küçük t o p u altına dönüştürüyor. Bu marifeti
ona yarar sağlamıyor çünkü, işlediği söylenilen bazı suçlardan
dolayı, tutuklanıp idama mahkûm ediliyor ve destansal elyazması
ünlü Kardinal Richelieu'nün eline geçiyor, Richelieu'nün ölümünden
sonra da kayıplara karışıyor.
Daha doğrusu kitabın tümü kayıplara karışıyor ancak metine
ait olduğu düşünülen bazı çizim ve şekiller (diyagramlar) 17. yüzyılda
Milano'da bulunuyor.
18. yüzyılda Nicolas Flamel olayı yeniden gündeme geliyor,
Kral 14. Louis'nin görevlisi Paul Lucas'ın «Türkiye'de Yolculuk»
(Voyage dans la Turquie, 1719) adlı anı kitabı sayesinde.
Araştırmacı Sarıkaya'nın alıntısında (Sarıkaya'nın kullandığı
kaynakta Lucas'ın kitabı «Kral'ın emriyle, Bay Paul Lucas'ın Gezisi
» adı ile anılıp yayın tarihi 1714 olarak veriliyor, bizim kullandığımız
ikinci kaynakta ise tarih 1719 olup «Voyage dans la Turquie»
diye gösteriliyor) anlatıldığı gibi Lucas, Bursa'da, bir «felsefeci»
ile tanışıp Flamel ile ilgili ek bilgileri ondan öğreniyor. Bizim kaynağımız
olan Fransız Maurice Magre'nin kitabına göre bu «felsefeci
», yedi kişiden oluşan, bilgelik peşinde dünyayı dolaşıp her
yirmi yıl ayrı bir ülke ve kentte buluşan bir örgüt veya tarikata
bağlıymış.
Lucas'ın konuştuğu kişi ona Flamel'den söz ediyor, gizemli
kitabın Flamel'in eline nasıl geçtiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor
ve gerek Flamel'in gerekse eşi Pernelle'in yaşadıklarını söylüyor.
Paul Lucas, Bursa'da, Flamel'i yakında tanımış olan birTürkle
uzun bir sohbete giriyor, aynı yüzyılda -yukarda gördüğümüz
g i b i - İstanbul'daki Fransız elçisi Desalleurs'ün, Flamel'in kendisiyle
görüştüğü söyleniyor.
Kaynağı İstanbul olan bir «sihir» kitabı sayesinde «ölümsüzleşen
» bir Orta Çağ Fransız simyacısı, ölümünden 400 yıl sonra
İstanbul'da yeniden ortaya çıkıyor: Flamel'in bu «dirilişi» bir başka
İstanbul gizemi değilse nedir acaba?
18 Mayıs 1711'de Dubrovnik'te dünyaya gelen ve 13 Şubat
1787'de, bir Fransız vatandaşı olarak, İtalya'nın Monza kentinde
— 69 —
ölen Rugerus Boscovich felsefe ve matematik konularını ele alan
75 ciltlik yazıları ile dönemini aşan bir matematikçi sayılmaktadır.
Salt bir matematikçi olmakla da yetinmiyor, aynı zamanda arkeolog,
ozan, araştırmacı ve Fransız Deniz Kuvvetlerine bağlı optik
laboratuvarının yöneticisidir.
1761 yılının Kasım ayında Boscovich - k i bu ara Rus Bilimler
Akademisinin onur üyesi ve İngiliz Kraliyet Cemiyetinin üyesi
seçilip Benjamin Franklin'le de tanışıyor- İstanbul'da bulunuyor.
Amacı Venüs gezegeninin geçişini İstanbul'dan izlemektir. Nedir
ki, İstanbul'a gecikmeli varıyor, Venüs'ü kaçırıyor fakat bir öncü
arkeolog olarak Truva kalıntıları üzerine duruyor, Truva'da kazı
yapılmasını öneriyor ve Schliemann'dan bir yüzyıl önce haklı çıkıyor.
Uzayın, zamanın ve hareketin göreliliğini (izafiyetini) açıklayan,
uzaysal boyutları öngören, eğri ve içe dönük bir evrene inanan,
ilk kez uluslararası bir jeofizik yılını öneren, simyayı bilimsel
açıdan inceleyen, döneminin bilimselliğini aşıp fizik, kimya, biyoloji,
atom biliminin kuramlarını savunan din adamı (Cizvit papazı)
Rugerus Boscovich bir İstanbul «gizemi» değildir, hiç kuşkusuz,
ancak İstanbul'un yoğunlaştırdığı bir bilgiyi de kullanarak destan
sayılan bir Truva'nın gerçeğine ilk işaret eden bir «gizem» adamıdır.
Orta Çağ simyacısı Nicolas Flamel için, haklı ya da haksız,
«ölümsüz» deyimini kullandık. Ya, Flamel gibi ölümünden sonra
İstanbul'da göründüğü söylenilen ve tarihin belki de en ünlü
«ölümsüzlerden biri olan Saint-Germain Kontu için ne dememiz
gerekiyor?
Ve ne kadar ilginçtir ki, «ölümsüz» diye bilinenler ile «ölümsüz
üstatlar»ın gelenek ve inancını sürdürenler, ne hikmetse,
İstanbul yolcusu oluyorlar, İstanbul'da görünüyorlar, İstanbul'
dan geçiyorlar onları Doğu'nun pek çok gizemli merkezlerine
götüren yolculukları boyunca.
Yine çok ilginçtir ki, bugüne kadar, ülkemizde Batı'nın ve
Doğu'nun gizemleri ile, gizemli kişileri ile yakından uzaktan ilgilenenlerin
çoğu bu duruma hiç önem vermediler, bu ziyaretlerden
ve bu ziyaretçilerden çıkabilmesi olası olan sonuçlar, değilse bile
varsayımlar ve tahminler üzerinde pek durmadılar. Hatta, burada
denediğimiz gibi, biraraya getirip, sıraya dizip bir yönteme oturtmaya
bile çalışmadılar. Oysa ki ülkemizin çağdaş, gitgide teknolojiye
ve medyalara bağlanan ve bunların sayesinde gizemleri,
artı kendi gizemsel bilgilerini, metalaştırıp piyasaya sunan bazı
uzmanlarımız bu tür bir araştırmayı sürdürebilecek donatımlara
sahip gibi görünüyorlar, küçük ekrandan izleyicilere seslendiklerinde.
Ola ki, eksikliğini duydukları bilgi ve uzmanlık değildir, eksikliğini
duydukları pazarlanması, bir telefon hattına bağlanması olası
olan bir konuyu araştırıp yorumlamak gereksinimidir!
Çağdaş ve çağdaşlaşmış uzman gizemcilerimizi, şimdilik bir
yana bırakıp biz yeniden eskilere, eski «üstatlar»a dönelim.
Nicolas Flamel örneğinde olduğu gibi, Türkiye'de esrarengiz
Saint-Germain Kontu üzerinde duran çok az sayıdaki gizem
araştırmacılarından biri, sık sık andığımız (oysa t üm yorumlarına
katılmadığımız) Haluk Egemen Sarıkaya'dır. Sarıkaya'dan önce
ise Saint-Germain'e yer ayıran, belki de ülkemizde ondan ilk kez
söz eden 70'li yıllardan kalma bir kitabımız oldu.
Sarıkaya, ilginç ama geçerliliği tartışma kaldıran, bir yorumla
Macaristan kurtuluş savaşı önderlerinden Erdel Prensi II. Franz
Rackoczi ile Saint-Germain arasında bir bağlantı kurarak ikincisinin
ilkinin bir yeniden cisimlenmesi (reenkarnasyonu) olduğunu
öne sürmektedir.
Macaristan'ın bağımsızlığı için (1703-1711) mücadele eden,
ilkin Polonya'ya sonra ise Türkiye'ye sığınan, Türkiye'de himaye
gören prens, 1717 yılına kadar, İstanbul'da kalıyor ve yaşamının
son yıllarını (1720-1735) Tekirdağ'da kendisine tahsis edilen bir
evde geçiriyor.
Sarıkaya'ya göre Prens Ragoczi «Agarta Üstatlarından biridir,
Saint-Germain ise onun yeniden bedenlenmiş kişiliği. İyi de,
baştan başlamak için, bu «ölümsüz» Saint-Germain Kontu kimdi
ve Türkiye ile, İstanbul ile nasıl bir bağlantısı vardı?
«Uzaydan Geldiler» (1974) adlı kitabımızda kont hakkında
aşağıda tekrarladığımız temel bilgileri vermiştik:
«Saint-Germain Kontu'nun kim olduğu, nerede doğduğu hiçbir
zaman bilinmedi. Günün birinde Kral 15. Louis'nin sarayına
gelip yerleşti. Bir rivayete göre Portekizli bir musevinin oğluydu.
Başka bir rivayete göre de Strasbourglu bir doktorun oğlu ya da
manastırdan kaçan bir ispanyol papazı veya 2. Franz Rackoczi'
nin oğlu.
Kimin nesi olduğu bilinmediği gibi, yaşı da bilinmedi Saint-
Germain'in. Yıllar geçer yaslanmazdı, yüzyıllardan beri yaşadığını
söylerdi.
Kralın sarayına yerleşir yerleşmez, Saint-Germain, Paris sosyetesinin,
soyluların salonlarını dolaşmaya başladı. Her yere
davet edilir, hiç kimseyi davet etmez; en zengin sofralara oturur,
ağzına bir lokma yemek koymaz; sürekli olarak en çarpıcı ve en
pahalı mücevherleri taşır, soylulara atalarından söz eder ve pek
az kimsenin bildiği ayrıntılara girer, herkesi şaşırtırdı.
Krala yaranmak için Saint-Germain bir ara casusluk da yaptı,
Hollanda'ya geçti; oradan Almanya'ya, oradan da Rusya'ya.
Prusya Kralının hizmetine girdi ve her yerde herkesi şaşırttı; kurnaz
bir diplomat, yakışıklı bir erkek, her telden çalan bir kültür ve
bilim adamıydı Saint-Germain. Hollanda'da rastladığı Casanova'ya
çizmiş olduğu ilk buharlı geminin planlarını gösterdi ve:
'Bu keşfe bir yüzyıl sonra sahip olacaksınız' dedi.
Geleceği öngördüğü için Kraliçe Marie-Antoinette'i kurtarmaya
çalıştı.
Tarihi kaynaklara göre, 'Olağanüstü Kont' 4 Şubat 1784'te
Almanya'nın Cassel kentinde öldü. Fakat tarihi kaynaklar ne
derece doğru, bilinmiyor: 1789'da Marie Antoinette, kontun imzasını
taşıyan bir mektup alır. Benzer bir mektup, kraliçenin yakınlarından
olan Mme d'Adhemar'a da gönderilir. Mme d'Adhemar,
ölü bilinen, Çin'den ve Japonya'dan döndüğünü söyleyen
Saint-Germain ile karşılaşır.
Bir yıl sonra 'Ölümsüz Kont', Viyana'da 'Gül-Haç'lı arkadaşlarıyla
buluşur. Oysa onu herkes ölmüş bilmektedir.
'Sizden ayrılıyorum' der kont. 'İstanbul'da beni bekliyorlar.
Oradan İngiltere'ye geçeceğim, bir yüzyıl sonra kullanacağınız
iki icat üzerinde çalışacağım. Bunlar, tren ve buharlı gemidir.
Himalaya dağlarına çekilip istirahat edeceğim bir süre. 85 yıl sonra
yeniden ortaya çıkacağım.»
«Ölümsüz Kont» hakkında çok şeyler yazıldı, tahminler yürütüldü
fakat bugüne kadar ne gerçek kimliği ortaya çıktı, ne de
gerçek görevi. Çok zengindi, mücevherleri değer biçilmezdi
oysa servetinin kaynağı meçhuldü; çok bilgiliydi, geçmiş ve uzak
tarihin olay ve kişilerini gözleriyle görmüş gibi anlatırdı; usta bir
müzikçi ve bir ressam, usta bir kimyager ve bir dilbilimciydi. Bunlarla
birlikte hiç kuşkusuz ki, aynı derecede usta bir casus, bir
gizli ajan ve 18. yüzyılın şatafatlı gizemcilik dünyanın etkin temsilcilerinden
biriydi, Giacomo Casanova'dan daha kurnaz, Cagliostro'dan
daha başarılı.
Prens Rackoczi'nin bir yeniden cisimlenmesi (reenkarnasyon'u)
miydi kont yoksa, çağdaş araştırmacıların yorumu ile,
oğlu mu? Sarıkaya'nın görüşü oldukça «fantastik», ikinci olasılık
ise hem daha mantıksal, hem de başka nedenlerle birlikte,
Saint-Germain'in İstanbul'a gelmesi için daha geçerli.
Tarihsel bir çizgiye göre:
1707 - Claude Louis de Saint-Germain dünyaya geliyor
1743 - İlk kez ortaya çıkıyor
1758 - Paris'e geliyor
1760 - Hollanda'ya kaçıyor, Londra'da tutuklanıyor
1762 - Rusya'da casusluk yapıyor
1763 - Belçika'da Casanova ile karşılaşıyor, De Surmont
adını kullanıyor
1778 - Berlin'de görünüyor
1784 - Cassel'de öldüğü söyleniyor
1789 - Paris'te, kralın sarayında görülüyor
1790 - Viyana'da «Güç-Haç» örgütünün bir toplantısına katılıv/
rir
1877 - Elena Petrovna Blavatsky onunla karşılaşıyor.
Görüldüğü gibi, Saint-Germain'in İstanbul ziyaretiyle ilgili bir
tarih yoktur. Bir «ilk» ziyaret olarak 1762 yılı öngörülmüştür, Rusya
dönüşünde; ikinci ziyareti için 1790 yılı uygun düşmektedir.
Kesin tarihler ve bilgiler varolmuyorsa bile ölümsüz diye anılan
kontun bir «İstanbul ziyaretçisi» olması tüm olasılıkların dahilindedir
ve de bu olasılıklara uymaktadır. Saint-Germain gibi
dönemin ünlü sosyete gizemcilerinden olan çapkın Casanova ile
sahte Cagliostro Kontu, Giuseppe Balsamo İstanbul'a uğrayacaklar
da «Ölümsüz Üstat» uzak mı kalacak?
Hiç mantıklı gibi görünmüyor çünkü her üçü de, casusluk
faaliyetleri bir yana, gerçek gizemci ve özellikle örgüt adamıdırlar.
Saint-Germain buharlı tren ve gemi tasarıları üzerine çalışmış
olabilir veya olmayabilir bizce bunun pek bir önemi yoktur
fakat usta bir simyacı-kimyager (bu bilgilerini daha çok renk ve
boya bileşimlerinde ya da soylu hanımlara ikram ettiği güzellik
losyonlarında kullanılıyorsa da) olduğu ve gizli sanatların her
kolu ile yakından ilgilendiği bir gerçektir.
Kontun İstanbul'a ne zaman ve ne için geldiğini, bu aşamada,
bilmiyoruz yine de gelmiş olduğunu kabul ediyoruz, ister
babası olduğu düşünülen Prens Rackoczi ile ilgili olarak, ister
Doğu'nun kaynaklarından ve İstanbul'un gizemlerinden bilgisine
bilgi katmak için. Ya da üyesi, hatta «üstat»ı olduğu örgütler
konusunda faaliyetler ve temaslar yürütmek için.
Muhakkak ki, bir yerde, açıklanmayan, bilinmeyen, unutulan
bir ya da birkaç kaynakta -örneğin İstanbul'u sık sık ziyaret
eden meraklı gezgincilerin, araştırmacıların bıraktığı günlüklerin,
yolculuk notlarının b i r i n d e - bilgiler vardır ve bu bilgiler, bu kesin
kanıtlar gün ışığına çıkarılmayı bekliyorlar. Gün ışığına çıktıklarında
da birçok «bilinmeyenlerin gizemi çözüleceği gibi birçok «bilin
e n l e r i n kimliği de bir değişime uğrayacaktır.
Saint-Germain için söylenenler, bir noktaya kadar, Cagliost
ro Kontu olarak ünlenen Giuseppe Balsamo için de geçerlidir.
Şu farkla ki, Alexandre Dumas'nın altı ciltlik bir romanında uzun
uzun anlattığı, Balsamo t üm gayretlerine karşın ne Batı gizemciliğinin
tarihinde gerçek bir «olay» yaratabildi, ne de «ölümsüzlüğe
» erişebildi. Ancak o da, Batı gizemciliğinin birçok sayılı temsilcisi
gibi, İstanbul'un çekiciliğine (ki, burada, çekicilik sözcüğünü
«turistik» bir anlamla kullanmıyoruz, başka türden bir çekicilikten
söz etmek istiyoruz) dayanamayan biridir.
Saint-Germain'in uyrukluğu tartışılıyorsa Balsamo'nun
kökenleri ve yaşam öyküsü iyice bilinmektedir. Balsamo 1743'te
Sicilya'nın Palermo kentinde dünyaya geliyor, kentin sefil mahallelerinin
birinde. Yeniyetme yıllarında hırsızlıkla geçiniyor, hapse
atılıyor ve 22 yaşına vardığında Roma'ya kaçıyor. Roma'da 14
yaşındaki güzel Lorenza Feliciani ile tanışıp baştan çıkarıyor ve
de onunla evleniyor. Sahte senetler, düzmece kredi mektupları
düzenleyen Giuseppe Balsamo ve sıkıştıklarında, fahişelik bile
yapan genç eşi Avrupa'nın tüm büyük kentlerini ziyaret ediyorlar,
Paris'ten Londra'ya ve Venedik'ten Napoli'ye dek. Bununla
da yetinmeyip Cezayir'e kadar uzanıyorlar.
1777'de Londra'da Balsamo bir Mason locasına giriyor, kendini
Kont Alessandro Cagliostro olarak tanıtıyor ve eşi Lorenza
için Kontes Serafina adını uygun görüyor. Aynı dönemde gizemcilikle
de yakından ilgilenmeye başlıyor, «Gül-Haç» ve «Aydınlanmışlar
» (İlluminati) örgütlerine de katılıyor.
Derken, Paris'te, eski Mısır törenlerinden esinlenerek düzenlediği
yöntem ve öğretilerle kendi locasını kuruyor.
Paris'te Balsamo, diğer adıyla Cagliostro Kont'u, günün adamı
oluyor ta ki, tarihe geçen çok ünlü bir üçkâğıt oyununa katılıncaya
dek. Saint-Germain'in idamdan, giyotinden kurtarmak istediği
Kraliçe Marie-Antoinette'in aleyhine oynanan «gerdanlık»
oyunudur bu: görkemli bir elmas gerdanlık için kraliçeden, peşin
olarak, bir servet alınıyor fakat kraliçe gerdanlığı göremiyor bile.
Balsamo tutuklanıyor, yargılanıyor, suçsuz bulunuyor (işin içinde
başka soylular da vardır çünkü!) fakat Fransa'yı terketmek zorunda
kalıyor.
— 75 —
1790'da sahte kont ile sahte kontes eşini Roma'da buluyoruz;
Lorenza bir tartışma sonucunda kocasını büyücü diye Engizisyon
Mahkemesine ihbar ediyor. Cagliostro yeniden tutuklanıyor,
ömür boyu hapisle cezalandırılıyor, kuzey İtalya'daki San
Leo kalesine kapatılıyor ve beş yıl sonra ölüyor. Lorenza ise,
Engizisyon'un emri ile, yaşamını bir manastırda gözaltında geçiriyor.
Genel hatları ile Giuseppe Balsamo'nun yaşam öyküsü ve
yaşam şekli budur ve sayılı bir gizemci, bir «magus» için hiç de
örnek bir yaşam değildir, doğrusunu söylemek gerekiyorsa.
Hem, kentten kente geçen, her gittiği yerde şu ya da bu şekilde
çaresini bulan, gerektiğinde büyü yapan, iksir satan, eşini satan
gezginci bir maceraperestin İstanbul'dan geçmesi, İstanbul'un
«doğuluğu»nu denemesi son derece doğal karşılanmalı.
Ancak... Balsamo salt bir şarlatan, bir sahte gizemci ya da
bir gizem sömürücüsü müydü?
Batı gizemciliğini ve başlıca temsilcilerini incelediğimizde
Batılı gizemcinin, özellikle küçük veya büyük tarihin sayfalarına
girmiş olanın, dönem dönem bir değişime uğradığını, çağına
ayak uydurduğunu görmüş oluyoruz.
İdeal - v e ideal olduğu için ender rastlanılan- bir yaklaşımla,
gizemle uğraşan, tüm çağları aşmayı çalışan bir kişidir, bunu
başarabildiğinde. Nedir ki, uygulamada, her zaman böyle olmuyor,
arayış aranılanı vermiyorsa zorlamaya gidiliyor.
Nasıl ki Orta Çağ gizemcileri daha çok kapalılığı ve gizliliği
yeğlemişlerse 18. yüzyılın önde gelen, krallar ve soylularla haşır
neşir olan, bunlardan destek gören gizemciler -casus ya da
«gizli ajan» faaliyetleri bir y a n a - popüler olmaktan, dikkati çekmekten,
görkemli bir yaşam sürmekten vazgeçemiyorlar.
Saint-Germain etrafına masalımsı bir dünya yaratarak, kendini
herkesten çok farklı göstererek ölçüsünü koyuyor; Casanova
- k i gizemci örgütlerinin ve Cagliostro'nun Paris'te kurduğu Mısır
Locasının adamıdır- çapkınlığını ön plana sürüyor, onun sayesinde
ünleniyor; Cagliostro ise sefalet içinde geçen bir çocukluğun
ve bir ilk gençliğin izlerini ardından sürükleyerek çizgiyi aşıyor
ve «seyirlik» uğruna, para, servet ve şan uğruna kurban oluyor.
30 Ocak 1785'te Paris'e gelip bir «malikâne» satın alan Kont
Alessandro Cagliostro veya Alexandre de Cagliostro'nun bir şifacı
olduğu, bir «uzun yaşam iksiri» imal ettiği haberi etrafa yayılınca
kapısında kuyruklar oluşmaya başlıyor.
Kral 16. Louis'nin ilgisini ve Rohan Kardinalinin desteğini
kazanıyor Cagliostro, dillere destan olan ziyafetlerinde konuk
hanımlara elmaslar hediye ediyor ve artık herkes onun altın elde
eden bir simyacı olduğunu kabul etmiş oluyor. Sonra da, ziyafetlerin
birinde, Voltaire, Diderot ve d'Alembert gibi ünlü göçenlerin
ruhlarını konukları arasında oturtuyor.
Cagliostro ya da gerçek adı ile Giuseppe Balsamo dönemin
çoğu macerasever gizemcileri gibi, çokça yolculuk eden biridir.
Avrupa'yı dolaştığını, zaman zaman haltlar karıştırdığını gördük.
Nedir ki, Avrupa ona yeterli gelmiyor: Öğreti sahibi ise, ki hiç kuşkusuz
öyledir, simya ile uğraşıyorsa, ki uğraşıyor, Mısır'a kadar
uzanması, Ortadoğu'yu ziyaret etmesi ve İstanbul'a uğraması
şart gibidir.
Arabistan yarımadasını ziyaret ettiğinde Medine'de Cagliostro,
sağ kolu olacak ve Felsefeciler Taşı'nı araştıran, Yunanlı simyacı
Althotas ile karşılaşıyor. Birlikte İskenderiye'ye gidiyorlar,
oradan da Kahire'ye ve Kahire'den istanbul'a geçiyorlar, İstanbul'da
bir süre kalıp iksir ve tılsımlar, nazarlıklar satıp geçiniyorlar.
Bu yolculuklar Cagliostro'nun gençlik yıllarına aittir ve bu
yolculuklarından, Malta'daki simya konusundaki çalışmalarından,
Roma'daki ilk başarılarından ve Almanya'da Saint-Germain
ile ilk tanışmasından sonradır ki, Cagliostro, Paris çıkartmasını
yapıyor, zirveye ulaşıyor ancak sonuçta Sant Angelo hapishanesinde
(San Leo'dan transfer edilerek) eşinden kaptığı frengiden
ölüyor.
Simya ile uğraşan, sanki hiçten -ve tıpkı Saint-Germain
— 76 — — 77 —
g i b i - değerli taşlar, mücevherler, som altınlar yaratan bu gizemcileri
İstanbul'a çeken nedir?
İstanbul yolculuklarında, salt bir geçiş noktası mı yoksa ziyaret
edilmesi, bulunması zorunlu olan bir kent, bir «merkez» mi?
Simya büyük bir olasılıkla, İskenderiye'de ortaya çıkıyor ve
İskenderiye'de Mısırlılardan, Keldanlılardan ve Yahudilerden kalma
gelenekler ve bulgularla oluşuyor, 4. yüzyılda ise bir «kutsal
sanat» olarak t üm Mısır'a ve Roma'ya yayılıyor. Ancak «ilm-i simya
»nın tarihinde Bizans'ın yerini de unutmamak gerekiyor çünkü
İskenderiye'den simya Bizans'a da geçiyor, İmparator Heraclius
tarafından himaye ediliyor, hatta 2. yüzyılda Eflatuncu felsefeci
Mihal Psellos'un desteği ile nerdeyse somut, usa dayanan bir
«sanat» haline getiriliyor.
Simyanın öğretileri Bizans'tan Arap yarımadasına geçiyor,
Anadolu yoluyla ve Arap yarımadasından Batı'ya ulaşıyor.
Yahudi Abraham-Avram, Nicolas Flamel, Saint-Germain ve
Cagliostro, İstanbul'da, başka gizlerle birlikte yoksa simyayı mı
araştırıyorlardı?
Flamel işaret ettiğimiz gibi, simyaya bir «mistik», bir tasarrufçu
gibi yaklaşmıştı ve Bursa'daki bilgeli kişi, ister Flamel'in kendisi
olmuş olsun, ister onu tanımış, duymuş olan biri olsun, bir
«mistik», bir tasavvufçudur. Ama ya Saint-Germain, ki bir örgüt
(Gül-Haç) adamıdır ve Cagliostro?
Bu soruları gereğince yanıtlayabilmek için ya yorumlara ve
varsayımlara kaymalıyız ya da başka kaynaklara başvurmalıyız,
kaynakların -özellikle yerli kaynakların- pek bol olmadığı bir
konuda.
Yorumdan çok bir varsayımın üzerinde durmamız gerekiyor
ve bu varsayımı, daha önce yapmış olduğumuz ve ilerde yapacağımız
gibi, bir temel, bir taban olarak kullanmamız.
İstanbul'a gelmiş olan her Batılı gizemci, çizgisi ve oluşumu
ne olursa olsun, turistik bir yolculuğun ya da «egzotik» Doğulu
mekânların, örf ve âdetlerin peşinde değildir. Herkesin aradığı,
sahip oldukları bilgiye katkıda bulunacak, ola ki tamamlayacak
bir başka bilgidir ve bunun, en azından, bir kısmını değilse de bir
ipucunu İstanbul'da, İstanbul'un kültürel-inançsal birikiminde erittiği
ve yüzyıllar boyunca çeşitli kaynaklardan, inanışlardan edindiği
bilgidir.
Şayet bu tür bir varsayım geçerliyse, şayet bu varsayım bir
«sohbet» varsayımı değil de, kullandığımız gibi bir «araştırma»
varsayımı ise yukarda sözünü ettiğimiz gizem araştırmacılarının
arasına Casanova adı ile ünlenen ve bol ciltli «Anılar»ında yolculuklarını,
özellikle gönül maceralarını ve cinsel deneylerini anlatan
Giacomo de Seingalt'ı nasıl ve nerede yerleştirebiliriz?
Sinema filmlerinin ve televizyon dizilerinin kahramanı haline
gelen Giovanni Jacopo Casanova (ya da Giacomo de Seingalt)
1725'te Venedik'te dünyaya geliyor; annesi bir tiyatro oyuncusu
gerçek babası ise, büyük bir olasılıkla, bir soylu. Gençliğinde
gezginci kumpanyalarda keman çalıyor, papazlığa heves ediyor,
vazgeçiyor ve Avrupa'yı gezmeye başlıyor.
Paris'te Cagliostro'nun kurmuş olduğu Mısır locasına katılan
Casanova 1755'te büyücülükle suçlanıp beş yıl hapis cezasına
çarptırılıyor. Ünlü Piombi hapishanesinde tıkanıp kalacak adam
değildir, bir yıl sonra firar ediyor ve bu maceralı firarını «Firarımın
Öyküsü» (1786)nde ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Paris'te, Londra'da bulunuyor, Roma'da papa tarafından
- n e hikmetse!- bir nişanla onurlandırılıyor ve de Venedik hesabına
casusluk yapıyor. Bohemya'da arşiv sorumlusu ve kütüphaneci
olarak görev görürken «Anılar»ını kaleme alıyor ve bir dizi
şiir ve opera librettosunu da imzaladıktan sonra 1798'de yaşamını
noktalıyor.
Çapkın Casanova gerçekten bir gizem adamı mıydı? Öyleydi,
en azından Kabala'yı inceleyen, astroloji ile yakından ilgilenen,
kendini bile şaşırtan bir durugörüye sahip bir kişiydi.
1745'te Casanova, İstanbul'dadır, elçilikten elçiliğe ve konaktan
konağa geçiyor, Hariciye Nazırlarından İsmail Efendi ile, Ali
Bey ile, Venedik Büyükelçisi Francesco Venier ve Humbaracı
Ahmet Paşa olarak bilinen Monsieur de Bonneval ile dostluklar
- 79 —
kuruyor, Bailes ailesinin yanında kalıyor, aşk ve cinsellik konusunda
konuşmalara, sohbetlere dalıyor.
İstanbul'a neden geliyor Casanova, salt merakından dolayı
mı?
Fransız araştırmacısı Jean-Louis Bernard'a bakılırsa gizemci
kişiliğini o yıllarda oluşturmakta olan Casanova ya da kendine
yakıştırdığı adla Seingalt Markisi, Doğu'yu görmüş ve Doğu'da
yaşamış bir «magus», bir «sihirbaz» kimliğine sahip olduğunu
kanıtlayabilmek için İstanbul'a kadar uzanmayı uygun görüyor.
Casanova'yı biraz «marjinal» gibi kabul etsek bile gerek Cagliostro,
gerekse açık açık kıskandığı, Saint-Germain ile olan
örgüt, ortam, çevre ve siyasal ilişkilerini gözönünde tuttuğumuzda
İstanbul'a gelişinin salt turistik nedenlere bağlı olmadığını
rahatlıkla düşünebiliriz.
Kanımızca, önemli bir nokta daha: Batı'dan gelen bu gizem
tutkunlarının İstanbul'da karıştıkları çevreler, Casanova örneğinde
görüldüğü gibi, o dönemde varolan elçiliklerin, Batı'ya açık
paşa ve ve beylerin çevresidir. Kendi içine kapanmış bir başka
«sosyete»dir bu, her deneye açık ve Paris'ten, Londra'dan, Venedik
ya da Roma'dan gelme gerçek veya sahte soylulara, maceraseverlere
daima açık. 18. yüzyıl İstanbul'unda yaşayan bu çevrenin
örgütsel düzeni neydi, örgütsel ilişkiler hangi düzeydeydi?
Bu sorulara da bir yanıt vermek gerekiyor. Ama hangi kaynaklara
dayanarak, hangi yapılmamış araştırmalara?
Yüzyıllar boyunca İstanbul'dan geçenlerin en azından bir kısmını
sıralamak bunların gerçek geliş nedenlerini araştırmak anlamına
geliyor, bağlantılar kurarak veya kurmaya çalışarak. Ancak
kaçını saptayabiliriz ve saptadığımızda, hangi ve kaç kaynağa
dayanarak bilgi verip yorumlar yürütebiliriz?
Açık ifade etmek gerekiyorsa (ki kesinlikle gerekiyor) bu ve
sonraki bölümde ele alınan kişiler, bunların bağlı oldukları bir
kısım, bilinen ya da bilinmeyen örgütler çok daha kapsamlı ve
derinlemesine işleyen, yıllardır düşündüğümüz, olanaklarımızın
ve ulaşabildiğimiz kaynakların dahilinde, şöyle ya da böyle ger-
- 80 —
çekleştirmeye çalıştığımız bir araştırmanın salt bir çıkış noktası,
bir ipucu mahiyetindedir. Bu öyle bilinmeli ve öyle bilinmesinde
yarar vardır.
Örneğin: Rusya'da çarlığın devrilmesine yol açan nedenlerden
biri sayılan din adamı, eski keşiş, şifacı, ispiritizmacı, zevk
ve sefahat düşkünü ünlü Grigori Rasputin de İstanbul'dan geçiyor
Yunanistan'daki Athos (Aynaroz) dağındaki manastırları ziyarete
çıktığında.
Rasputin'in Provoskoe (Sibirya) köyünden yola çıkıp yakın
dostu Dimitri Pecherkin'le yaptığı yolculuğun başlıca safhaları
bilinmektedir: Tobol nehri, Güney Ural'daki Orak, Ukrayna, Odessa
limanı ve oradan gemi ile İstanbul, Çanakkale Boğazı ve Selanik.
Rasputin'in İstanbul'da duraklayıp duraklamadığı kesin olarak
bilinmiyor ancak, dönüşünde, uzun yolu yürüyerek katettiği
söyleniliyor.
Yüzyıllar öncesine dönerek bir başka istanbul yolcusundan
da söz edebiliriz, 13. yüzyılda yaşamış olan Mayorka doğumlu
din adamı, gizemci ve özellikle simyacı Raymondo Lulle. Özellikle
simyacı derken de astrolojiye verdiği önemi de unutmamak
gerekiyor, çünkü Lulle'nin kurduğu ve inandığı yöntemde yıldızların
gücü her şeyle kaynaşıyordu, tamamlanıyordu nesneler, diller
ve şifa veren ilaçlarla.
Arapçayı, Yunancayı, Acemce ve İbraniceyi okuyup yazabilen,
Fransa Kralı Güzel Philippe'nin hazinesine altı milyon altın
para hediye eden İspanyol papazı ve vali oğlu Raymondo Lulle,
Roma'yı, Tunus'u, Kıbrıs ve Malta'yı, Rodos'u ve Yunanistan'ı
ziyaret ettiğinde 13. yüzyılın Bizans'ını da ihmal etmiyor. Flamel'de
olduğu gibi Lulle'nin de Felsefeciler Taşı'na ve Ölümsüzlük
İksiri'ne sahip olduğu söyleniyor.
Çok daha yakın tarihlere, Birinci Dünya Savaşını izleyen yıllara
dönüp, yaşam öyküsü f i lm konusu bile olan, çağdaş bir gizemci,
gözbağcısı, ispiritizmacı ve örgüt adamını incelemeye çalışa-
- 81 - istanbul Gizemleri / F: 6
Iım, İstanbul'da kalıp gösteriler düzenlediği zaman kesitini de
hesaba katarak.'
Bu ara bir noktaya da değinelim: Batı'dan gelen bir kısım
gizemciler için «casus», «gizli ajan» sözcüklerini kullandığımız
oldu. Doğaldır, diyeceğiz ve bu sözcükleri ilerde de kullanmak
zorunda kalacağız, çünkü «profesyonel» diye nitelendirebileceğimiz
gizemci yani «mesleği»ni yürüterek, mesleğinden edindiği bilgileri
satarak, sergileyerek yaşamını sürdüren gizemci zorlandığında,
iktidar, nüfuz ve servet peşinde olduğunda, başkaca «karanlık
» dünyalara da dalması hem olası, hem de olağandır.
Ya gizemciliğin, gizli diye kabul edilen -ve öyle sunulansanat,
bilim ve bilginin bağışladığı ayrıcalıklı «ulvilik» ne oluyor
diye sormaya kalkarsanız bu tür bir yanıtla karşılaşırsınız: gizem
bir «bilgi» ise, bu «bilgi»yi edinebilmek için bir inanç, uzun bir
uğraşı ve çeşitli fedakârlıklar şart ise, bu bilgiyi herhangi bir şekilde
«meta» haline getirdiğinizde, bilgiyi bir öğreti değil de, bir
«ürün» ve tüketim nesnesi haline soktuğunuzda «ulvilik», ruhsal
güç ve bedensel-zihinsel ayrıcalık ortadan kalkar, kala kala elinizde
basit (etkin de olsa yine basit) bir «teknik» kalır.
Bu bölümün Batı'dan gelen son gizemcisine geçelim ve
daha önce yaptığımız gibi, eski bir çalışmamızdan bir alıntı aktarıp
sonradan bunu ek bilgi ve ayrıntılarla genişletelim:
«1921 yılında İstanbul, Beyoğlu'nun Tepebaşı'ndaki Garden
bahçesinde Eric-Jan Hanussen adındaki bir ispiritizmacı ve gözbağcısı
esrarengiz, şaşırtıcı oyunlarıyla seyircileri adeta büyülüyor;
birkaç yıl sonra Hanussen'i Hitler'in yanında buluyoruz.
Berlin sosyetesinin gözdesi olmuştur, falcılık, büyücülükle
uğraşmakta ve Hitler'e yeni yeni şeyler öğretmektedir. Yogayı,
ayın insan üzerindeki etkilerini ve üstün ırk kavramını da aşılayan
bu Hanussen'dir. Fakat Hanussen'in büyük bir kusuru vardır,
geleceği öngörebiliyor ve bir gece seçkin bir topluluğun önünde
(Goebbels, Hess, Heydrich v.b.) bir yangından söz etmeye başlıyor.
Bu, aynı gece için (Naziler tarafından) düzenlenen ünlü
Reichstag (Alman parlamentosu) yangınıdır.
Hanussen ölüm fermanını imzalamıştır. 8 Nisan 1933 günü,
Berlin'e yakın bir ormanda parçalanmış olarak Hanussen'in cesedi
bulunuyor.»
Gözbağcılık yapan, durugörü gücüne sahip birinin gelip
İstanbul'un Perası'nda gösteri yapmasında ille de gizli bir anlam
ya da bir bağlantı aramak mı lazım?
Yanıt vermeye yanaşmadan önce bu kişiyi biraz daha yakından
tanımaya çalışalım...
ilginçtir ki, çağdaş gizemcilik tarihinin Batılı kaynaklarını incelediğimizde
Hanussen'i bulabilmek adeta olanaksız, gizemciden
çok bir şarlatan, bir macerasever, bir parti adamı sayıldığından.
Oysa ki, karıştığı ve karıştırdığı işler bir yana, Hanussen parapsişik
güçlere sahip (gerektiğinde bunları abartan, şova dönüştüren)
bir kişiydi.
Çok şeyle suçlandı Hitler'in bu medyumu, kara büyücü
olmakla da suçlandı ve bir gerçektir ki kara büyüyü, cinsel büyüleri
çokça kullanan biriydi.
Hanussen'in öyküsü açıklıkla bilinen bir öykü değildir: Birinci
Dünya Savaşı'na katılıp yaralandığı, Prag'da falcılık yaptığı,
daha önce bir sirkte çalıştığı söyleniyor. Hanussen'in İstanbul
macerası bu oldukça karanlık yıllarının bir parçasıdır ve Pera'nın
Garden bahçesinin sahnesinde, daha sonra Berlin'in Scala tiyatrosunda
tekrarlayacağı, ipnotizma ve durugörü oyunlarını sergiliyor.
Seyirciler arasında seçtiklerini veya gönüllü olanları uyutuyor,
herhangi bir seyircinin verdiği bir tarihten yola çıkarak o tarihin
o kişi için neler ifade ettiğini, o tarihte geçen bir olayı açıklıyor.
Berlin'de düzenlediği gösterilerle Eric-Jan Hanussen kısa
sürede şöhrete erişiyor, gecede 850 mark ücret alıyor ve sahnede
yapmadıklarını «Gizemcilik Sarayı»nda gerçekleştiriyor, son
derece lüks bir ortam içinde, Berlin'in «nezih» Kurfürstendamm
Allee'deki özel otelinde.
Özel otelde özel astroloji dersleri veriliyor, bir hayli yüksek
ücretler karşılığında ve Nasyonal-Sosyalist partisinin ileri gelenle-
— 83 —
rine «gizemler» öğretiliyor. Asıl dikkati çeken, dedikoduları çoğaltan
Hanussen'in personel kadrosundaki güzel kızlar ve hoş delikanlılardır.
Ve de bunların katıldığı cinsel büyü toplantıları.
Dedikodular, suçlamalar, rezaletler alıp gidiyor fakat Hanussen'e
kara büyücü etiketi uygun görülüyorsa bile Hitler ve çetesi
onu destekliyorlar.
Hanussen'in yayınladığı iki dergide, «Die Hanussen Zeitung
» (Hanussen Gazetesi) ve «Die Andere Welt» (Öte Dünya),
her tür gizemle ilgili yazıların yanında Nazi partisinin propagandası
yapılıyor, Hitler mitosu iyice şişiriliyor.
Adolf Hitler kara büyücü Hanussen'in en büyük desteğidir
ve Hitler alacağı her karardan önce favori medyumuna başvurmadan
edemiyor. Bu fazlasıyla sıkı, bağımlılığa dönüşen danışmanlık
Hitler çetesini, başta Rudolph Hess, Heydrich ve Goebbels
olmak üzere, rahatsız etmeye başlıyor. Dolayısıyla Hanussen'in
geçmişi araştırılmaya, Hanussen'in aleyhine kabarık bir
gizli dosya oluşturulmaya başlanıyor.
Dosyada biriken «gizli» bilgilerden kaçı gerçek, kaçı uydurma?
Dosyaya göre Hanussen birçok kez şantajla suçlanmıştır,
hatta Hanussen Hanussen bile değildir, gerçek adı Harschel Steinschneider
olan bir Yahudidir. Hanussen yaşam öyküsünü
yazıp, kendini savunuyor; Hitler ise tarafsız kalmayı yeğliyor.
Ve 24 Şubat 1933'te «Gizem Sarayı»nda verdiği, tüm Berlin
sosyetesi ile Nazi Partisinin üst düzey yöneticilerinin katıldığı görkemli
gecede Hitler'in medyumu, kendinden geçerek, trans halinde
Naziler'in hazırlamış oldukları sabotajı, Reichstad yangınını
açıklıyor.
Karanlık bir adamdır Hanussen, karanlık güçlerle (ister
gizemsel, ister siyasal) oynayan, bu güçleri pazarlayan. İstanbul'dan
geçmiş olması, gözbağcılık gösterileri yapmış olması
dosyasına ne getirir, ne götürür? İstanbul gizemlerinin kabarık
dosyasına da nasıl bir katkıda bulunur?
Batı'dan gelenlerin her biri yüzyılları kapsayan upuzun yoldabirer
adımdırlar, ister bağlantılı görünsünler, ister bağlantısız.
Bazen bağlantılar ilk baştan belli olmuyorlar, hatta kişiler ve olaylar,
uğraşılar ve niyetler tümden bağlantısız, rastlantısal gibi görünebiliyorlar.
Bazen ise çok küçük, önemsiz gibi görünen bir
ayrıntı, ufacık bir nokta eklenince de bir çağrışım doğuyor, bir
olasılık beliriyor.
Sayfalar boyunca adlar, olaylar, bilgiler ve sorular dizmenin
bir yararı da malzemeyi çoğaltmaktır ve köşe bucaktan bazı varsayımlar
kurmak, bazı yorumların temelini oluşturmaktır. Malzeme
çoğaldığında bağlantılar, incelediğimizde yüze çıkmaya çıkarlar
önemsiz gibi görünen ayrıntılar, kopuk kopuk notlar şekillenirler
ve karmaşık olandan bir t üm çıkmaya başlar.
Ayrıntılar her zaman son derece önemli olurlar, ilk başta
bunlara uygun bir yer bulunmazsa bile, örneğin:
- Bir sonraki bölümde sözünü edeceğimiz «Golden Dawn»
(Altın Şafak) örgütünün önde gelen isimlerinden gizem kuramcısı
G.S.L. Mathers'in, ünlü Fransız felsefecisi Bergson'un kız kardeşi
olan eşi ile birlikte Paris'te Osmanlı Demiryollarının hisselerini
satmakla bir süre geçindiklerini bilmek bizim için ne önem taşıyabilir,
nasıl bir ipucu teşkil edebilir, şayet bu gerçekten bir ipucu
ise?
Soruları çoğaltmakta daima yarar vardır, her soru yanıtını
bulmazsa bile!
BEŞINCI BOLÜM
ÖRGÜTLER VE BİREYLER
Tekrarlamak pahasına da olsa belirtmekte ve vurgulamakta
yarar vardır, herhangi bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek
için. Konumuza dahil edilen «örgütler» gizemsel ve gizemci
örgütleridir, gizli ve gizemli diye adlandırılan öğretileri, bilgileri
araştırmayı ve uygulamayı amaçlayan. Bundan dolayıdır ki,
genelde her tür siyasal veya siyasal eğilimli örgütler ilgimizin
dışında kalmaktadır. Bu tür bir hatırlatma gereksiz gibi görünse
de yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz dönemde salt «örgüt»
sözcüğü kimi insanları tedirgin ettiğinden en başta böyle bir giriş
yapmayı uygun gördük.
Bu bağlamın kapsamında, «gizli», «gizli» sayılan veya öyle
görünmeyi yeğleyen bir öğretinin, bir geleneğin peşinde olan bir
örgütün, bir cemiyetin, bir insan topluluğunun gizliliğe önem vermesi,
kapılarını herkese değil de örgütün veya cemiyetin konusu
olan öğretiyi alabilecek nitelikte olanlara açması kadar doğal bir
durum olamaz.
Ancak örgüt ya da cemiyetin konusu olan öğretinin ne denli
«gizli» olduğu, ne denli «gizli» kaldığı ve dereceli bir öğreti uygulandığında,
bu öğretinin hangi derecelerinin daha gizli, hangilerinin
daha açık olacağı bir yöntem sorunudur.
Gizemin, gizli gibi sayılan ve öyle olduğuna inanılan bir bilginin
arayışı ille de bir örgüt, bir cemiyet yoluyla mı yürütülmeli?
Baştan açıkça belirtelim ki, kanımızca böyle bir zorunluluk
yoktur ve bilginin aranması, araştırılması, incelenip depolanması,
arşivlenmesi ve de öğretiye açılması kesinlikle böyle bir zorunluluğa
bağlanmamalıdır. Kaldı ki - v e ister Batı'nın ister Doğu'nun
gizemcilik tarihleri bunu belgeleyip kanıtlamaktalar- bir insan
topluluğunun (bunlar seçilmiş ve seçkin kişiler olsa bile) dahilinde,
bu topluluğun aktif veya pasif katkısı ile yürütülen bir arayış,
bir çalışma ve iletilen öğreti örgüt-cemiyetin başında olanın veya
olanların kişisel hırslarına, eğilimlerine, varsa saplantı ve sapmalarına
her an alet olabilir, arayış ve öğreti bir çatışmaya, bir iktidar
kavgasına rahatça kayabilir ve örgütün amacı olan gizlerin bütünlüğü
(artı taşıdıkları ruhsal-tinsel değer) çizgisinden ayrılıp başka
ve belki de aksi uçlara yönlenebilir.
Gizem araştırması gizli diye bilinen ve kabul edilen bir öğretinin,
bir geleneğin, inanışlara dayalı bir kültürün kişiden kişiye
geçmesi salt usta-çırak ilişkisiyle mi olmalı?
Gizem araştırmacısı temelde, çalışmasını bireysel olarak sürdüren
tutkun bir kişidir (en azından belirli bir noktaya varmak istediğinde),
alışverişi sınırlıdır ve sınırlı olmasında yarar vardır.
Sorun bir «paylaşmamak» sorunu da değil, sorun doğru
kişi, uygun kişi, açık kişi ile paylaşmaktır.
Gruplaşma, örgütleşme ise ayrı sorunlar ve uygulamalar
doğurmaktadır, salt bilginin, öğretinin dağılışı, verilişi açısından
değil de gruplaşmanın işlevselliğinden dolayı.
Şöyle ki; birey her zaman aktiftir, grup ise aktif olan ya da
olmayan bir topluluktur, olumlu ile olumlu olmayanı biraraya
getirmektedir. Bir yerden sonra aktif olan yönetir, üretir, yaratır;
pasif olanlar ise sadece ve sadece -orantısı değişken olan bir
katılışla- tüketirler, doğru veya yanlış bir şekilde, doğru ya da
yanlış kişisel yorumlarla.
Gizemin ve gizli olanın (bilgi olarak gizli olanın) araştırmasına
yönelik, ister eski bir geleneğe sımsıkı ve tartışmasız bağlı
kalan, ister varolan bir geleneği değişime uğratan, örgüt genel
hatları içinde bu tür bir kuruluştur, kimi olumluya kimiyse olumsuza
yönelik.
- 87 —
12. yüzyılın Bizans'ında İmparator 2. Alexis Comnenos'un
himayesi altında «Doğu Kardeşleri» adını taşıyan bir gizli örgüt
kuruluyor. Hiç kuşkusuz ki bu, Bizans kökenli ilk örgüt değildir
ancak, çeşitli değişimlerden geçen ve inançsal temellere dayalı
olan çok uzun ömürlü bir gizli örgüt örneği olarak gösterilebilir.
Çünkü gide gide, «Gül-Haçlar»a ve Bilinmeyen Üstünler gibi
örgütlerin temeline dayanmaktalar.
Ve ilginçtir ki, bu «Bilinmeyen Üstünler»in 18. yüzyıl Paris'teki
şubesinde İstanbul'un Galata semtinde doğmuş olan bir Fransız
ozanını buluyoruz: Fransız devriminde giyotinin kurbanlarından
biri olacak olan Andre Chenier.
Buna da rastlantı diyelim ve İstanbul doğumlu bir gizli örgüt
üyesinden istanbul ziyaretçisi bir gizemci cemiyetinin kurucusuna,
Madame Helena Petrovna Blavatsky'ye geçelim.
«Theosophical Society» (Tanrıbilgi Cemiyeti)nin kurucusu
Blavatsky 1831'de, Alman asıllı bir babadan, Rusya'nın Ekaterinoslav
kentinde dünyaya geliyor ve daha beş yaşındayken duyuötesi
güçlerini, oyun arkadaşlarını hipnotizma ederek sergiliyor.
15 yaşına vardığında, durugörü yetenekleri sayesinde, polisin
ortaya çıkaramadığı bazı suçluları buluyor ve ailesinde sayısız
olaylar yarattığından babasının isteği üzerine, daha 17 yaşındayken,
Erivan'ın yaşlı vali muavini General Blavatsky ile evleniyor.
Üç ay süren bir evliliktir bu ve üç ay sonra gencecik gelin
kocasının evinden kaçıp, yanına iki hizmetkâr alarak dünyayı gezmeye
koyuluyor, dokuz yıl süresince.
Odessa'dan gemi ile İstanbul'a geliyor sonra da Mısır'a geçiyor,
Kanada'dan ABD'ye geçiyor, Orta ve Güney Amerika'yı geziyor,
oradan da Hindistan'ın, Java adasının ve en son olarak
Tibet'in yolunu tutuyor.
1856'da Rusya'ya, ailesinin yanına dönüyorsa da fazla kalmıyor
yeniden yollara düşüyor. Ortadoğu'yu yeniden ziyaret ediyor,
1868'de Tibet'e dönüyor ve uzun süre orada kalıyor.
«Theosophical Society»nin inançsal temelini Madame Blavatsky,
Tibetli rahiplerinin öğretilerinden oluşturuyor ve özellikle,
Bilinmeyen Üstünler ve Tibet'teki Gizli Üstatlar kuramını ön planda
tutuyor, hatta bunlardan biri olduğunu söylediği Koot
Hoomi'nin öğrencisi diye kendini tanıtıyor.
Madame Blavatsky cemiyetini 1875'te New York'ta, Albay
H.S. Olcott'un ve VVilliam O.Judge'un desteği ile kuruyor. Amacı
ise her tür cins, ırk, din, dil ayırımından arınmış dünyasal bir kardeşlik
örgütünü kurmak ve böyle bir kuruluşun sayesinde karşılaştırmalı
din, felsefe ve bilim çalışmalarını yapmak, insanın içindeki
-bugün parapsikolojinin incelediği- duyumötesi güçleri ve
doğanın bilinmeyen yasalarını araştırmaktı.
1877'de Helena Petrovna Blavatsky nerdeyse ansiklopedik
bir nitelik taşıyan ve öğretisini açıklayan, «Çıplak İsis» (İsis Unveiled)
adlı başyapıtını ve gizemcilik klasiğini yayınlıyor.
İki yıl sonra Blavatsky ve Albay Olcott, Hindistan'a yerleşip
Madras kentinde cemiyetlerinin daimi merkezini kuruyorlar.
Gitgide artan taraftarlarına ve 1300 sayfalık temel kitabının
gördüğü geniş ilgiye rağmen Madame Blavatsky ağır suçlamalara
hedef oluyor, «ingiliz Psişik Araştırmalar Merkezi» (British Society
for Psychical Research)in görevlilerinden Hodgson, Hindistan'a
bir araştırma-soruşturma için gönderiliyor ve tümden olumsuz
raporunda Blavatsky'nin sergilediği birçok psişik olaylarının
düzmece olduğunu belirtiyor.
1885'te Hindistan'ı terkeden Helena Petrovna bir süre
Almanya'da kalıyor, oradan Londra'ya yerleşip cemiyetinin Avrupa
merkezini kuruyor ve 1891'de ölüyor.
«Helena Petrovna tam manası ile bir Rus idi.» diye yazıyor
Marianne Monestier. «Bir an şelale gibi akıcı, şev dolu, heyecanlı
olur, sonra birdenbire durgunlaşır, bitap düşer ve bir hayal âleminin
içine dalardı. Sekiz lisan konuşuyordu. Müzik sahasında bir
virtüöz sayılırdı...
... Dış tezahürlerini yakalamaya muvaffak olduğu okült (gizemli)
bir dünya ile daimi temas halinde yaşıyordu.»
Blavatsky gibi bir gezgincinin Türkiye'den geçmesi, hatta
kalması kadar olağan bir durum düşünülemez. Kaldı ki, Türkiye'de,
İstanbul'da bulunduğu dönem genç gizemci kadının arayış
ve oluşum yıllarıdır. Her gittiği yerde yaptığı gibi Madame Blavatsky
Türkiye'de ve bulunduğu İstanbul'da muhakkak ki, bir
şeyler incelemiş ve aramıştır. Ancak öğretisini henüz şekillendirmediği,
bir öğretiyi düşünmediği bu yıllarda neyin peşinde olabilirdi?
Bir tanımlamaya geçelim: Theosophie ya da Tanrıbilgisi,
Tanrıbilgeliliği veya Tanrısal Bilgelik neyi öğretiyor, nedir inandığı
ve savunduğu?
Blavatsky'nin kurduğu cemiyetin inanışlarına göre t üm yüce
üstatlar, hazretler ve peygamberler (Fitagoras, Hermes, İsa ve
Hazreti Muhammed), görevleri dünyayı aydınlatmak olan, tanrısal
bir insanlığı oluşturuyorlar. Theosophlar'ın tanrısı «logos»tur,
«söz»dür ve inanışları «yedi» plana, «yedi» düzeye bağlıdır.
Bu yedi «plan», düzey (dilerseniz yedi kat gök) yedi diğer
düzeye ayrılırlar ve her biri de, kendi devresel sürelerine sahip
olan, başkaca güneş sistemlerine ayrılır.
Özetle, Theosophie, Antik Mısır, Çin, Hint ve Orta Asya'dan
kaynaklanan inanışlarının çizgisini izleyen, deneysel olmayan,
«meditasyon»a (derin düşünceye) değil de «ilham»a dayanan,
ussal sessizlikten, düşüncesizlikten yararlanan bir felsefedir.
Blavatsky'nin öğretisinde Bilinmeyen Üstünler'in önemi
büyüktür. Fakat kim bu Bilinmeyen Üstünler ya da Gizli Yöneticiler?
Bir önceki bölümde karşılaştığımız Osmanlı Demiryollarının
hisse satıcısı ve «Golden Dawn» (Altın Şafak) örgütünün kurucusu
Samuel Mathers'ın 1896'dan kalma bir bildirisine bakılırsa:
«Sözünü ettiğim, ikinci dereceli bilgeliği edinip size ilettiğim
bu Gizli Yöneticiler hakkında hiçbir şey söyleyemem. Dünyasal
adlarını bile bilmiyorum ve onları, fiziksel bedenleri ile çok ender
gördüm... Daha önceden saptanılan yer ve zamanlarda benle
fiziksel olarak karşılaştılar. Kanımca bunlar yeryüzünde yaşayan
fakat korkunç ve insanüstü güçlere sahip olan insanlardır. Onlarla
ilişkim bir ölümlü için - n e denli ilerlemiş olursa o l s u n - varoluşlarına
katlanmasının ne kadar zor olduğunu bana öğretti.
Onlarla karşılaştığım ender olaylarda üzerimde yaptıkları etkinin,
manyetik gücün kaybını izleyen, fiziksel bir depresyon olduğunu
söylemek istiyorum. Öylesine korkunç bir güçle karşı karşıya
bulunuyordum ki, bunu şiddetli bir fırtınada, şimşeğe yakın olan
birinin duyduğu etkiye benzetebilirim, soluk alma güçlüğü dahil
olmak üzere... Sözünü ettiğim sinirsel halsizlikten başka soğuk
bir ter dökme ile burun, ağız ve bazen kulaklardan boşanan kan
belirtileri de oluyordu.»
Mathers, Madame Blavatsky'nin yapıtlarından biri olan «Gizli
Öğreti» (The Secret Doctrin)in etkisi altındadır ve kendisi de sonsuz
gizleri koruyan, «En Üstün Öğrencileri'nin Yüce Beyaz Locası
»™ oluşturan görünmeyenlere inanıyor, onlarla karşılaştığını
söylüyor.
Konumuzu, olayları, kişileri ve inanışları toparlamak amacı
ile biraz gerilere gidelim.
İşin başında, saptayabildiğimiz kadarıyla, Bizans'ta kurulan
ve Bilinmeyen Üstünler'e inanan bir örgüt vardır. Yüzyılların geçmesiyle
bu örgüt (Doğu Kardeşleri) benzer çizgide olan başka
örgüteri etkiliyor, tâ ki Bilinmeyen Üstünler inanışını en çok destekleyen
bir çağdaş (19. yüzyıl) örgüt kurucusu (Helena Petrövna
Blavatsky), daha çalışmalarının başındayken, İstanbul'a uğruyor
ve İstanbul'da belirli olmayan bir süre kalıyor. Üstelik, bazı
kaynaklara göre, Blavatsky, İstanbul'a bir kez gelmekle yetinmiyor.
Ölümünden sonra «Theosophical Society»nin başına gelecek
olan Annie Besant ile birlikte, öğretisinin en yaygın olduğu
bir dönemde, kentimize tekrar dönüyor (1885 veya 1886).
Acaba bu Bilinmeyen Üstünler inanışı, Tibet'ten kaynaklanırsa,
Doğu ve Batı gizemciliğinin başkaca inanışlarında paralelini
buluyor mu?
İslamda «rical-ül gayp» diye bilinen «gizli adamlar»ın dünyayı
yönettiklerine inanılıyor, örneğin ve Muhiddin Arabi'nin «Fütuh
a t ı n d a anlattığı gibi bunlar her gün, sabah namazından sonra,
görevlendirildikleri yere gidip herkese yardımcı olurlar, her gün
yer değiştirirler (Bursa'da, Flamel'i tanımış olan felsefecinin her
yirmi yılda bir yaptığı gibi!).
Bu «gizli adamlar»ın ünlü önerilerinden biri de şudur:
- Haftanın ikinci günü doğuya gitme, birinci ve cuma günü
batıya gitme, çarşamba, cumartesi günü kuzeye gitme, perşembe
günü güneye gitme.
İstanbul ziyaretçisi Helena Petrovna Blavatsky'nin öğretisine
kaynaklık eden Bilinmeyen Üstünler ya da Gizli Yöneticiler bizleri
gizemciliğin bir kalesine götürüyor, zorunlu olarak: Agarta'ya.
Haluk Egemen Sarıkaya'nın bir yorumuna göre gelmiş geçmiş
bazı Batılı gizemcilerinin (Saint-Germain gibi, Roland Villeneuve
gibi) İstanbul ziyaretleri Agarta toplantılarına bağlıdır.
Yorumun ve uzantılarının tartışmasına girmeden önce Agarta
konusuna değinmemizde yarar vardır.
Dünyanın Bilinmeyen Sahiplerini, Bilinmeyen Üstünleri içeren,
mitoslara karışan (hatta kendi başına bir mitos oluşturan)
yeraltı kenti Agarta'nın gizleri Batı'da ilk kez, 18. yüzyılda Fransız
üst düzey devlet görevlisi Alveydre Markisi Alexandre Saint-Yves
tarafından «Hindistan'ın Görevi» (Mission de l'İnde) adlı kitabında
açıklanıyor.
Alveydre kendine ait olmayan gizleri açıkladığı için, pişmanlık
duyduğundan bir nüshası hariç kitabının tüm baskısını imha
ediyor. Bu tek nüsha ise başka bir ünlü Fransız gizemcisi olan
Dr. Gerard Encause (Papus)un eline geçiyor ve 1910'da kitabın
bir ikinci basımı çıkıyor.
Fantastik-gerçekçilik akımının (Louis Pauvvels ile birlikte)
kurucularından Jacques Bergier, Saint-Yves d'Alveydre'in imha
ettiği başka bir kitabının öyküsü şöyle anlatıyor:
1885 yılında Alveydre ölümle tehdit edildiğinden, son yazmış
olduğu «Hindistan'ın Avrupa'daki görevi ve Avrupa'nın Asya'daki
görevi. Mahatmalar'ın sorunu ve çözümü» (Mission de l'İnde en
Europe et Mission de l'Europe en Asie. La question des Mahatmas
et sa solution) adlı çalışmasını imha etmek zorunda kalıyor.
Yine tek bir nüsha kalıyor ve 1909'da yayıncı Dorbon bundan az
sayılı bir basım çıkarıyor. 1940'ta Fransa'yı işgal eden Alman kuvvetleri
ise, araya taraya, bu basımın kalan nüshalarını da yok ediyorlar!
Alveydre'in anlattığı Agarta nedir? Tibet ile Moğolistan'ın
hudutlarında bulunan gizli bir yeraltı dünyası mı, yoksa bir gizli
örgüt?
Her iki yorumu destekleyenler olduğu gibi her iki yorumda
da bir «gerçek» payı bulmak olasıdır.
Agarta (veya Agarti) konusunu, Saint-Yves d'Alveydre'den
sonra, eski Fransız Başkonsoloslarından Jacoliot (Hindistan'da
Kutsal Kitap / La Bible dans l'İnde), Helena Petrovna Blavatsky
(Gizli Öğreti / The Secret Doctrine; Çıplak İsis / İsis Unveiled)
ve İslam dinini seçtikten sonra Abdülvahid Yahya adı ile tanınan
Fransız yazar ve düşünürü Rene Guenon (Dünyanın Kralı / Le
Roi du Monde) ele alıyorlar.
Guenon'a göre, binlerce yıl önce yer alan bir felaket Gobi
çölündeki uygarlığı silip süpürüyor. Buradaki Ruhsal Efendiler
- y a da «Dış Akılların Oğulları», dıştan gelen bir bilginin izleyiciler
i - Himalaya'nın altında bulunan mağaralara ve gizli dehlizlere
sığınırlar. Zamanla bunlar ikiye ayrılırlar, bir kısmı Agarta'ya yerleşir
diğer kısmı ise Shamballah'a. Agarta ya da Agarti, «sağ el
yolunu» izleyenlerin, dünya işlerine karışmayıp derin düşünce (tefekkür)
içinde yaşayanların, Shamballah ise «sol el yolu»nun
taraftarlarının şiddet yanlısı merkezleri oluyorlar.
Agarta ile ilgili en şaşırtıcı bilgiler, Kızıl Ordudan kaçarak
Moğolistan'ı aşıp Çin'e sığınan Polonyalı Ferdinand Ossendovvsky'nin
1924'te yayımlanan «Hayvanlar, insanlar ve Tanrılar»
(Betes, Hommes et Dieux) adlı kitabında yer alıyor.
Ossendovvsky'ye anlatılanlara göre bundan altı bin yıl önce
ermişin biri, kabilesiyle birlikte bir mağaraya sığınır ve antik bilgi
ve bilimi korumak amacıyla Agarta'yı kurar. O günden beri Agarta'yı
doğanın t üm güçlerini bilen, tüm insanların ruhunu okuyabilen
ve yazgı kitabına sahip olan dünyanın kralı yönetiyor ve sekiz
yüz milyon kişiye emrediyor.
— 93 —
Agarta'dan İstanbul'a ve Sarıkaya'nın yorum ve inanışına
geçelim.
Saint-Germain'in «İstanbul'da beni bekliyorlar» sözünden
yola çıkan Sarıkaya'ya göre: «St. Germain Kontunun sözleri,
İstanbul'da, Agarta'dan gelen daha başka kişilerle buluşacağını
ima etmektedir. Doğu ile Batı arasında bir köprü oluşturan İstanbul
belki de Agarta'nın temsilcilerince yoğun bir şekilde ziyaret
edilegelmekte olup, onların mûtat buluşma yeri haline gelmiştir.»
Yorum durumu (veya sorunu) oldukça geniş ve özgür şekilde
ele aldığı gibi bağlantılar konusunda, kanımızca oldukça aceleci
de davranmaktadır.
Doğu ile Batı arasında her tür ilişkiyi içeren, sürekli olarak
her çeşit kültür alışverişi için bir merkez oluşturan İstanbul'un
ister Agarta temsilcilerinin, ister Agarta ile hiçbir ilgisi olmayanların
- o y s a «gizemci» etiketini taşıyan, taşıyabilenlerin- bir uğrağı
olmasını belki de hiç kimse bizim kadar savunmaz. Yine bu çalışmamızın
amaçlarından biri olan, mantıksal yönteme bağlayamaz
ve çeşitli örnek ve olasılıklarla bağlamaya da çalışmaz.
Ancak yorum yaparken ve varsayımlar kurarken çok belirgin
ve bir o kadar titiz bir mantık silsilesi içinde hareket etmemiz
gerekiyor çünkü, hayal gücümüze sarılıp zorlamalı bağlantılara
kaydığımızda, varabileceğimiz sonuçların sağlığı her zaman tartışılacağı
gibi kuşkulara da açık kalacaklardır.
Sarıkaya'nın savını izlediğimizde; Saint-Germain, bir rivayete
göre, Himalayalar'a çekiliyor; Helena Petrovna Blavatsky,
Himalayalar'a kadar uzanıyor; Hanussen'in temel öğretisi oralardan
türemedir v.b.
Agarta toplantıları ve İstanbul ile ilgili bir kaynak (ki Sarıkaya
da bunu kullanıyor) Fransız fantastik - gerçekçi araştırmacısı
Robert Charroux'nun bir kitabı ve kitabın önsözündeki bazı bilgilerdir.
Charroux'nun «Gizemli Bilinmeyenin Kitabı» (Le Livre du
Mysterieux İnconnu, 1969)nın önsüzünü yazan Andre Bouguenec,
Charroux'ya çalışmasında yardımcı olanları sıralarken (Mısır-
- 94 —
lı rahip Anubis Schenouda, Ufolog Guy Tarade ile Andre Millou'
nun, o dönemde yönettikleri «Uygarlığın Bilinmeyen Unsurların
İnceleme ve Araştırma Merkezi / Centre d'Etude et de Recherches
d'Elements İnconnus de la Civilisation», Gül-Haç Örgütü
v.b.) şöyle demektedir:
«Villeneuve Üstadı, 24 Aralık 1966'da İstanbul'da Bilinmeyen
Üstlerle (Bilinmeyen Üstünlerle) buluştu. Kendisi bu görüşmeyi
sınırlı bir yayında anlatmıştır. Ya da daha doğrusu, açıklaması
için Bilinmeyen Üstlerce kendisine izin verilenleri yayınlamıştır.
Kitabın adı, 'Düşünülemezle Karşılaşma'dır. Bu kitap, yüzyıllarca
insanların bahsettiği bu Görünmeyenler'in şarlatanlarla hayalperestlerin
icadı olmadığını kesinlikle ispat ettiği için çok önemli bir
çalışmadır. Villeneuve Üstadı'nın anlattığına göre, kendisi Saint
Yves d'Alveydre gibi, belirli açıklamalar yapmaya izinlidir.»
İyi de bu Villeneuve Üstadı kim?
Sarıkaya bunu açıklamıyorsa da Villeneuve Üstadı Fransız
Gül-Haç örgütünün Yüce Üstadı Raymond Bemard'dan başkası
değildir. Yani sözü edilen Agarta toplantısı İstanbul'da üst düzey
Gül-Haç Üstatları arasında yapılan bir toplantıdır. Bunda da şaşılacak
bir durum yoktur çünkü, anımsatalım, Saint-Germain, Cagliostro,
Casanova gibileri de üst düzey Gül-Haç'lılardı.
Bir an duralım: daha önce belirtmiş olduğumuz gibi kimi
gizemciler bireysel araştırmalar sürdürüyor, kimi de bireylerini ve
özgün, kişisel çizgilerini bozmadan, örgüt üyesi oluyorlar.
İlginçtir ki, bu ve bir önceki bölümde sıraladığımız, ilerde
sıralayacağımız kişilerin, İstanbul ziyaretçilerinin bir kısmı, birey
olarak değerleri ve bilgileri ne olursa olsun, belirli örgütlere bağlı
kimselerdir. Bu durumda ortaya doğal olarak, bir birey-örgüt
bağlantısı sorunu çıkıyor. Ve de bundan kaynaklanan bir başka
temel soru:
- Bazı gizemcilerin, gizem araştırmacılarının İstanbul'a, Türkiye'ye
geliş nedeni bağımsız ve bireysel bir arayışa mı yoksa
örgütsel temaslara mı bağlıdır?
Sorular çok fakat yanıt yetiştirmekte zorlanmamız kaçınıl-
— 95 —
mazdır çünkü, örneğin, geçmiş yüzyıllarda ve özellikle 18. ve 19.
yüzyıllarında Türkiye'de, İstanbul'da faaliyette bulunan, bulunması
olası olan, gizemci örgütler konusunda (bildiğimiz ve ulaşabildiğimiz
kadarıyla) herhangi bir araştırma yapılmış değildir ve itiraf
edelim ki, bu konudaki katkımız sadece bir deney anlamındadır.
Kaldı ki, bu tür bir araştırmayı yapabilmek için yerli kaynaklar
hiçbir zaman yeterli olmadığı gibi yabancı, Batılı olanlara ulaşabilmek
her daim kolay değildir. Üstelik biz «gizemler» peşinde
olan «gizli» örgütler ve bunlara üye olan -veya olmayan- «gizemli
» kişilerle uğraşmaktayız!
Madame Helena Petrovna Blavatsky'den yola çıkıp Agarta'ya
kadar vardık ve bu ara, bazı bağlantılar kurduk, kurar gibi
olduk. Devam edelim...
Blavatsky gibi Rusya'dan gelen, İzmir ve İstanbul'da bulunmuş
olan, hatta İstanbul'da, daha sonra Paris'te biçimlendireceği,
bir cemiyetin ilk deneyimini yapan Monsieur Gurdjieff'tedir
sıra.
Georges İvanovich Gurdjieff 1877'de Ermenistan'ın Andropol
kentinde dünyaya geliyor, bir zamanlar varlıklı olan bir aileden.
Doğduğunda Yunan asıllı babası marangozlukla idare
etmekte ve oğlunu mitoslar ve destanlar, tragedyalar ve epik
öyküler anlata anlata eğitmektedir. Georges'un ilerde «üstün»(?)
bir yaşama hazır olabilmesi için baba Gurdjieff oğlunu son derece
sert yöntemlerle yetiştirmekte, her olasılığa hazırlamaktadır,
örneğin, yatağına sıçan saklar, yemeğine kurt koyar, yılan yedirtir
ve sabahları üzerine bir kova soğuk su boşaltarak uyandırır.
Bu tür bir öğreti çocuk Georges İvanovich'i iyice etkiler ve
sonraki yıllarda, başkaları gibi olmamak tutkusu başlıca amaçlarından
biri haline gelir. Bu başlıca amaç tek amaç değildir çünkü
genç Gurdjieff kendini değişik bir uğraşıya da bağlar ki bu, kendi
ifadesi ile, «olağandışı türden herhangi doğa olayının nedenlerini
araştırmaktır.
Ermenistan'ı dolaşa dolaşa rahipler, dervişler, pirler, gizemciler
ve büyücülerle görüşür. Eline Mısır'ın eski bir haritası geçtiğinde,
Mısır'ı ziyaret etmeye, gizemlerle dolu arkeolojik kalıntıları,
ehramları ve mezarları gezmeye karar verir.
Bu yolculuğunda uğradığı İzmir'de Gurdjieff bir tavernada
kavga çıkardığı için tutuklanır, özgürlüğüne kavuşunca da
Süveyş'e giden bir İngiliz gemisine biner.
Mısır yolculuğu bir hayalkırıklığı ile sonuçlanır fakat Gurdjieff
artık, meraklısı olduğu gizemli konularla birarada, gezginciliği de
seçmiştir.
İstanbul'u ilk kez 1900'ların başlarında ziyaret eder ve geçinebilmek
için turist rehberliğine soyunur. Buhara'ya geçtiğinde
sarıya boyadığı serçe kuşları kanarya diye satar, Roma'da ayakkabı
boyacılığı yapar, işini kolaylaştıran otomatik bir koltuk icat
eder.
Batı'dan yeniden Doğu'ya geçer, Pamir dağlarında dışrek
(ezoterik) bir tarikata girer, şeyh tarafından kabul edilir, eğitimden
geçer. Derken Tibet yolunu tutar ve bazı rivayetlere göre
Agarta'ya ya da Shamballah'a kadar varır, Dünya Kralı'nın mahiyetine
bile girer.
Gurdjieff'in Tibet'teki faaliyetleri ile ilgili ilginç bir mektup vardır,
New York'un Beşinci Cadde Karakolunun komiseri Ahmet
Abdullah (!) tarafından İngiliz yazarı Ron Landau'ya yazılmış.
Mektubu imza eden bu Komiser Ahmet Abdullah, Gurdjieff'i
30 yıl önce Tibet'te tanıdığını, genç Dalai Lama' nın öğretmenliğini
yaptığını ve aynı zamanda Rus gizli servisinin başlıca ajanı
olduğunu açıklar.
Mektuba göre Gurdjieff, Baykal Tatarları'ndan Dalai Lama'
nın hesabına vergileri tahsil ettiğinden Lasa kentinde büyük itibar
görüyormuş. Ruslar onu Hambro Akvan Dorzhieff diye tanır, İngiliz
İstihbaratı (İntelligence Service) ise onu Lama Dorzhieff olarak
tanırmış.
Tibet istilaya uğradığında Gurdjieff, Dalai Lama ile birlikte,
ilkin Moğolistan'a sığınır sonra da ortadan yok olur.
— 97 — istanbul Gizemleri / F: 7
1913'te Gurdjieff yeniden Rusya'da görünür, çardan yanadır
(ancak Stalin ile arkadaştır), devrim koptuğunda da karşıt devrimcidir,
Kafkasya eylemlerine katılır.
Gurdjieff'in ikinci İstanbul seferi ise 1922'de gerçekleşir.
Gurdjieff'in eski öğrencilerinden biri olan Fransız yazarı Louis
Pauvvels, «üstat»a ayırdığı 703 sayfalık kitabında, Monsieur
Gurdjieff'in Tiflis'te küçük bir dükkânda kurduğu «İnsanın uyumlu
gelişim enstitüsü»nü İstanbul, Berlin ve Londra'da da «denediğini
» yazmakla yetiniyorsa da Gurdjieff'in kendisi, başyapıtlarından
biri sayılan, «Dikkate Değer İnsanlarla Karşılaşmalar» (Meetings
With Romarkable Men) adlı kitabında İstanbul'daki bu ikinci
gelişine ait bazı ipuçları vermektedir.
20'li yılların başında Türkiye'ye sığınan çoğu Beyaz Ruslar
gibi Gurdjieff de Beyoğlu'na, Pera'ya yerleşir ve özellikle, derviş
tekkelerini ziyaret eder, Galata Köprüsü'nde gezinir, köprüden
dalan çocukları izler, bir Rum'dan dalış dersleri alır, ilkin Halic'e
dalar sonraysa, atılan paraların peşinde Galata Köprüsü'nden.
Bir hayli zor günler geçirdiği anlaşılan Georges Gurdjieff
günün birinde, teşbihini denizden çıkardığı Üsküdar'lı bir paşa
(N Paşa) ve oğlu Ekim Bey ile tanışır, paşanın konağında
konuk olur.
Kitabında uzun uzun anlattığı bu «olağanüstü» Ekim Bey ile
birlikte Gurdjieff, İran'da derviş Sarıoğlu'nu ziyaret eder, öğretilerinden
yararlanır.
Üsküdar'lı paşanın oğlu Ekim Bey ise, zamanla, durugörü
ve ispiritizma yetenekleri sayesinde büyük bir ün kazanır ve yüce
bir sihirbaz diye sayılır.
Gurdjieff'in istanbul'daki yıllarına, «Milliyet» gazetesinde
yayımlanan «Vatikan-Fener ve bir gizli örgüt» başlıklı dizisinde,
Aytunç Altındal da söz eder ve konuya, ilerde üzerinde duracağımız,
Kont Sebottendorf ile giren araştırmacı Altındal sözünü bu
şekilde sürdürür:
«1872'de (1877) Kars yakınlarında (Antropol) dünyaya gelen
Gurdjieff, Stalin'i evinde saklamış ancak Bolşevikler iktidara
— 98 —
geçince ailesi (?) ve müritleriyle birlikte Rusya'dan ayrılıp İstanbul'a
göç etmişti. Taksim, Sıraselviler ve Beyoğlu'na yerleşen
Gurdjieff ve taraftarları, ilk örgütlenmelerini İstanbul'da yapmışlardı.
Gençliğinde İslami ezoterik (dışrek) tarikatlardan Melamilikle
tanışan Gurdjieff, İslam tasavvufunu ve 'gizli ilimlerini' çok iyi
öğrenmişti. Daha sonra Tibet'te ve Hindistan'da da yaşamış,
Rus Ortodoks Kilisesinin görüşleriyle, İslamı, Hinduizm'i ve
Zen-Budizm'i birleştirerek syncretist (Telifiyyeci - kaynaşamayanların
birleşiği) bir öğreti yaratmıştı.
1918 (1922)'de İstanbul'a göç eden Gurdjieff'ten, öğrenimlerini
Paris'te yapmış zengin Osmanlı ailelerinin çocukları başta
olmak üzere birçok siyasetçi ve adı 'alim'e çıkmış şahıs etkilenmişlerdi...
»
Altındal'ın herhangi bir kaynak göstermediğinden, Gurdjieff'in
İstanbul'da kaldığı yerlerle ilk taraftarlarının kimliği hakkındaki
bilgileri nereden elde ettiği meçhuldür. Aynı şekilde Altındal,
Gurdjieff'in İstanbul'a ailesi ve müritleriyle birlikte göç ettiğini söylemektedir
oysa ki «Dikkate değer insanlarla karşılaşmalara baktığımızda
böyle bir durumu kanıtlayacak bilgiler yoktur. Gurdjieff'in
ve devrimden kaçan başkaca Rusların İstanbul'dan geçmesi,
İstanbul'a sığınması kadar doğal bir durum düşünülemeyeceği
gibi her gittiği yerde kendine bir faaliyet alanı arayan ve bulan
Gurdjieff'in de İstanbul'da (bir rivayete göre Galata'da) bir örgüt
kurması da normal, olağan karşılanmalıdır. Ancak İstanbul bir
duraktır ve Rus gizemcisi asıl ününü ve sayılı taraftarlarını Paris'e
yerleşince bulacak, daha sonra da Amerika'ya kadar uzanacaktır.
Fransız yazarı François Mauriac'ın yorumu ile, Gurdjieff
Doğu'dan Batı'ya «ben»liği, «ego»yu yok eden, insanı gerçek
kendiliğine kavuşturan ve ona dünyayı kazandıran bir yöntem
getirmişti. Hem öylesine bir yöntem ki, Paris'e yerleştiğinde ve
Fontaineblau yakınındaki Avon malikânesinde öğreti merkezini
açtığında, kısa süre içinde Gurdjieff dönemin bir dizi Avrupalı ve
Amerikalı aydınını, yazarını, sanatçısını (Avon'da ölen Katherine
Mansfield, öncü mimar Frank Lloyd VVright, Aldous Huxley, Jean
Paulhan, Rene Daumal, Louis Pauvvels ve Gurdjieff'in öğretisini
yayacak olan Ouspensky) etrafına toplayıp kendine bağlayabilmişti.
Çeşitli kaynaklardan, inançlardan oluşturduğu öğretisinde
neler açıklıyordu Gurdjieff?
Özetle; insan bir makinedir, bir makineleşme, makineleştirme
toplamıdır. Yaptığı her şey, düşünceleri, alışkanlıkları, duyguları
dış etkenlerin ürünüdür. Bundan dolayıdır ki, tüm yaşantımız
bir çeşit «uyanık uykuda» geçiyor, bir düşteymiş gibi yaşıyoruz
ve düşlerde olduğu gibi, etrafımızdaki dünyanın nasıl olması
gerektiğini bizler kararlaştıramıyoruz. Sürekli olarak her şey, bir
vampir gibi, bizi boşaltmaktadır, hayran olduğumuz bir manzara,
zevk aldığımız bir kadın, sigaramızın dumanı, mutluluklarımız ve
acılarımız. Tüm bunların arkasında gerçek bir «varlık» yoktur.
Biz, aslında, varolmuyoruz, biz birer makine, birer kabuğuz.
Bu «dünyasal yaratık» kimliğimizden kurtulup üstün bir kendilik,
bir varlık olabilmemiz için uyanmalıyız. «Yaratık» dediğimiz
kendiliğimizin geçici kısmıdır, dış dünyaya ve içinde yaşadığımız
ortama uygun olarak şekillenmiştir; «Yaratık» bir maskedir, bir
yalandır, «Varlık» ise bizim gerçek benliğimizdir, kendi derin
boyutumuz, maskenin arkasındaki yüzdür, «gizli yüz»dür.
Blavatsky gibi Gurdjieff de Tibet'ten, Himalayalar ve oradaki
manastırlardan gelmedir. O da, Saint-Germain, Cagliostro ve
Casanova gibi bir gizli ajandır, bir casusdur, en azından bir süre
için ve belirli, ola ki zorunlu koşullarda. Ve o da bir öğretinin adamıdır,
gizemlerin adamıdır, her gizem adamı, gizem araştırmacısı
gibi Doğu'yu ve Batı'yı biraraya getiren, öğretileri, inanç ve inanışları
inceleyen ve İstanbul'dan geçmesi «şart» gibi görünen.
Aytunç Altındal yukarda sözünü ettiğimiz yazı dizisinde,
İstanbul'da Gurdjieff'ten çok etkilenenlerin arasında Sebottendorf'u
da sayıyor (başka biri ise Rıza Nur'dur).
Bir başka İstanbul konuğu olan, gizem ve gizemli işlerle
uğraşan, İslam tarikatları ile ilişkiler kurup tasavvufla ilgilenen bu
Baron Sebottendorf kimdir ve İstanbul'da neler yapıyordu?
İlkin Altındal'ın verdiği bilgileri gözden geçirelim:
Saksonyalı Baron Rudolph von Sebottendorf olarak bilinen
kişi bir gizli örgüt adamıdır, Alman İşçi Partisinin, perde arkasında,
yönettiği Thule örgütünün ileri gelenlerinden biridir. İngiliz «İntelligence
Service»e göre hiç soylu değildir, yoksul bir aileden
gelmedir, eski bir elektrik teknisyenidir. Dünyayı dolaşan biridir.
New York'a, Napoli'ye, Avustralya'ya, Mısır'a gider ve Türkiye'ye
de gelir.
1910'a kadar İstanbul'da kalır Sebottendorf, tasavvufla yakından
ilgilenir, Türkçesi vardır, sevilen ve sayılan bir kişidir.
1916'da Almanya'ya döndüğünde «Yeni Almancılık» hareketine
katılır, Thule örgütü adına yayınlanan «Volkischer Beobachter»
(Halkın Gözlemcisi) gazetesinde Hitler'i, ilerki yıllarda destekleyen
yazılar yazıyor.
Hitler'i destekliyor Sebottendorf oysa Hitler gibi düşünmüyor
ve 1934'te Gestapo tarafından tutuklanıyor, bir süre sonra
serbest bırakılıyor ve İstanbul yolunu yeniden tutuyor. Devamını
Altındal'dan öğrenelim:
«Sebottendorf, İstanbul'da Asmalımescit'te, Tünel'de 'İlluminati'
(aydınlatılmış) adının Türkçeleştirilmiş şekli olan Nuru Ziya
Sokağında, Kurtuluş'ta ve Pangaltı'da yaşadı. Zengin Levanten
aileleriyle ve İstanbul'daki İsviçreli, Avusturyalı ve Alman aileleriyle
beraber oldu. İşte ilk kez bu dönemde İstanbul'daki Alman
Müslümanı Sebottendorf, kendisinin eski bir istihbarat subayı
olduğunu ve halen de Nazi İstihbaratında görevli olduğunu bazı
yakınlarına açıkladı.
İstanbul'da Müslüman çevrelerde «gizli Müslüman» diye bilinen
Sebottendorf, 2. Dünya Savaşının sonunda Almanya'nın
kayıtsız şartsız teslim oluşundan birkaç gün sonra Suriye Pasajına
yakın bir evde önce gizli belgelerini yaktı sonra da beylik
tabancasını şakağına dayayarak tetiğine dokundu.»
Gizem ve gizemci derken siyasal eğilimli eylemlere bulaşmış
— 101 —
ise de Altındal'ın açıkladıkları son derece ilginçtir. Gönül isterdi
ki, bu bilgilerini daha açık tutup, daha bir kesinlikle belirtip kaynaklarını
da eklemiş olsaydı.
Kaynak sorunu üzerine sık sık durmamızın kuşkusuz bir
nedeni, üstelik önemli bir nedeni vardı. Kaynak, çatışsa bile (ve
zaman kaynakları çatıştırmakta yarar vardır) bir kanıttır, ilerde
yapılacak bir araştırma için açık bırakılan bir kapıdır. Ne var ki,
kimi araştırmacı kaynaklarını «mahfuz» tutar, kimi ise belirtmekten
sakınca görmez.
Araştırmacıların yöntem ve taktiklerini bir yana bırakıp biz
yeniden gizemli konularımıza dönelim ve itiraf edelim ki, konularımız
iyiden iyiye boyutlanmaya başladı.
İstanbul'un gizemlerinden, metafiziksel olay ve inanışlarından
yola çıkıp başka gizemlere ulaştık. Aslında kaçınılmazdı, bir
gizem başka bir gizemi çağrıştığından hatta başka bir gizemle
çatışıp onu tamamladığından.
Baştan belirttiğimiz gibi İstanbul, ister farkına varılsın veya
varılmasın, gizemlerle dolup taşan bir mega kenttir, çok eskiden
de öyleydi bugün de öyledir, bir «gelenekler» çerçevesinin içinde.
Bu ve bir önceki bölümde gördüğümüz gibi İstanbul kimlikleri,
uğraşıları, niyetleri, düşünce ve öğretileriyle, üyesi oldukları
örgütlerin gizlilikleriyle son derece ilginç, düşündürücü, tartışmalı
ama boyutlu ve izler bırakan kişilerin her zaman uğrağı oldu. Bu
bağlamda içinde yaşadığımız, geçmişten kalma izlerine nerdeyse
adım başına karşılaştığımız bu kentin değişik sayılabilecek bir
panoramasını, bir topografyasını çizeceksek ipucu niteliğini taşıyan,
taşıyabilen herkesi ve her şeyi katmalıyız, ayrıntılardan, ilk
bakışta ilgisiz ve önemsiz gibi görülebilen ayrıntılardan kaçmadan
aksine bunları genel ve çok geniş bir tablonun parçası sayarak,
öylesine kullanarak.
Sebottendorf konusunda bazı gizli örgütlerden söz edildi
Thule gibi, İlluminati gibi, yarı gizemsel ve yarı siyasal. Ve Sebottendorf'la
ilgili, İstanbul'daki yaşamı ile ilgili başka bağlantılar
yapmak da olasıdır, değişik kaynak ve yorumlardan yararlanarak.
Sebottendorf'un kişiliği ve İstanbul macerası üzerinde duran
bir başka araştırmacı İngiliz Trevor Ravenscroft'dur. Hitler'in
gizemsel inançlarını ve genelde, Nazism ile gizemciliğin ilişkilerini,
bağlantılarını inceleyen «Yazgı'nın Mızrağı» (The Spear of Destiny,
1972) adlı çalışmasında Trevor Ravenscroft, Sebottendorf
hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor:
- Nazi hareketinin ruhsal kurucusu olarak bilinen, Hitler'e
ırksal ve ırkçı gizemciliği aşılayan (Adolf Hitler bunu «Kavgam /
Mein Kampf»da açıklıyor) yazar, ozan, uyuşturucu bağımlısı,
bulunduğu hastanelerde, tımarhanelerde oyunlarını hastaların
•işbirliği ile sahneleyen ve islamla, İslam fetihlerinin tarihi ile yakından
ilgilenen Dietrich Eckart, Sebottendorf'un kurduğu «Thule
Gessellschaft» örgütüne girdiğinde kurucusu hakkında bir araştırmayı
başlatıyor ve bazı ilginç sonuçlara da varıyor.
Kont aslında, soylu değildir, Dresde doğumlu bir makine
ustasının oğludur ve gerçek adı Rudolf Glauer'dir. Glauer'in
anlattıklarına bakılırsa kendi, Türk yasalarına göre, Türkiye'de
yaşayan gerçek Kont Heinrich von Sebottendorf tarafından evlat
edildiğinden unvanına ve soyadına hak kazanmıştır.
Bavyera'da taraftar kazanmakta olan Thule örgütünün prestijini
sarsmamak ve Sebottendorf - Glauer'i zor duruma düşürmemek
için Eckart öğrendiklerini gizli tutuyor ancak araştırmasını
sürdürüyor.
Rudolf Glauer, 1901 yılında, 26 yaşındayken İstanbul'a geliyor
ve Türkiye'de 1914'e kadar kalıyor. Bu ara tasavvufla ilgileniyor,
meditasyon tekniklerini inceliyor. İlgisini çeken başka bir
konu ise Madame Blavatsky'nin öğretişidir ve bundan yola çıkarak
batık ada Thule'nin mitosunu yeniden gündeme getiriyor,
eski Alman destanlarını da karıştırarak ve ari Alman ırkının 20.
yüzyıldaki yeniden uyanışını öngörerek.
. Thule örgütünün ulusal-ırksal kuramları daha sonra Dietrich
Eckart ve bir başka İstanbul ziyaretçisi olan General Kari Haushofer
tarafından ele alınıyor ve son şekillerini SS'lerin Reichsführer'ı
Heinrich Himmler'ın yönetimi altında buluyorlar.
— 103 —
Ve *üm bu katıksız Naziler «üstün ırk» ve «üstün insan»
kuramlarını oluştururken Adolf Hitler, Haçlı Robert de Clery'nin
Bizans'ın kutsal emanetleri arasında saydığını gördüğümüz,
İsa'nın böğrüne saplanan mızrağın peşine düşüyor, onu yüceliğine
yücelik ve gücüne güç katacak yazgısal bir tılsım sayıyor ve
Viyana'da eline geçiriyor!
Ya General Haushofer? Gurdjieff'in eski bir arkadaşıdır, bir
Uzakdoğu uzmanı. 1869'da Münich'te dünyaya geliyor, gençliğinde
bir taraftan askerliğe öte taraftan Uzakdoğu'ya merak salıyor,
yola çıkıyor, Türkiye'ye uğruyor, Tibet'i, Moğolistan'ı, Mançurya'yı
geziyor, Budist manastırlarında konaklanıyor ve 1910'da
Tokyo'ya askeri ataşe olarak atanıyor.
Birinci Dünya Savaşına general rütbesi ile katıldığında etrafındakilerini
şaşırtıcı önsezileri ve durugörü güçleri ile hayrete
düşürüyor ve 1919'da, yeni bir bilim olarak sunduğu, «Geopolitik
» kuramını oluşturuyor.
Nedir ki, kuramını yayan «Geopolitik Cemiyeti», bir örgüt
gibi çalışan ve t üm Avrupa'yı saran bir casusluk teşkilatına dönüşüyor!
Gizemler ve gizemciler derken kendimizi, birden siyasal ve
ırkçı örgütlerle casusluk şebekeleri arasında bulduk ve gördük
ki, gizemler ve gizlilikler, doğal sayılabilecek bir akış içinde, birbirine
karışarak başa baş gidiyorlar.
Naziler'in Kara Güçlere inandıkları, Hitler'in kara büyüye başvurduğu
söyleniyor. Neden olmasın? Gerek kendisi, gerekse
çetesi az mı şeytanca şeyler yaptılar?
Kaldı ki, şeytan ve şeytanın simgelediği kıyıcı, acımasız ve
lanetli güç gizemciliğin tarihinde her zaman hazır ve nazırdır.
Büyücülük tarihinin İngiliz uzmanlarından Francis King,
«Ayinsel Sihir» (Ritual Magic, 1970) adlı kitabında, O.T.O. tarikatından
ya da örgütünden söz ettiğinde 1912 yılında, Kardeş
E.O.L. adı ile tanınan birinin Kuzey Almanya ve Avusturya'da
öğreti verdikten sonra İstanbul'a gönderildiğini yazıyor.
Batı kaynaklı bir gizemci örgütünün temsilcisi, Birinci Dünya
— 104 —
Savaşının arifesinde, İstanbul'a kimleri eğitmek için gönderiyor
ve İstanbul'da bu eğitimi alacak olanlar kimlerdir?
Soru sormak kolay ama t üm bu soruları yanıtlamaksa gitgide
zorlaşıyor. Aradan geçen yıllarla silinen izler, yitirilen veya
açıklanmak istenmeyen belgeler, artık aramızda olmayan kişiler
ve konu ile ilgili araştırmaların eksikliği yüzünden.
O.T.O. ya da «Ordo Templis Orientis» (Doğu Tapınağı Tarikatı)
neydi? İlkin bu soruyu yanıtlayalım:
- O.T.O. yüzyılımızın başında Alman Kari Kellner tarafından
kuruluyor; 1904'te «yüce bir giz»in koruyucusu olarak tanıtılıyor;
1912'de ise çağdaş gizemciliğin kara büyücüsü Aleister Crowley
örgüte üye oluyor.
Özet olarak O.T.O.'nun öğretisi «doğanın t üm gizlerini» açıklayan,
cinsel sihire dayalı bir öğretidir. Örgütün üyeleri arasında,
İmparator Crovvley bir yana, Alman gizemcisi Theodor Reuss,
İrlandalı siyaset adamı Sean MacBride, Bavyera Kralı I. Louis'nin
dillere destan metresi Lola Montes'in kızı Landsfeld Kontesi,
Dion Fortune adı ile bilinen gizem kuramcısı ve Kabalacı Violet
Firth, İngiliz edebiyatının fantastik ustalarından Arthur Machen ve
Osmanlı demiryolları hisselerinin satıcısı Glenstroe Kontu Mattheus
MacGregor yer almaktaydılar.
Göstergebilimsel açıdan her şey her şeyle bağlantılı ise (ki
öyledir!) ayrıntıdan ayrıntıya sanki bir şeyler belirlenmeye başlıyor,
kurulan örgütler, bu örgütlerin İstanbul görevlileri ya da «hisse
satıcıları» arasında.
Ve... O.T.O.'nun temelinde Haçlı Seferlerinden kalma Tapınakçılar
Tarikatının yattığını da unutmayalım ki, İngiliz Montague
Summers'ın yorumuna göre, Tapınak Şövalyeleri de şeytana tapmaktaydılar
(bu çok tartışılan yorum, geçmiş yüzyıllarda özellikle
kilise tarafından desteklenmiştir).
Aleister Crovvley demiştik, O.T.O.'dan söz ederken yani
gizemcilik tarihine yüce şeytan (The Great Beast) olarak geçen,
1887'de kurulan «Altın Şafak» (Golden Dawn)ın ilkin üyesi sonradan
başkanı olan cinsel büyü uzmanı, eski dağcı Crovvley.
— 105 —
İlginç, geniş akisler yaratan, arkasında bir gelenek bırakan
bir gizemci örgütüdür bu «Altın Şafak», 144 üyesi arasında bir
dizi ünlüler yer almakta: Nobel ödüllü Ozan Yeats, İngiliz Kraliyet
Akademisi Başkanı Sir Gerald Kelly, Vampir Kont «Dracula»nın
yaratıcısı Bram Stoker, «Fu Manchu» roman dizisi ile anımsanan
Sax Rohner ve «Pompei'nin son günleri» romanının yazarı Sir
Edvvard George Bulwer Lytton gibi.
Sax Rohmer bir romanına (Fu Manchu'nun kızı / Daughter
of Fu Manchu, 1931) gizli örgüt üyesi bir Türkü (İsmail) katıyorsa
da Türkiye'ye gelip gelmediği bizce bilinmiyor. Bulwer Lytton'un
babası Sir Edvvard Robert Bulwer Lytton ise bir İstanbul ziyaretçisidir,
daha doğrusu 1860'larda İngiliz elçisidir ve Yassıada'da iki
şato inşa ettiren kişidir.
Crovvley'e «satanist», yani «şeytana tapan», deniyor, kara
büyücü deniyor ve üyesi olduğu O.T.O. örgütünden biri İstanbul'a
geliyor. Nedir ki, O.T.O. kaynaklara bakılırsa, şeytana
tapan, kara ayinler yapan bir örgüt değildi, cinsel büyü ve cinsel
sihir ile uğraşmayı yeğliyordu.
Ancak... Fransız romancısı ve gizem meraklısı J.K. Huysmans'a
bakılırsa İskoçyalı Longfellovv'un 1855'te kurmuş olduğu
bir «satanist», şeytana tapan örgütü olan «En Yüce Yeni Theurgistler
» (Re-Theurgistes Optimates)in Amerika'daki merkezinden
İstanbul'a bir temsilci geliyor ve bu temsilci kentimizde kara ayinler
düzenliyor.
İlginç, hem de çok ilginç!
Satanistler, şeytana tapanlar ve şeytanla oynaşanlar bir sonraki
bölümde yeniden karşımıza dikilecekler, başkaca gizemli
uygulamalarla birlikte. Üstelik çağdaş, nerdeyse teknolojik bir
görünüm içinde.
ALTıNCı BÖLÜM
GİZEMDE ÇAĞDAŞ OLMAK
Denetimimiz altında olmayan -veya öyle sandığımız, öyle
inandığımız- güçlerle uğraşmak, gizlerini çözebilme tutkusuna
kapılmak ve böylece kendimizi bir çeşit garanti altına almak her
ilkel ya da evrimleşmiş insanın bir gereksinimidir. Kim ne derse
desin insanoğlunun, bildiğimiz ve bilmediğimiz, tarihi boyunca
bu böyle olmuştur ve böyle sürecektir, bu gezegenimizin dışına
taşıp ayda koloniler kuracağımız yüzyılda bile. Hatta, o gelecek
yüzyılda, kendi gezegenimizin gizlerine başka gezegenlerin gizlerini
de katacağız (katmışız bile), çünkü huyumuz böyledir, çünkü
biz insanlar meraklı yaratıklarız.
Önceki bölümlerde bu «Şehr-i İstanbul»u dolaştığımızda geçmişini,
geçmişinde kalan bazı mekânları, binaları, ibadet yerlerini
taradığımızda değişik, ilginç, düşündürücü olaylar ve inanışlarla
karşılaştık. Bazı «izler» saptadık, bazı «değişik» kişileri tanıdık.
Sonra ise Batı'dan gelme gizemciler, gizli bilim uzmanları, araştırmacıları
ile yüz yüze geldik her biri kendi sihirini ortaya koyan,
her biri sorular sordurtan.
Derken, bireylerin yanısıra gizem peşinde koşan ya da yüce
gizemlere sahip olduğunu beyan eden örgütler, örgüt üyeleri gördük.
İstanbul diye diye İstanbul'dan uzaklaştığımız da oldu,
bazen Avrupa ülkelerine doğru bazen de Tibet'e, Himalaya dağlarına
ulaşarak.
Bir sürü adlar, olaylar, inanışlar ve varsayımlar dizdik;
zaman oldu ki, nerdeyse, pire için yorgan yakmaya kalktık, ayrıntılar,
benzetmeler ve rastlantılar üzerinde durduk, karışıklıklar
yarattık, bazen bilinçli olarak ve bir gizemli, sihirli oyunu oynarcasına.
Dön dolaş hep İstanbul'a döndük, bir «merkez» olarak gördüğümüz,
hissettiğimiz, konumuzun merkezi olan bu büyük kente,
bu Megapolis'e ya da bu kent-kasaba-köy karışımına.
Ancak dünün İstanbul'unu belirli hudutlarla çevrelemek olası
ise de bugünün İstanbul'u için aynı şeyi yapabilmek bir hayli zor
ve uğraştırıcıdır; İstanbul, büyümesi, gelişmesi ve karmaşası ile
gerçek kimliğini yitirip, değişken bir kimliğe, bir «kimlik arayışı»na
büründüğünden ve bunun sancısını çektiğinden.
İstanbul inanışları dedik oysa bugünkü İstanbul'un, özellik
taşıyabilen, kültüründen kaç inanış özgün kalabilmiştir ki?
İstanbul gizemleri dedik oysa ki, bunlardan kaçı, halen, saf
bir İstanbul'luluk taşıyor, taşıyabiliyor?
Kaynaklar varolduğu sürece eskiyi araştırmak bu denli
uğraştırıcı olmuyor, çünkü «eski» dediğimiz yerleşiktir, değişken
değildir ve olamaz. Çağdan çağa, dönemden döneme değişebilen,
güncelleşip çağdaşlaşan yorumlar ve uygulamalardır.
Yine de her şeye rağmen değişmeyen inanışlar ve değerini,
önemini yitirmeyen yerler, mekânlar kalmıştır ister inanışlara,
ister daha derin olan, inançlara bağlı.
Kentler değişiyor değişen insanlarıyla birlikte, çağdaşlaşınca
kaçınılmaz bir değişime, bir değişikliğe uğruyorlar ancak gizemler
kalıyor, gizemlere inananlar da.
Yüzyılımızın başına kadar bir «mutlu azınlık»ın sanki tekelinde
kalmış olan «bilgiler» bugün iyiden iyiye ortaya yayılmış, etrafa
dağılmış birer tüketim malzemesi haline gelmişlerdir.
Kendi kurduğumuz teknolojik bir uygarlığın içinde yaşıyoruz
ve bu teknolojik uygarlığın (şayet gerçek bir uygarlıktan söz edebiliyorsak)
nimetlerine ve zararlarına, özgürlüklerine ve baskılarına
boyun eğmek zorundayız. Yine de teknoloji ve bilim - t ü m tartışmasız
aşama ve başarılarına karşın- bizleri her konuda ve her
— 108 —
defasında tatmin etmiyorlar, bazı yaşamsal, ruhsal ve tinsel sorularımıza
aradığımız, beklediğimiz yanıtları vermiyorlar, veremiyorlar
ve biz, halen gizleri deşmeye, gizli diye adlandırılan geleneksel
bilimlere kulak vermeye yanaşıyoruz.
21. yüzyılın arifesinde acaba gizem ve gizli bilim diye bir şey
kalmış mıdır, kalabilmiş midir?
Antik çağlardan ve insanoğlunun bilinmeyen tarihinden
kalan bilgileri, teknikleri, doğaüstü diye adlandırılan (oysa doğanın
bir parçası olan) güçleri araştıran halen kaldı mı, tarihçiler ve
meraklılardan başka?
Ya da bunlarla, bu yarı gizli yarı açık, kimi cilt cilt yayınlanan,
kimi elyazmalarında, kitaplıkların raflarında, «çok gizli» arşivlerde
kalan bu bilgileri uygulayanlar var mıdır (ki vardır)? Ve
uygulayanlar neden, neye hizmet uyguluyorlar?
Teknoloji, çağdaşlaşma, bilimlerdeki yeni, şaşırtıcı buluşlar
her şeyi değiştirmediler, sadece bazı inanışları çok daha «popüler
», daha yaygın hatta daha «in» haline getirdiler. Ve hepimizin
bildiği gibi, her yerde ve bu kocaman İstanbul'un nerdeyse her
köşesinde eski inanışlar ve gizemli uygulamalar halen çokça izleyici,
alıcı bulmaktadırlar.
Gizli diye bilinenlerin bu şekilde pazara düşmesi, gerçek
gizem açısından, düşündürücü ise de gizemin «serbest piyasası»
alenen ortadadır.
Demek ki sihir denen, gizli ve gizemli denen şeyler - b i r t üm
olarak- sanıldığı kadar gizli ve ulaşılmaz değilmişler.
Denecek ki, şu ya da bu şekli ile bir «gizem pazarı»nın oluşması,
oluşturulması işin sonunda bir arz ve talep sorunudur. Doğrudur.
Ve yine denecek ki, bir «gizli bilim» varsa, gizli kalmış, gizlenmiş
veya bir azınlığın tekeline bırakılmış ve bu bilimin yararlı
tarafları bulunuyorsa yapılabilecek en doğru, en «demokratik» ve
toplumcu şey bunu toplulukların kullanışına özgürce açmaktır.
Çok doğru ve bu düşünceye tümden katılıyoruz, ancak...
Ancak sorun yaratan, yaratabilecek bazı sorunlar çıkıyor
ortaya, örneğin: «hangi bilgi», «nasıl bir bilgi» ve «ne tür bir
sunuş ve uygulama» v.b. gibi.
— 109 —
Bu sorulara bir yanıt aramadan önce biraz gerilere dönüp
yeniden o «gizli örgüt» konusuna dönelim ve çarpıcı olduğundan,
öyle sayıldığından, «Satanistler»e, şeytana tapanlara bir göz
atalım.
Konunun meraklıları anımsayacaklardır: bundan birkaç yıl
önce «renkli» denen basın ve büyük tirajlı gazetelerle güncelliği
izleyen magazin dergileri, konu sıkıntısı çekiyormuş gibi, birden
şeytana tapanlara, şeytana taptıklarını söyleyenlere kucak açıp
onları kapak ve söyleşi konusu yaptılar. Talepten çok bir arz
imgesi ile karşılaştık, kimi sanatçı şeytanla alışverişinden örnekler
verdi, kimi genç şeytancılar da uzun uzun ayinlerini açıkladılar,
inançlarının kaynaklarını, bir hayli özentili, Batı kokan bir karmaşıklık
içinde açıkladıkları gibi. Özetle, Müslüman mahallesinde
salyangoz satarcasına, şeytanı satmaya, değilse kullanmaya
kalktılar başka şeyler ve bilgilerle birlikte.
Şeytan ve şeytanlıklar çekicidir, salt kötülüğe ve şiddete
giderek cinselliğe açık oldukları için değil, anarşik bir kimlik taşıdıklarından,
düzen düşmanı olduklarından, kabul edilmiş değerleri
ters yüz ettiklerinden. Üstelik, sansasyon yaratmaya her
zaman hazır bir tür basın için şeytan, kara büyü ve büyü halen
ilginç-konulardır.
1987'de «Nokta» dergisinin kapak konusu ettiği «Kara Büyü»
araştırma yazısı beş yıllık bir ömrü olduğu söylenen «T .-. »
rumuzlu gizemci örgütünü uzun, ayrıntılı bir söyleşi ile tanıtıyor,
iki yıl sonra sayfalarını «Bilinmeyenin Çağrısı: Büyünün Gücü»
başlıklı bir başka kapak konusuna ayırıyor ve aynı dönemde,
«Hürriyet» gazetesinin bir yazı dizisinde (Şeytanla oynaşanlar)
«Altın Şafak» (Golden Dawn) örgütünün İstanbul'daki izleyicileri
sunuluyor.
İstanbul'un varolan eski gizemlerine kendi gizemlerini katan
bu tür örgütler - y a da bireyler- ve basına açıklamış oldukları
inanış, kuram ve yöntemler üzerinde durmakta yarar vardır. Geçmişleri,
bugünkü durumları ve gelecekleri bir yana bizi ilk planda
ilgilendiren kentimizdeki, örgütsel veya bireysel, çağdaş gizemci-
- 110 -
liginin çizgisi, kuramsal dayanakları ve (varsa) İstanbul kaynaklı
bir geçmişle bağlantılarıdır.
Sözünü ettiğimiz yazıları, söyleşileri incelediğimizde bazı
gizemci ve gizem araştırmacılarının, daha önceki bölümlerde
üzerinde durduğumuz, bazı örgütlerden (Gül-Haç, Altın Şafak)
ve Uzakdoğu disiplinlerinden yola çıktıklarını görürüz. Ne var ki,
ortada bir sentez sözkonusu ise, öğreti ve uygulamada bir sentez
düşünüldüyse bu tür bir sentezi açıklayan öğeler hangileridir,
nasıl ifade ediliyor?
Gizem bir bilgi ve bir kültür, bir yaşam şekli ve bir inanış,
inanç sanatıdır. Tartışılır, kötülenir, anlaşılır ya da anlaşılmaz
veya yanlış anlaşılır, kullanılır, pazara çıkarılır, bilgisayara yoksa
telefon şebekelerine bağlanılır ama, genelde öyle kalır.
Yanlış anlaşılmasın, burada ne gizemciliğin, ne de gizli
denen bilimlerin bir savunmasını ya da bir suçlamasını yapmak
niyetinde değiliz. Değiliz çünkü hiç bilimsel olmaz, konumuz «bilimsel
» sayılmayacaksa bile. Amacımız, bu tür bir araştırmanın
boyutları dahilinde, içinde yaşadığımız bu kentin gizem dünyasındaki
yerini saptamak, en azından bazı gizemlerini biraraya getirmektir.
Dolayısıyla dünü ve bugünü bağlamaktır, şayet bu tür bir
bağlantı halen varolabil iyorsa.
Satanistler, şeytana tapanlar demiştik, iyi de şeytan nedir
veya şeytan kimdir?
Çok ilkel bir soru gibi görünüyorsa da yerli satanistlerimizin
uğruna yanıt vermeye çalışalım, şeytanbilimci değilsek de.
Şeytan, şeytanlar ve cehennem zebanileri, hiç kuşkusuz,
tek tanrılı büyük dinlerin bir buluşu değildir. Her inanç ve dinde
şeytan, ona verilen ad ne olursa olsun, evrenin ve dünyanın kötü
ruhu, Tanrının bir çeşit karşıtıdır. Ermiş Augustinus'un deyimiyle
«Tanrının maymunu»dur.
Ruhbilimsel açıdan şeytan insanın ilkel, olumsuz, dengesiz,
denetimden yoksun yanıdır. Ve insan içindeki ve dışındaki dengeyi
tutturabilmek için iki ayrı kutbu -Tanrının iyiliğini ve şeytanın
kötülüğünü- açıklamaya, anlamaya çalışıyor ve çalışmıştır, İki
Ruhlu Adam Doktor Jekyll ve Bay Hyde'te olduğu gibi.
Karanlıklar Prensi adını alır bazen şeytan, İbranicede ise karşılığı
düşman, karşı koyan idi. Asurlularda rüzgâr tanrılarından
Pazuzu da bir şeytandır, Hintlilerde canavar Rerek bir şeytandır,
Mısır'da Tanrı Seth de öyledir. Keldanlılarda ise şeytan tek değil,
birçok çeşitleri oluyor, cinlere karışıyor.
Çeşitli adlar yakıştırıldı bu şeytana, örneğin: Hayvan, Kara
Atlı, Boynuzlu, Koca Keçi, Koca Zenci, Kara Adam, Küçük Usta,
Yaşlı Centilmen, Tanrının Gölgesi, Yeryüzü Prensi v.b. Bu ad bolluğu
yanında Batı'nın Orta Çağ şeytanbilimcileri (Demonoglar)
şeytanın etrafına cehennemi yöneten ve insanları tedirgin eden
bir prense yakışır bir topluluk yarattılar: 7.405.920 alt dereceli şeytan
gibi!
Çağ atlatmakla meşgul bir Türkiye'nin istanbul'unda şeytana
tapanlar, şeytanla oynaştığı söylenenler ve ola ki, Kara Ayinler.
Ya da Orta Çağ'ın karanlıklarına dönme özlemini çekenler!
Kaldı ki, Kara Ayin Hıristiyan olmayan bir toplulukta düşünülemez
çünkü, özellikle 18. yüzyıldan kalma örneklerde, bu tür ayin
kilisede yapılanın t am tersi oluyor, karikatürü oluyor, lanetler ve
cinsel sapmalarla birarada.
Bu noktaya vardığımızda yine gerilere dönüp işin başındayken
yapmadığımız bazı şeyleri yapmamız yerinde olacaktır, bazı
tanımlamaları yeniden gözden geçirerek ve «gizem» nedir, «gizemcilik
» nedir, «gizemci kimdir» sorularına yanıtlar arayarak.
Batılıların «occuit» (okült) dedikleri olay ve kavram bizler için
«gizem»dir, «gizli» olandır. Tümden gizli kalmıyorsa bile «bazı»
gizleri halen içermektedir ve bundan dolayı herkese, hazır olmayanlara
açılmaz.
Batı'da, Roma-Yunan uygarlığından başlamak üzere, gizli
öğreti ve içerdiği gizli bilgiler ve bilimler Mısır'ın «kapalı» (hermetik)
denilen öğretinin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor ve konusal
olarak, paralel ama görünmeyen bir doğanın deneysel araştırmar
sı şekline giriyor, «maji» ile «sihir» ile ifadesini buluyor, İskenderiye'de
şekillenip bir öğretinin kalıplarına giriyor.
Klasik bilimin kabul etmediği, edemediği ve metafizik ya da
doğaüstücü boyutlara sahip her konu kendiliğinden, geniş bir
alanın içinde, gizemciliğin kapsamına dahil ediliyor, haklı ya da
haksız, doğru veya yanlış olarak.
Ve bu süreç Batı'da ve Doğu'da geçerlidir, geçerli sayılıyor.
Gizemlerin sanatı olan gizemcilik bir bilgi getirdiği gibi bu bilginin
edinebilmesi için gerekli olan disiplinleri de beraberinde
getiriyor. Dolayısıyla radikal diyebileceğimiz gizem araştırmacısının
yaşamı pek kolay olmuyor.
Antik bir inanışa göre başlangıçta bilim tekdi, sonradan ikiye
ayrıldı: biri halka dönük ve dışrek (eksoterik), diğeri ise öğretiden
geçmiş olanlara, «inisiyeler»e dönük ve içrek (ezoterik).
Gizemci de bu içrek bilimi araştıran ve uygulayan kişi olarak bilindi.
Gizemin, gizli bilim ve bilgilerin alanı öylesine geniş tutuldu
ki, içine her şeyi rahatça yerleştirmemiz olasıdır: sihiri (majiyi),
büyücülüğü, falcılığı, sayı bilimini (nümeroloji), yıldızbiiimini (astroloji),
simyayı ve şeytancılığı bile.
Bir yerli örnek verelim (ilerde üzerinde duracağımız bir
örnek): İslami gizemlerin araştırmacısı ve derlemecisi Mustafa
İloğlu'nun sekiz ciltlik «Gizli İlimler Hazinesi»ne baktığımızda bu
«gizli ilimler»in, dua ve kabulünün yanı başında burçları, yıldızların
insanlar üzerindeki etkilerini, hazineleri bulma yöntemlerini,
Remil ve telepatiyi, ilmi kırtasiyeyi, ruh davetini v.b. gizemli konuları
kapsadığını görürüz.
Şayet elkitabı niteliğindeki bir Batı kaynağını karıştırırsak
-örneğin, Julien Tondriau'nun «Gizemcilik» (L'Occultisme,
1964) adlı çalışmasını- yeniden sihir (maji), sayı bilimi, yıldızbilimi,
simya, Kabala, şeytan, el falı, iskambil falı ve de parapsikoloji
(bir açıklama yöntemi olarak) ile karşılaşmış oluruz.
Alan geniş tutulunca, konular birbirine eklenince bağlantılar
çoğalıyor çoğalınca da karmaşık gibi görünen bir «ayrı evren»
ortaya çıkıyor.
«Ayrı evren» salt belirletici bir işlevi olan bir deyimdir çünkü,
— 113 — İstanbul Gizemleri / F: 8
aslında, «ayrı» diye bir evren yoktur, her şey bir tümdür ve bir
tek tümden kaynaklanmaktadır.
Burada amacımız ciltler dolduracak olan bir gizemcilik tarihine
girişmek değildir. Kaldı ki, bu bölümde, bazi belirli yerel
gizem örgütlerinin öğretisini, bazı kentli uzman ve araştırmacının
görüşlerini incelediğimizde Batı ve Doğu gizemciliğini, oldukça
geniş bir şekilde, ele almak zorunda kalacağız. Ancak, bunu yaptığımızda,
esas konumuz olan «İstanbul gizemlerinden uzaklaşmış
olur muyuz?
Hayır çünkü genelden hareket etmeden özele varmak olanaksızdır
ve birçok kez tekrarladığımız ve tekrarlayacağımız gibi,
bağlantılar sanıldığından ve görüldüğünden de sıkıdır. Yeter ki,
temelde, «gizemli» ve «gizli» dediğimiz her şey -gizemini artık
yitirmiş ise bile, «popüler» bir hale sokulmuş ise b i l e - değişmesi
olanaksız olan geleneklere bağlı kalsın ve bu geleneklerin gerçek
özünden saptırılmış olmasın.
Nedir ki, belki bir zorunluk sonucunda, bazı durum ve örneklerde
sapmalar ve saptırmalarla karşılaşacağız, çaresizce.
Bundan altı yıl önce basına yansıyan ve o dönemde otuz
üyesi olduğu söylenilen, kara büyü çalışmalarını yapan ve logos
olarak «T .-.» işaretini kullanan örgütün dört aşamalı (Chiron, Uranüs,
Neptün, Pluto) ve «Altın Şafak»tan esinlenen bir öğretiye
dayandığı, kurucuları ve örgüt sözcüsü gece vakti evlerinde kara
büyü ayinleri düzenledikleri açıklandı. Bu ara, uygun bir görsel
malzeme olarak, fotoğrafçıların objektifine siyah cübbeler, kafatasları,
mumlar ve kandiller sunuldu, kandan ve cinsellikten söz
edildi.
Bu tür açıklamalar da yapıldı: «Gerçek bir majisyen (sihirbaz)
olabilmek için insanın kıskanç, egoist, karşısındaki insanın
lokmasını ağzından alacak kadar hain olması gerekiyor... Hani
ruhunu şeytana satmak derler ya, böyle bir şey yok aslında, ama
her şeye bu ölçüde hazır olunmalıdır...»
Kişiden kişiye yorumlar, amaçlar ve niyetler değişir, hiç kuş
kuşuz, şeytana ruhunu satmak diye bir olay yoktur ancak gizemsel
işlem -rengi ne olursa o l s u n - kıskançlık, bencillik ve hainlik
temellerine dayandırıldığında sonuç kaçınılmaz bir «şeytanlık»
olur, Yupi kılığına bürünmüş bir şeytan olsa bile.
Bu ara «T .\» örgütünün bir de «gizli» iç tüzüğü yayınlandı
(ve yayınlanınca gizliliğini yitirdi!).
«1. Grubu meydana getiren üyelerin her biri okültizmi (gizemciliği)
etüt (incelemek) ve pratik etmek (uygulamak) gayesindedir.
Anlayışımıza göre okültizm (gizemcilik) tabiatüstü (doğaüstü)
olarak tanımlanan her şeyi içerir.
2. Üyelerimiz büyü, sihir, maji (sihir), spiritüalizm (ruhçuluk),
mistisizm (tasavvuf), çeşitli yoga ve budizm teknikleri ve parapsikoloji
olarak tanımlanan türün (yan-bilimin) imkân bulunan ve
faydaya yönelik her şeklini kullanır. Üyelerimiz yaşanması mümkün
olan her türlü majikal (sihirsel) ve mistik (tasavvufi) deneyi
yaşamak ve edinilen sonuçları fizik planda somut neticeler almak
için kullanmak isteğindedirler. Yapılacak çalışmaların süresi ve
çalışma yılı içindeki periyodu grup başkanı tarafından tespit edilir.
3. Yukarıda sayılan bütün çalışma ve incelemeler kesin olarak
maddi sonuç, fayda ve etkiye yöneliktir. Sadece spiritüel
(ruhsal) tekamül peşinde koşacak kadar cesaretsizler ve salon
sohbeti meraklıların grubumuzun faal üyeleri arasında yeri yoktur.
4. Hiçbir din ve siyasi görüş grubumuzu bağlamaz. Çalışmalarımız
bütün inançları içerebilir. Hepsi eşit olarak denenmeye
değer olarak görülür. Önemli olan ayırım değil sonuçtur. Herhangi
bir tradisyona (geleneğe) bağlanmak mecburiyeti yoktur.
5. Yapılan operasyonlarda içinde yaşanan toplumun ahlaki
kabulleri ve kamu vicdanı grubumuzu hiçbir şekilde bağlamaz.
6. İç meclis, çalışma programını, çalışma hedef ve sonuçları
dışardaki kişilere aktarmaz.
7. Gerekli doküman (belge), kitap vesaire belli birim fiyatlarla
sadece üyelere verilir. Bu tür bilgi kâğıtları kişinin adına özeldir.
Hiçbir şekilde çoğaltılmaz, dışarıya verilmez.»
— 114 — — 115 —
Aradan iki yıl geçiyor ve «Altın Şafak» bu kez gündelik bir
gazeteye konuk oluyor. Belgrat ormanında, ak cübbeler giyip
ateş ayinleri yapılıyor, bir dairede mum ışığında «Altın Şafak» kaynaklı
olduğu söylenilen «Pentagram Ritüeli» gerçekleşiyor v.b.
İnsan merak ediyor: neden İstanbul'daki bu gizem ve büyü
meraklıları «Altın Şafak» diyorlar ve başka şey demiyorlar? Ve
neden, «Altın Şafak» dediklerinde, örgütün Batı'da kolayca bulunabilen,
bolca derlenip açıklanan öğretilerine «satanist» bir damga
basmaya çalışıyorlar Los Angeles'te eski vahşi hayvan terbiyecisi
Anton LaVey'in kurduğu «Şeytan Kilisesinin öğretilerinden
ve LaVey'in kaleme aldığı «Şeytanın Kutsal Kitabı» (The Satanic
Bible)dan esinlenerek?
«Altın Şafak» ya da daha doğrusu, «Dıştaki Altın Şafak Tarikatı
» (Order of the Golden Dawn in the outer) örgütünün temellerinde
Alman kaynaklı, simyaya dayalı bir «Gül-Haç» kuruluşu yattığı
söyleniyor, örgütün tarihini ve belgelerini araştıran uzmanlara
bakılırsa.
Çoğu MacGregor Mathers'in imzasını taşıyan yayınlanmış
belgelere baktığımızda da örgüt öğretilerinin: Hayal Gücü ve İrade;
Bedendışı Yolculuk (Astral Projection); İnsan, Tanrı ve Gülhaç
Öğretisi; Dışrek Ruhbilim (Eksoterik Psikoloji); Kapalı (Hermetik)
Sevgi ve En Üst Sihir; Simya; Hıristiyan Gizemciliği; Kapalı
(Hermetik) Bilgelik ve Tasavvufi (Mistik) Dua v.b. konuları içerdiğini
anlamış oluruz.
Yani kıskanç, bencil, hain ve «faydaya yönelik» bir gizem çizgisinden
oldukça uzak amaçlar! j '
«Altın Şafak» örgütünü inceleyen Jacques Bergier'ye göre
üyeler görünmezliği temin eden bir «ritüel» üzerinde de çalışmaktaydılar.
16. yüzyılın çok ünlü İngiliz yıldızbilimci, simyacı, sihirbaz
ve Kraliçe I. Elizabeth'in danışmanı John Dee'nin aşağıdaki
formül, uygun bir şekilde söylendiğinde, görünmez olmak olasıymış:
«Ol sonuf vaorsag goho iad balt, lonsh caiz vonpho. Sobra
Z-ol ror İ ta nazps.»
Sırası gelmişken: görünmezlikle ilgili bir olayı Prof.Dr. Hans
von Aiberg (Muhammed H.Ayberg) «Arz'dan Arş'a Sonsuzluk
Kulesi» adlı çalışmasının birinci cildinde bu şekilde dile getiriyor:
«Büyük bilgin ve gizemci Axel Heiberg İslami gizli bilimler
içinde 'insanın kendi tüneline gizlenerek' görünmez olabileceği,
görünmezliğin sırlarını öğrencisi olduğu Mevlânâ Halid'in
Kur'an'daki gizli bilimlerden (özellikle Cifir'den) öğrendiği, hatta
kendisini bizzat Hızır A.S.'nin sürekli eğittiği de Gurdsieff (Gurdjieff)
tarafından ileri sürülmüştür. Âyetle görünmezliğin sırlarına
erdiği ileri sürülen Heiberg'in Türkiye'ye yerleştiği kısa dönemde
bu görünmeme yeteneğini sergilemiş olduğunu da yine İstanbul
seyahatinde belirtiyor. Öyle ki, ünlü fantazi yazarı H.G.VVell'in
(VVelIs'in) 'Görünmeyen Adam' tipinin ta kendisi olduğunu söylemiştir.
Hatta 'Görünmeyen Adam İstanbul'da' romanında resmen
tarif edildiği ileri sürülmüştür (Wells, bunu bizzat belirtmiştir).
»
Axel Heiberg'in, «âyetle görünmezliğin sırlarına» erip ermediği
konusunda yorum yürütecek değiliz ancak yukarıya aldığımız
alıntıda ilgimizi çeken bir iki noktayı düzeltmek ihtiyacını duymaktayız:
1 - Herbert Georges VVells «Görünmeyen Adam» (The invisible
Man) romanını 1897'de yazıyor;
2 - «Görünmeyen Adam İstanbul'da» bir roman değil,
yukardaki romandan uyarlanan Lütfi Akad'ın bir film senaryosudur;
3 - Lütfi Akad 1954'te filmini çevirdiğinde Herbert Georges
VVells çoktan (1946) ölmüştü, dolayısıyla herhangi bir şeyi «bizzat
» belirtebilecek durumunda değildi, herhangi bir ruhsal bildiri
dışında!
Esas konularımıza dönelim...
Bir başka ilginç nokta: yerli ve İstanbul'lu «Altın Şafakçılar»ııı
«gerçek majisyen», yani gerçek sihirbaz, tanımıdır ki, gizemlerle,
en azından saydıkları gizemlerle, uğraşan birine değil de, «satanist
» eğilimli birine uyabilir. Ancak Türkiye gibi İslam kültürlü laik
— 117 —
bir ülkede insan nasıl şeytana tapan olur ve bu şeytana tapmasında
Batılı modellere uymaya çalışır, özentiden kurtulmadan?
Şeytan daha önce de gördüğümüz gibi, her dinde, her
inançta vardır. Oysa gizemsel açıdan «satanist» denildiğinde karşımıza
çıkan - v e Batı'dan gelme öğreti kaynakları ile, sinema ve
TV filmleriyle beslenen- Batı formasyonlu «satanist» oluyor. Yani
Orta Çağ'dan bu yana kiliseye karşı cephe alarak, Hıristiyan dininin
kutsal ayinlerini ve inançlarını ters yüz ederek, çiğneyip aşağılayarak
anarşist bir tavırla şeytana tapanlar.
Her konuda ve hatta yaşam tarzımızda, sanatsal örneklerimizde,
beğenilerimizde özentili bir toplum olduğumuz apaçık
ortadadır. Bunun bir sonucu olarak da aynı özentiyi Gizli Bilimlere
karşı uyguluyoruz. Oysa ki, gizemin genelliği içinde, her yerel,
ulusal kültürün ve bu kültürden kaynaklanan, bu kültürü oluşturan
inanış ve inançların yeri ve işlevi uygulamada son derece
önemlidir. Tüm sorun ise kaynaklara ulaşmaktır.
İstanbul'un gizem meraklıları büyü ile uğraşırlar mı, uğraşmazlar
mı? Bu da çok genel bir soru, çünkü büyünün her çeşidi,
ister ak, ister kara, ister kırmızı, gizli bilimlerin bir parçasıdır.
Büyü hiç kuşkusuz yapılıyor, her zaman yapıldığı gibi. Hatta
yaşam koşullarının daha da zorlaştığı dönemlerde daha fazla da
yapılıyor, garantisi olsun veya olmasın. Ancak, bilindiği gibi,
büyünün garantisi yoktur. Niyeti ne olursa olsun ya tutar ya tutmaz,
büyüyü yapanla büyülenecek olan arasında birçok hesap
edilemeyen öğelerin girdiğinden ve uygulamada her zaman birtakım
pürüzler çıkabildiğinden.
Üstelik büyünün tür ve niyetleri, işlev ve sonuçları kadar
geniş olan bir de «uzmanlaşma» (dilerseniz, «ikna etme ve edilme
») alanı vardır. Ve profesyonel gibi bilinen bile, zaman zaman,
bir amatörden daha başarısız olabiliyor.
Örnek olarak bir genç kızın başından geçeni nakledelim: birine
gönlünü kaptıran fakat umduğu derecede karşılık görmeyen
bu genç kız, sora sora, aşk büyüleri konusunda uzman olarak
bilinen azınlıktan bir falcıya başvuruyor. Falcı-büyücünün önerdiği
«kaşık büyüsü» için -bundan bir sekiz yıl kadar ö n c e -
200.000 lirayı nakten ve peşinen ödüyor. Büyü, ilk yapıldığında,
«tutmuyor», ikinci kez tekrarlandığında da «tutmuyor». Yanıp tutuşan
ve 400.000 liradan olan genç kız, yaşıtı olan ve fal-büyü
işlemleri ile yakından ilgilenen bir kız arkadaşının yardımına sığınır.
Amatör, ama «tedrisaMan geçmiş, gizemci kızın önerisi bir
«voodoo» büyüsü oluyor, etkin ama tehlikeli bir yöntem.
Öğretilere uygun olarak kıldan bir heykelcik yapılıyor, büyünün
hedefi olan delikanlıya az çok benzer ve ondan alınan, ona
ait olan bir şeylerle donatılmış; ayin yapılıyor, ne gerekiyorsa okunuyor
ve -rastlantısal d e y i n - amatörün büyüsü, bir süre sonra,
«tutuyor», sonuçsuz gibi görünen ilişki olumlu ve de yasal bir
sonuca varıyor.
Kara büyüye başvurarak elde edilen olumlu, mutlu bir
sonuç; bu bir tezat gibi görünebilir ancak, büyü düşünüldüğünde,
o ünlü «renk ayırımı» üzerinde pek durmamak gerekiyor, kanımızca,
çünkü ne «operatör»ün kullandığı bilgi, ne de geleneksel
olarak başvurduğu «güç» ölçülerimize uygun bir ahlaksıllığa bağlı
değildir. Gizem işlerini, çalışmalarını «olumlu» ya da «olumsuz»
diye bir ayırıma göre sınıflandırmak insanın başvurduğu ve salt
insana özgü bir değerlendirmedir, konulan ve uygulanmakta
olan tabulara ve toplumsal örf ve âdetlere özgü.
Gizemi araştırmak, dün olduğu kadar bugün de, insanoğlunun
vazgeçemediği bir uğraşıdır, ister falcıya bağlansın, ister
bakıcıya, büyücüye veya basındaki yıldız falı sütunlarına.
İlkel insan büyüsel işlemler ve ayinler yolu ile, kurallarına
henüz yeterince tanımadığı, doğanın güçlerine ve doğadan
gelen afetlere karşı korunmak, bunları kendi yararına döndürmek
istiyor. İlkel insanın amacı somut bir savunmadır, çağdaş ve
evrimleşmiş insanın amacı ise -her tür gizemli bilgi ve bilimlere
başvurduğunda- bir bilinmeyeni, kendine ya da başkasına, açıklamak
ve güçlenmektir, ileriye dönük bir çeşit garantiyi aramaktır.
— 119 —
Okuduğumuz gazetelere, karıştırdığımız dergilere, çoğalan
televizyon kanallarına bugün baktığımızda gizemli arayışının her
çeşit ve uygulaması karşımıza çıkıyor, en uygar, en çarpıcı, etkin
ve peşinen garantili, tartışma kabul etmeyen şekli ile. Kimi kanalda
astroloji, kimisinde ise son dönemin «furyalarından Tarot.
Yakında uzman bir Roman küçük ekranda çıkıp bakla falı açarsa
hiç şaşmayın, gidişat buna da hazırdır çünkü!
Bu tür sunuşlarla gizem artık bir «gizem» değildir, bir «kararlılık
», bir «emniyettir» şöyle ki: falanca uzmanın filanca konudaki
yorumunu (telefondan) dinlemeden ne önemli bir karar alın, ne
de önemli bir işe kalkışın gibilerinden.
Hiç kuşkusuz ki, gizli bilimlerin bu tür pazarlamasını, bu tür
«serbest piyasası»nı biz keşfetmedik, batısı ve doğusu ile tüm
dünyada yapılanları, belirli bir gecikme ile biz de uyguluyoruz
aynı yöntemler, aynı ya da benzer sloganlar ve kesinlik getiren
sunuşlarla.
Gizem diye bilinenler açıklanınca hem yararları artar, hem
de gizem olmaktan çıkınca, alanları genişler, işlevsellikleri çoğalır.
Ancak şunu da unutmayalım: gizli olanın, gizli tutulanın daima
gizli olması, öyle bilinmesi genel bir kural ya da bir zorunluluk
olarak alınmamalıdır.
Antik çağdan yüzyılımızın başına dek gizli tutulan, daha doğrusu
gizli kalmaları için gayret sarfedilen, tümden gizli değilse
bile belirli örgüt ya da kişilerin tekelinde kalan, öyle kalmaları «uygun
» görülen bilgiler ve uygulamalar gitgide genişleyen bir
meraklı ve izleyici topluluğuna açıldı.
Açıldı derken nasıl açıldı?
İki şekilde:
a) Dışrek bilgilerin popüler konularda yayınlanması,
b) Uzman olarak bilinen kişilerin, gizem araştırmacılarının
açık olarak konum ve konularını ilan ederek ortaya çıkması ile.
Birinci şıkta bir bilgi birikimi, tümden veya kısmen, herkese
açıklanıyor, herkesin «hizmeti»ne sunuluyor. İkinci şıkta ise herkese
açıklanan kuram, formül ve uygulamaları cilt cilt ortaya konu-
— 120 —
lan bu bilgi ve teknikler uzmanlar (ya da uzman geçinenler) tarafından
yorumlanarak geniş bir ilgili ve meraklı kitlesine ulaştırılıyor.
Tutkunu, nerdeyse kölesi olduğumuz medyalara yeniden bir
göz atalım ve antik, eski ya da yakın İstanbul gizemlerine bir başka
gizemler ekleyelim, tümden çağdaş ve teknolojik. Ve bunu
yaptığımızda unutmayalım ki:
- Rastlantı diye bir olay yoktur. Tüm rastlantılar anlamlıdır.
Çağımız öyle bir çağdır ki, aynı anda uzay araştırmalarını, derinlikler
ruhbilimini, uyduları ve yıldızfalını kapsıyor. Bir değişinim,
bir mütasyon dünyasında yaşıyoruz, çoğu kapıların ardına kadar
açıldığı - b u n a karşın ırkçılığın, töresel düşmanlıklarının, aşırı milliyetçi
duygularının kol gezdiği bir dünyadır bu.
Bizden önce ruhbilimin, tarihin, dinlerin, bilimin birçok bölgeleri,
alanları salt bir mutlu azınlığa açıktı bugünse çoğunluğa, toplumlara
açılmaktadır. Gizemin tarihinde, ayinlerinde ve uygulamalarında
bulunan, bulunabilen verilerle insan kişiliğinin bilgisini zenginleştirecek
malzemeler, öğretiler bulabiliriz. Kaldı ki, insan için
gizem bir dürtüdür ve bu dürtünün etkisi ile insan gizemi açıklamak,
gizemi aşmak eylemine kapılıyor.
İletişimsel olanaklar ve teknikler çoğalınca, her yere ve her
şeye ulaşınca gizemleri yaymanın, tanıtmanın, uygulamanın yolları
açılıyor ve gizemsel «üretim» artınca da «gizemin satıcıları»
ortaya çıkıyor.
Ancak satışa sunulan, hizmete sunulan hangi gizemler, gizli
bilim ve sanatlardır?
Genelde falcılıkla ilgili olanlar, falcılığa dönüştürülenler ve
açık ya da kapalı şekilde, büyüsel olanlar. Yani «geleceğin kapıları
»™ açanlar, değilse bile aralayanlar.
Bilgisayarların devreye girmesi ve yaygınlaşması ile eskiden,
uğraşmaktan çekinmeyen, meraklıların, uzmanların alanı olan yıldızbilimsel
(astrolojik) inceleme ve araştırmalar, yıldız haritaları,
«horoskop»lar bugün temel verilere sahip adeta herkesin, programlanmış
bilgisayara başvurarak, toparlayabildiği birer «for-
— 121 —
mül», birer «teknik» haline getirildiler. Gide gide, «hazırlop» yıldızbilimsel
tahminlerle gündelik ya da magazin basında çıkan yıldız
falları arasında pek bir fark kalmadı sanki.
Yıldızbilim bir medya ürünü, üstelik «çok satan» bir medya
ürünü olunca da - k i , öteden beri, dünyanın her yerinde böyled
i r - tahminler fazlasıyla genelleşiyor gerçek değerlerini, kişiye
ait özelliklerini yitiriyor.
Bu ara yıldızbilim kursları, merkezleri açılıyor ve özellikle
genç kuşak arasında, tanıştırmada ad ve soyadı kadar «burç»da
artan bir önem kazanmış oluyor, burçlar karşılaştırılıyor, ilerisi
için olumlu veya olumsuz dostluk, arkadaşlık, ilişki olasıları
yorum konusu oluyor.
Yıldızbilimin, yıldızfalının bir «çok satan» ve de «çok izlenen»
haline gelmesi bir hayli eskilere dayanıp kentimizin ve ülkemizin
hudutlarını aştığı için bir hal çaresi görünürde pek yoktur. Ya
meraklıları uyarırsınız, bu yan-bilimin, bu hesabın, incelemenin,
tahminin bu denli kolay olmadığını ikna edersiniz ya da işi bir
gazete sütununa, bir dergi sayfasına, bir TV programına veya bir
telefon hattına bırakırsınız. Sonuçta alan memnun, satan memnun
olduktan sonra!
Aynı şey büyüsel işlemler için de geçerlidir: büyü kitapları,
büyüsel derlemeler de eksik değildir, kimi folklor araştırması kapsamında,
kimi elkitabı kimliğinde. Nedir ki, bu tür çalışmaların,
deneylerin gereksinimini duyan kişi için yazılı kaynak her defasında
yeterli görünmüyor. Artı, yazılı kaynakta olanı uygulayabilen
«bilen», «yapabilen» kişi de gerekiyor, uzmanlığından, inancından
gelen bir garantiyi, bir bilgi dozunu ve şarjını katabilecek
biri.
İşlemi uygulayanda ve işlemi isteyende bu bilgi ve inanç kavramı
son derece önemlidir ve sözkonusu olan, salt uygulayanın
sahip olması beklenen «bilgi» değildir, bunu talep edenin, sonucu
arzulayanın «bilgisizliğidir.
Her insan için gelecek denetlenemeyen bir bilinmeyendir ve
insan, bu gezegendeki yaşamının kısa, bazen de çok kısa olduğunu
bilmesine rağmen, bu «süre» sorunu ile'daima burun buruna
olduğunu unutmak istiyor. Şu ya da bu gizli bilime, gizli bilgi
ve sanata başvurarak geleceğin giz perdesini kaldırtmak, kaldırtabilmek
adeta her insanın kaçınılmaz bir gereksinimi, yaşamsal
bir arzusudur. Ancak ne her gizli bilim bu tür bir olanak tanıyor,
ne de her gizem uygulayıcısı -ister falcı, sihirbaz veya ak ya da
kara b ü y ü c ü - bu tür bir kesin güce sahiptir. Bu tür yetenek ve
bağlantılar eksik olunca da, isteği karşılayabilmek için, her yol ve
çare geçerli sayılıyor. Sonuçta gerçek bir «hizmet» verilmiyorsa
bile bir umut veriliyor, bir yol gösteriliyor, bir hal çaresi belirtiliyor,
bir öneride bulunuluyor doğru, yanlış ya da uydurma.
Gizemden sayılan bilgi basitleşince, ayağa düşünce özelliğini
ve değerini yitirdiği gibi, kimliğinden olup kendini başka bir
anlam ve kapsam içinde buluyor. Hatta ve hatta geçerliliğinden
ve gerçek işlevinden tümden kopmuş oluyor.
Örneğin, yıldızbilime yıldızfalı dendiğinde ve salt bu yönü ile
kullanıldığında yıldızbilimin -ister antik bir bilim, ister bir yan
bilim, ister bir inanış olarak kabul e d i l s i n - gerçek yönü ve işlevi
saptırılmış, basite indirgenmiş oluyor. Oysa ki yıldızbilim, bir fal
aracı olmanın çok ötesinde, evrensel boyutları kapsayan bir
yaşam şeklidir hatta, Muhyiddin-i Arabi'nin de açıkladığı gibi, öte
dünyaya kadar uzanan bir bağlantıdır.
Daha güncel (en azından toplumumuz için daha güncel) bir
«gizli sanat» örneğine değinelim: İstanbul'un ve Türkiye'deki başkaca
yerlerinin gizemlere açık meraklı bir kesiti «Tarot» kartlarını
birkaç yıl önce ve geç dahi olsa keşfettikten sonra bunlara, artan
bir ilgi ile, iyice bağlandı «Tarot»ları bir fal aracı olarak kullanarak
veya kullandırarak. Sonuçta, yıldızbilimin başına geldiği gibi, «Tarot
» kartları -da, eninde sonunda telefon hatlarına ve televizyon
kanallarına yerleşti, ünlü kişilerin «Tarot» falları (Cumhurbaşkanı
Turgut Özal dahil olmak üzere) milyonlarca izleyicinin karşısında
okundu, açıklandı.
Bugün medyalarda ilginç olan, çekici olan gizemin «in»
olmasıdır (iskambil kâğıtları «out», Tarot kartları «in» oldukları
— 123 —
gibi); popüler, aranılan, dost meclislerinde, metafiziğe yönelik
sohbetlerde konuşulması ve elyordamıyla kullanılmasıdır ilginç
olan. Ancak uygulamaya geçmeden önce, uygulamayı sergilemeden
önce kaç kişi bu gözalıcı kartların geçmişini, tarihini araştırmıştır?
Kaç kişi, hazırlop formüllere ve her Tarot desteği ile birlikte
sunulan açıklamalara bel bağlamadan önce, bunların gerçek
işlevlerini, hangi inanışlara bağlı olduklarını incelemek zahmetine
katlanmıştır?
Hiç kuşkusuz ki, «uzmanlar» bunu yaptı, bunu yapmak
zorunda kaldı, fakat bu bilgilerini ve uzmanlıklarını meraklılara
sunduklarından, artan isteği karşıladıklarında birçok şeyi gözardı
etmeyi daha uygun ve pratik gördü.
Farkındayız, Tarot bir İstanbul gizemi değildir, fakat Tarot
bugün artan bir hızla İstanbul'un bir kesiminde yerleşen bir
gizem, bir gizli bilgi, bir gizli sanat konumunu almış bulunmaktır
ve dolayısıyla, bu görünüm ve sunuşu ile konumuzun güncel bir
parçası oluyor.
«İlk kez Tarot fal kartları veriyoruz» başlığını atıyor kapağında
kısa ömürlü «Falınız ve Burcunuz» dergisi Mart 1989 tarihli ilk
sayısında. Ve Almanca olarak «Arcana Major»un ya da 22 resimli
karttan oluşan «Büyük Giz»in altı kartını veriyor (4, 5, 6, 12, 13,
14, 19, 20, 21). Kartların adları ve açıklamaları Almancadan veriliyorsa
derginin içindeki tanıtma yazısında, Türkçesi ve İngilizcesi
uygun bulunuyor.
«Tarot olayı nedir?» başlıklı tanıtma yazısı «yurdumuzda
henüz satılamayan bu esrarengiz orijinal kartlar» diyorsa da
Tarot kartları -Sezar'ın hakkını Sezar'a vermek i ç i n - sonradan
Tarot'lan yaygın hale getiren Rezzan ve Metin Kiraz'ın Bağdat
Caddesindeki «gizbilim» dükkânında satılmaktaydı.
«Falınız ve burcunuz» dergisi Tarot konusunda aşağıdaki bilgileri
de vermekteydi:
- Tarot'a sadece bir oyun ya da fal aracı olarak bakmak,
gerçeği görmemek demektir. Onun derinliklerinde metafizik
anlamlar gizlidir. Bir kere, 78 kâğıttan ibaret oluşu Eski Mısır Hiye-
_ 124 —
rogliflerinde rastlanan 78 tabletle bağlantıyı ortaya koyar. Ünlü
İskenderiye kütüphanesinde bulunan papirüs ve parşömenden
başka kil ve toprak tabletlerde yazılı efsanelerle yakından ilgilidir.
Yukardaki alıntıda üzerinde durulması gereken nokta, ki
Tarafların özünü özümsemektedir, bunların salt bir oyun ya da
fal aracı olmamasıdır. Ancak, ülkemizdeki furyada göründüğü
gibi, Tarot yaygın kullanış ve sunuluş şekli ile bizde, başkaca fal
tekniklerine eklenilen «in» ve popülerlik kazanan bir araç haline
getirildi, ister bilinçli, ister bilinçsiz.
22 simgesel resimden (Arcana Majör = Büyük Giz) ve 56 işaretli
kâğıttan (Arcana Minör = Küçük Giz) oluşan Tarot destesinin
Çin'den çıktığı sanılıyor ya da Hindistan'dan, değilse Mısır'
dan. 1392'de Fransa Kralı 6. Charles'in sarayında kullanıldığı biliniyor.
Başka kaynaklara göre, Fransa'dan önce İspanya'da kullanılmıştır.
Tarot'u Batı'ya çingeneler getirdi, deniyor. Yapılan araştırmalara
göre çingenelerin dili, Hindistan'ın en eski, kutsal dili olan,
Sanskrit'ten, hatta öz ve katıksız Sanskrit'ten başka şey değilmiş.
Örneğin, Sanskritçe iskambil (kâğıt) destesi «Taru»dur,
Macar çingeneleri buna «Tar» derler, Batı'ya «Tarot» olarak geçmiştir.
Amerikalı Tarot uzmanı Paul Foster Case'a göre 78'lik deste
1200'lerde Fas'ta toplanan ve her ulustan gelen bilginler tarafından,
eski ve geleneksel bilgiyi korumak amacıyla, hazırlanan şifreli
bir kitabın kalıntısından başka bir şey değildir.
«Çingenelerin Kutsal Kitabı» denir Tarot'a. Kimine göre yüzyıllardan
beri oluşan simgeleri ile toplumsal, kolektif bilinçdışını
açıklıyor. Kimine göre de geçmişi, geleceği ve tüm zamanları
öngören tek yol, tek anahtardır. Romaniler kadar Orta Çağ simyacılarını,
17. ve 18. yüzyıl gizemcilerini etkileyen «mistik» (tasavvufi)
bir felsefenin görüntülemesidir. Simgesel adı ile Hermes'in
ya da Tanrı Thoth'un kitabıdır evrensel bir yönteme açılan.
Görüldüğü gibi «in» bir fal haline gelen, getirilen bu Tarafların
geçmişi oldukça geniş, karmaşık ve ortaya koydukları kuram-
— 125 —
larla faldan bir hayli değişik, en azından geleneksel Batı kaynaklarını
araştırdığımızda (ki, bugüne dek, Taraflarla ilgili tümden
Doğulu bir kaynağa rastlamış değiliz). Devam edelim...
Tarot kartlarının Mısır'dan kalma olduklarını ilk belirten ve
çok tartışılan kaynak Protestan Tanrıbilimcisi Court de Gebelin'in
ilk cildini 1773'te yayınladığı, «İlkel Dünya» (Le Monde Primitif)
adlı ansiklopedik çalışmadır. De Gebelin'in savına ilk sahip çıkan
ise, geçmişi oldukça karanlık olan, Paris'ti berber Aliette oluyor.
Adını ters yüz edip Etteila olarak kendini tanıtan Aliette 1783'te
yayınlanan -ve «İlkel Dünya»dan çok esinlenen- «Thot kitabının
eşanlamlı sözlüğü» (Dictionnaire Synonimique du Livre de
Thot)nde Tarot'u popüler bir fal aracı haline getiriyorsa da öğretisinin
temellerini, dön dolaş, Yahudilerin Kabala'sında aramaktan
kendini alamıyor.
«Memfis'ten, Ptah tapınağının mihrabında, altın levhalarda
işlenmiş bir deste kâğıt bulunuyordu.» der Paris'li berber Aliette-
Etteila ve bu destenin Mısır'dan, Hazreti Musa'nın eliyle, Yahudilere
geçtiğini öne sürüyor.
Yaklaşık olarak bir yüzyıl sonra ise Tarot'ları derinliğine araştıran
Fransız soylusu ve gizemcisi Stanislas de Guaita, her biri
850 sayfayı aşan, iki ciltlik «Kara Büyünün Anahtarı» (La Clef de
la Magie Noire) adlı çalışmasında «Büyük Giz»i oluşturan 22 kâğıdı,
ayrıntıları ayrıntılara katarak açıklıyor.
Ve önceki yüzyılda, çağdaş gizemciliği dirilten Eliphas
Levi'nin (gerçek adı ile Alphonse Louis Gonstant) «Yüce Sihirin
Dogmaları ve Ayinsel Şekilleri» (Dogme et Rituel de la Haute
Magie, 1896) adlı temel kitabına bir göz attığımızda Tarot ile ilgili
aşağıdaki konu ve bağlantılarıyla karşılaşmış oluyoruz:
- Tarot, evrensel bir ABC; Kabala açısından Tarot; kıyametle
ilgisi; simyadaki simgeleri; Taraflarla İbranice harflerin arasındaki
bağlantı; İtalyan Tarafları; Kutsal Kitabın ve Kabala'nin
anahtarı; gizemli bilimlerin temel taşı; en şaşırtıcı kehanet aracı
v.b.
İstanbul'u mesken tutmuş, Tarot kartları ile sanatçıları, futbolcuları,
devlet adamlarını, yüksek finans temsilcilerini etraflarına
toplayıp falcılık yapan uzmanlarımızın, konuya elatmadan
önce, gerilere dönüp Taraflarla ilgili kaynakları, yorumları -hatta
ve hatta palavraları- incelemeleri gerekir mi gerekmez mi?
Sorunun yanıtı, hiç kuşkusuz, onlara kalmıştır fakat, ilginçtir ki,
uygulamada bile aynı görüşte ve «teknik»te olmadıkları ortaya
çıkıyor.
Örneğin, Tarot ile ilgili kapsamlı bir kitap yayınlamış olan
Kiraz ikilisine göre Tarot herhangi bir yer ve saatte açılamıyor,
ilkin falına bakılması istenen kişinin horoskopuna bakıp uygun
günü saptamak gerekiyor. Tarot okuma seansları, bir süre rahatlatıcı
meditasyon ve kontemplasyon uygulandıktan sonra, gece
vakti yapılıyor. İlkin 1,5 saatlik bir konuşma yapılıyor derken
mumlar ve tütsüler yakılıyor, masaya siyah ipekler seriliyor ve
gerçek seans başlıyor. Bunun bir de sabah faslı vardır, ev hazırlanıyor,
uzman kendini hazırlıyor, giysiler seçiliyor v.b.
Öte yandan televizyon ekranındaki uygulamaya baktığımızda
her şey çok sade, aksesuarlar yok (teknik araçları saymazsanız),
mumlar ve tütsüler yok, uzun hazırlıklar yok. Uygulamanın
bir de üçüncü şekli vardır, 900 900'lü şekli ki, en kolay ve basiti
gibi görülüyor.
Gizemleri ve gizli diye bilinen sanatları serbest piyasaya sürdünüz
mü, medyalarda bir «oyun» haline getirdiniz mi, bu tür karşıtlık
ve tersliklerden kaçınmak olanaksız oluyor. Çünkü her «pazar
» ve her «medya» kendi koşullarını getiriyor. Getirmekle de
yetinmiyor, size empoze ediyor, ya bu deveyi güdersin ya bu
diyardan gidersin türünden.
Olanaklarımızın, beğenilerimizin ve ilgi alanlarımızın kapsamına
giren her şeyi - b u ara geleceğe yönelik kuşku ve arzularımız
ı - tüketmeye fazlasıyla alıştık, tüketime dayalı bir uygarlığın (şayet
uygarlık bu ise!) içinde yaşadığımızdan. Dolayısıyla her şeyin
tüketime açılmasına, pazara girmesine hiç şaşmamamız gerekiyor
(zaten şaştığımız da yok). İstek olduğu sürece bu isteği karşılamaya,
gerektiğinde bu isteği dürtüp abartmaya eğilimli olanlar
— 127 —
çıkacaktır ve hatta, sistemin değişmez ve kaçınılmaz kuralları içinde,
çıkmaları zorunludur. Gizem diye bilinenlerin bir kısmı, dünyanın
her yerinde, artık tüketime açıktır, konfeksiyon şeklinde ucuza
(ya da pahalıya!) sunulmaktadır. Bir bakıma böylesi belki de
daha iyidir, insanların meraklarını karşılamak, kuşku ve endişelerini
rahatlatmak, metafiziksel bir hizmet vermek açısından. Ancak
hiç unutulmamalı ki, gizem dünyası (ona gizli bilimler deyin, gizli
sanatlar deyin, batıl inançlar, çağdışı düşünceler deyin, dilediğiniz
gibi tanımlayın) bir buzdağı gibidir, azı görünen çoğu görünmeyen.
YEDINCI BÖLÜM
GİZEMLER VE YORUMLAR
Bugünün İstanbul'u dünün İstanbul'u değildir, yarının İstanbul'u
bugünün İstanbul'u olmayacağı gibi. Kentler değişir,
büyür, evrimleşir fakat eski izlerini taşımayı sürdürür, yaşlanan
bir insanın yüzündeki kırışıklıklar gibi.
Anadolu, üzerinden geçen, topraklarında filizlenen veya yerleşen
bunca uygarlıkların bir potası, bir kabı ve aynası olduğu
gibi İstanbul kenti de, yüzyılları katlayan tarihi boyunca, gelmiş
geçmişlerin izlerini kendi bünyesinde katmerleştirmiştir. Fetih
öncesi bir uzun dönemdir, mitologyaya kadar uzanan ve mitologyayı
kapsayan; Fetih sonrası Osmanlı İstanbul'u yeni bir çağın
başlangıcını müjdeleyen yaşlanmayan bir anıttır ve cumhuriyet
sonrası İstanbul da, günümüze gelinceye kadar, çağdaşlaşma
yokuşunu adım adım kateden, «metropolis» olmaya yüz tutan,
çarpık imgeler sergileyen kendine özgü bir «olay»dır.
Her kent kendi iç gizemini oluşturuyor ve her kent, eskiden
içinde yaşayanların bırakmış oldukları dayanıklı, somut izleriyle
görüntüsünü kuruyor. Bu görüntünün, bu imge kurgusunun
derinliklerine indiğimizde kat kat boyalarla süslü maskenin arkasında
gizlenen, gizlenmeye çalışan yüzü keşfettiğimizde bir başka
boyutun kapıları açılıyor paralel bir dünyaya girercesine.
İnsan belleğinde t üm yaşantısının anılarını, ister yüzeye çıksınlar,
ister çıkmasınlar, toplayıp sakladığı gibi, bunları zaman
zaman kullandığı gibi her mekân ve mekânlar toplamı, onu dol-
— 129 — istanbul Gizemleri / F: 9
durmuş olan, onu kullanmış olan güçlerin, duyguların, arzu ve
hırsların, düş ve hayallerin, bilgi ve bilgeliklerin izlerini depoluyor.
Ve nasıl ki belleğimiz, günün birinde, yitirmiş, unutulmuş sandığımız
bir olayı, bir anıyı kafamızda ve yüreğimizde, t üm çarpıcılığı
ile diriltiyorsa mekânlar da, benzer bir süreç içinde, depoladıkları
izleri, anıları ve tecrübeleri açığa vuruyorlar.
Bir ev, bir oda içinde birikmiş olan olumlu ya da olumsuz
güçleri ortaya çıkardığında «tekinsiz» sayılıyor, bir kocaman kent
ise bunu yaptığında ilkin pek dikkat çekmiyor, hatta belki de hiç
dikkat çekmiyor fakat yer alan olaylar dizisi o kentin «çok özel»
tarihine ve boyutuna kaydediliyor.
İstanbul'un destansal tarihi, yaklaşık olarak, M.Ö. 660 yılında
başlıyor Kral Bizans'ın adını taşıyan ilk Bizans ile ve bu ilk
Bizans kısa süre içinde, önemli bir ticaret merkezi oluyor.
Bizans'tan İranlılar geçiyor, Ispartalılar, Makedonyalılar, Galyalılar
tarafından kuşatılıyor, M.S. 193-196 yıllarında Roma'lılar
tarafından kuşatıldığı gibi.
Roma imparatorluğu'nun başkenti oluyor Bizans, Constantin
ile, kiliselerin, Hera, Hecate ve Apollo tapınaklarının içice yükseldiği
karmaşık bir başkent. Sonra da Doğu Roma İmparatorluğu
iken Bizans imparatorluğu oluyor.
Ayaklanmaların, toplu katliamların, istilaların adeta birbirini
izlediği bir başkenttir Bizans, görkemli ve kanlı. Aynı zamanda
Batı'dan gelen göçmenlere açık bir başkent. Galata'da Venedikliler
ve Ceneviz'liler yerleşiyor ve 1162'de Pisali'lar, Sirkeci taraflarında
bulunan bir Ceneviz'li mahallesine saldırıp toplu bir katliama
girişiyorlar.
1203'te kent haçlılar tarafından talan ediliyor, 1304'te Venediklilerin
saldırısına uğruyor ve bu istanbul'un fethine kadar
devam ediyor...
Tarihsel izleri, gelenekleri, karışık insan, ırk, inanç ve inanış
kalabalığı ile istanbul kendine özgü, benzeri olmayan bir mozaik
oluşturuyor, kimliğinin kökenlerini bu mozaikin içinden çıkartıyor.
Bu denli maceralı geçmişi olan bir İstanbul gizemler yaratmasın
da kim yaratsın?
«Merkez» sözcüğünü kullandık bu şehr-i İstanbul için ve
«Merkez» derken de «Gizemler Merkezi» demek istedik, gizemleri
olan, gizemleri saklayan ve gizemleri yaratan.
Bir insanın geçmişi -genlerinde taşıdığı geçmişler dahil
olmak ü z e r e - nasıl ki, o insanın kimliğini oluşturup yönlendiriyorsa
aynı süreç, değişik bir boyut içinde, kentler için de geçerlidir.
Ancak her kent için değil.
İstanbul'un bir «Merkez» olması, konumundan, geçmişinden,
kimliğinden ve işlevinden de kaynaklanıyor. İstanbul, çünkü
her zaman bir geçiş noktası, bir birleşme noktası, bir sentez
unsuru olmuştur. Bugün de öyledir, Batı için halen Doğu'nun
başlangıcı, Doğu için de Batı'nın kapısıdır. İstanbul'un çok özel
kimliği de bu ikililiğinden kaynaklanmaktadır.
Önceki bölümlerde İstanbul'u ziyaret eden, İstanbul'dan
geçen ve İstanbul'da konaklayan birçok kişiyi, birçok gizem ustalarını,
örgüt kurucularını, gizem araştırmacılarını gördük ve kendimize
bunlarla ilgili sorular sorduk, bazen de son derece basit,
olağan yanıtlar verdik, vermeye çalıştık. Ve, bilindiği gibi, bazen
oldukça karışık gibi görülen soru ve sorunların çözümü basit,
son derece mantıksal, olağan yanıtlara bağlıdır.
«Merkez» işlevini gören her mekân, kapsamı ne olursa
olsun, çekici bir güce sahiptir, bir mıknatıs gibi işler. Aynı zamanda
bu merkez bir depolama noktasıdır, değişik kaynaklardan
tarihsel bir süreç içinde edinen bilgilerin, kültürlerin kat kat toplandıkları
bir ardiye, bir arşiv. Ya da yaşayan ve somut bir bellek.
Böyle bir yaklaşım içinde Bizans, Batı'yı depoladıysa Fetih
sonrası İstanbul'u Doğu'yu depoladı ve Tanzimat'tan başlamak
üzere Doğu ile Batı'yı.
İstanbul, kendi kimliği içinde, kendine özgü bir bilgi sentezini
biraraya getirdiyse (ki, hiç kuşkusuz getirmiştir) bu tür bir sentezi
oluşturmak yolunda olanlar için bir «temel kaynak», yönlendi-
— 131 —
rici bir nokta, ufukta beliren aydınlatıcı bir «fener» görevini de görmüştür.
Batı'dan gelen gizem tutkunu ya da öğreti sahibi gizemci
İstanbul'da Doğu'nun gizem, bilim ve bilgeliğini aradığı gibi
Doğu'dan gelip Batı'ya dönen ve durakladığı İstanbul'da iki ayrı
kaynağı karşılaştırarak elde ettiği bilgileri ölçer, bilançosunu çıkarır
ve uygulama yöntemlerini saptamaya koyulur.
Çemberlitaş'ın altında bulunduğu sanılan geçitlerin Agarta'ya
kadar ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz ama İstanbul'un, yüzyıllar
boyunca, biriktirdiği güçlerin her yöne yayıldığına inanıyoruz.
İstanbul gizemleri derken aşırıya kaçtığımızı düşünenler olacaktır.
Bu satırları, bu sayfaları okuduklarında bir «gizem zorlamas
ı n a bel bağladığımızı söyleyeceklerdir. Eleştiriye her zaman açığız
(eski bir eleştirmen olduğumuzdan), yanlışlıklarımızı kabul
etmeye de ancak, kanımızca, her şey belirli bir mantık çerçevesi
içinde gelişiyor, örnekleri, izleri ve olayları ile. Hem biz, burada,
bir varsayımın üzerinde duruyoruz ve bunu bir «sohbet» varsayımı
değil de bir «araştırma» varsayımı olarak görüyoruz.
Bugün bilimin kabul ettiği, hatta Strasbourg ve Meudon gibi
üniversitelerde, birçok jeofizik merkezlerinde araştırılan ve «tellurizm
» (topraktan, yerden güç almak) adını taşıyan bir olay vardır,
eskilerin tehlikeli saydıkları, bilgisini gizli tuttukları.
Öteden beri, özellikle ABD ve Rusya gibi ülkelerde, dünyanın
oluşturduğu güç «çizgileri» (ya da yeryüzünün sinir sistemi)
nin toplumlar üzerindeki etkileri araştırılıyor, bu güçlerin merkezleştirdiği
noktalar üzerinde duruluyor.
«Tellurizm»in yeryüzü kabuğunu harekete getirdiği, depremlere
neden olduğu bugün bir gerçek olarak kabul ediliyor. Simyacılar
için bu güç yeryüzünün «görünmeyen» gücüydü, antik inanışlarda
ise «cehennem ateşi» veya «cehennemin ateş nehirleri»
diye adlandırılıyordu. Geleneksel bilgilere göre ilkel insan, taş
devri insanı bu gücü hissediyor, merkezlerini saptayabiliyordu
ancak evrimleşen insan, başka duyarlılıkları gibi, bu duyarlılığı da
yitirdi. Eskilerin bu merkezlerde inşa ettikleri tapınaklar (Haliç'te
yerleşen Keltlerin Fransa'nın Bretagne bölgesindeki Carnac gibi)
sonradan terkedildi, yıkıntıları kaldı.
«Tellurizm» yeryüzünün doğurduğu elektro-manyetik bir güçtür,
mekânları ve o mekanlardaki insan topluluklarını etkileyen,
doğal enerji merkezlerini yaratan.
Yoksa İstanbul bu tür bir merkez mi, yoksa öyle miydi bir
zamanlar?
Jeofizik uzmanı olmadığımız için, bu tür doğal ve jeofiziksel
olayların toplum bilincini ne gibi etkilediklerini saptamak amacımız
sayılmadığından bu sorunun yanıtını uzmanlara bırakıyoruz
ve bunu bir olasılık sayıyoruz, varsayımımızın bir parçası olarak.
Batı ile Doğu'nun bir buluşma noktası olarak gördüğümüz
kentimizde, her iki yöne açılan bir kapı görevini gören İstanbul'da
değişik kökenli, bazen çatışan bazense birbirlerini tamamlayan
gelenekler, inanışlar ve kültür birikimleri işlevlerini ve etkinliklerini
sürdürüyorlar.
Kimi insan için tek yol şifa veren, güç ve inanç kazandıran
kutsal dualardır, kimi için de ilkel sayabileceğimiz uygulamalardır.
Doktordan ve doktorun tıp bilgisinden sonuç alamayan - y a
da doktordan ve tıptan, çeşitli nedenlerden dolayı, çekinengeleneksel
kocakarı dediğimiz ilaçlara ve şifa yöntemlerine başvuruyor;
sevgilisi ile bozuşan, sevgilisinden kuşkulanan, sürdürmekte
olduğu ilişkinin geleceğini merak eden bir fal aracına veya
bir falcıya umut bağlıyor. O da yeterli görünmediği hallerde muskalara,
tılsımlara ve büyüsel işlemlere kayıyor.
Bu tür bir gereksinimde ibadet yerleri de, ayırım gözetmeksizin
ve değişik inançlardan olan kişiler tarafından, bir başvuru
odağı oluyorlar. Yatırlara, evliyaların, şeyhlerin ve dedelerin
mezarlarına adakta bulunulduğu gibi, Hıristiyan ayazmaların şifalı
sularına da başvurulur. Sonra, yaşam arkadaşını arayan veya bulmak
isteyen, en basitinden, bir kiliseye girer, iki mum alır, yapıştırır
yoksa yan yana diker ve yakar.
Bu koca İstanbul'da üfürükçüye ve bakıcıya gidenler olduğu
— 1 3 3 -
gibi büyü uzmanı veya Şeytan Çıkaran, Cin Çıkaran papaza
gidenler, adakta bulunmak için -inançları ne olursa o l s u n -
Büyük Ada'nin tepesindeki Ermiş Yorgi'ye kadar çıkanlar da vardır.
Ancak, karıştırmayalım, büyü başka dua ise bambaşka bir
şeydir her ne kadar kimi insanlar, aynı sonucu çıkarabilmek için,
ikisine de ayırım yapmaksızın başvuruyorlarsa da.
Her tür fala bakanlar, fal konusunda uzmanlaşanlar geniş bir
izleyici, müşteri kalabalığını topluyorlar. Resmen büyü yapan hiç
yoktur -büyücülük yasak olduğundan- oysa, gereksinim doğduğunda,
kim kime nasıl ve nereden gideceğini sorup öğrenebiliyor.
Geleceğin kuşkusunu taşıyan herkes -ki herkes geleceğin
kuşkusunu doğal olarak taşıyor- bu kuşkuyu giderebilecek,
hafifletebilecek, bir umut verebilecek birini arıyor. Arayıp bulduğunda
da, yararlı olacağına, olabileceğine inanıyor. Ola ki, bu tür
işlemlere inanmıyorsa bile -gündelik gazetelerinin yıldız falına
bakanlar gibi -«ne olur ne olmaz» deyip deniyor, değilse bir
çeşit sosyete oyununu sayıyor.
Gizemde, tekrar edelim, her şey her şeye bağlıdır, inanış ve
inançlarda da öyledir ve çaresizliğe, umutsuzluğa, endişeye kapılan
insan her yere başvurur, her tarafa saldırır. Mantıksal davranmak,
aydınlatılmış olmak temel koşul ise bile olayların doğurduğu,
yüze çıkardığı aynı derecede temel duygular daha baskın
çıkıyor.
Bir yerden sonra ne kültürel donatım, ne de parasal olanaklar
yeterli görünüyor: iş olsun diye, gülümseyerek, «kesinlikle
inanmıyorum» diyerek gazetesinin o günkü fal sütununa bakan
aydın, tümden evrimleşmiş kişi ile borsadaki durumunun geleceğini
öğrenmek arzu ve umudu ile fal açtıran, yıldızbilimcisine
danışan üst derecedeki yönetici veya holding sahibi arasında hiç
fark yoktur. Aynı şekilde sevgilisinin sadakat, bağlılık derecesini
öğrenmek amacı ile bakıcıya (yeni adı ile «medyum»a) vizite ödeyen
genç kadınla Tarot'dan bir öneri, bir işaret bekleyen genç
kız arasında da hiç fark yoktur. Yoktur çünkü, hepsinde, kalıtımsal,
genetik ruhbilimsel içgüdüler harekete geçiyor.
— 134 —
Bu çeşit örnek ve uygulamaların karşısında bir gizem sömürüsünden
söz etmek son derece doğaldır. Doğaldır çünkü ne
her başvuran bilinçlidir, ne de her uygulayan. İyi de, bu bağlam
içinde, gizemin suçu nedir? Gizli bilimlerin, bilgilerin ve sanatların
suçu nedir?
Bilginin, aracın, tekniğin hiçbir zaman suçu yoktur, suçlu
olmak ya da olmamak gibi bir ayırım, bir değerlendirme özünde
bulunmadığından. Suç diye bir olay varsa, sömürü varsa, bilinçli
ya da bilinçsiz yanlış kullanılma ve yönlendirme varsa bunların
sorumlusu araç değil, yöntem, sanat ve teknik değil, bunları kullanandır.
«Gizemin tüccarları» demiştik yine de, bu gizemli kentin
insanları olan, bizler bu denli şikâyet etmemeliyiz (şayet şikâyet
ediyorsak!) çünkü ister Batı ister Doğu ile bir kıyaslama yapmaya
kalktığımızda İstanbul'daki «gizem tüccarlarının medyaları
kullansınlar veya kullanmasınlar, çok azınlıkta kaldıklarını, yurt
dışındaki keskince profesyonelleşmiş benzerleri ile aynı düzeyde
olmadıklarını görmüş oluruz, aynı katılığı sergilemedikleri gibi.
Gizemlere gösterilen saygıdan mı kaynaklanıyor bu tutum,
henüz tümü ile oturmamış, şekillendirilmemiş hatta gerçek bir
profesyonel, meslekî düzene girmemiş bir eylem çizgisinden mi?
Yoksa, her şeye rağmen, bazı konuların toplumumuzda korudukları
«gizlilik»ten?
Bakıcılık denen olayı inkâr edecek değiliz, durugörünün,
parapsikolojinin kapsamına giren, çokça denetilmiş örnekleri
olan bir olaydır. Nedir ki, bu yeteneğini bir mesleğe dönüştüren,
sürekli olarak «performans» göstermek zorunda kalan bakıcı,
yetenekleri ne denli özgün olsa bile, bir noktadan sonra dozu
artırmak, abartmak ve gerektiğinde uydurmak zorunluğu ile karşılaşır.
Bakıcı «bakıyor» ve görüyor, belirli şekilleri yorumluyor,
çözüyor (Tarot kartlarını okuyan kimsenin simgeleri, simge arası
bağlantıları, bilinçaltında şekilleşen çağrışımları, ruhsal imgeleri
yorumladığı gibi) ve ona başvuran kişiye, müşterisine, görüp hissettiklerini
aktarıyor. Bunu yaparak da deneylerinden kaynakla-
- 135 —
nan bir ruhbilimsel donatımdan da yararlanıyor. Değilse de o kişi
hakkında daha önceden edindiği bilgilerden.
Ortada bir «gizem ticareti» veya bir «gizem sömürüsü» varoluyorsa
durum o kadar ciddi değildir. En azından henüz değildir,
televizyonlardaki programlara, telefon hatlarına (ki bunların «reçet
e l e r i n i Amerika'dan almışız) ve talk-showlara tarafsızca baktığımızda.
Önünde sonunda bu 8 milyonluk İstanbul'da gizemin
çeşitleri bolsa bile, bunlara başvuranların sayısı artıyorsa bile
gizemsel konularda uzmanlaşanlar, kendilerini öyle tanıtanların
sayısı halen - v e istek gözönünde tutulursa- oldukça kısıtlıdır.
İsteğin artması halinde bu sayı kendiliğinden artacaktır ancak,
birçok konularda olduğu gibi, bir «gizem furyası»nı geçirmekteysek
bu furya da, içerdiği t üm «in olmalar»la birlikte, gelip geçen
başkaca furyalar gibi tükenecektir.
Bir de gizli sanatlarla uğraşan oysa bunun tanıtımını yapmayanlar,
ortaya çıkmaktan pek hoşlanmayanlar var ki, bunlar
zaten «bilinmeyenlerdir, «bilinmeyen» olmayı ve öyle kalmayı
yeğleyenler.
Durum genelde pek «vahim» olmadığına göre işin ve işlerin
tadını bozmadan yolumuza devam edelim özelden genele geçerek
ve içinde yaşadığımız, bozulan, soysuzlaşan İstanbul'a yakışık
gördüğümüz bazı nitelikleri, özellikleri unutmadan.
Daha önce de belirtmiştik: Batı'dan gelen veya Doğu'dan
dönen gizem araştırmacısı İstanbul'da sahip olduğu dişrek veya
içrek bilgiye, edindiği gizli öğretiye katacak, eklenecek şeyler arıyor,
hatta aranması gerekiyor gizli sanatların önerdiği evrenselliğe
varabilmek ve ola ki, bazı açıklarını kapatabilmek için. Gizemciliğin
çeşitli türleri, ekolleri ve teknikleri varoluyorsa da temel
kökeni birdir, bir yerden fışkırıp yayılıyor, geçtiği veya yerleştiği
yerlerden bir şeyler kapıyor ve yoluna devam ediyor.
Gizemcilik tarihinde t üm yollar ilkin Orta Asya'dan çıkıyor,
bir kol Uzakdoğu'ya uzanıyor diğer kolu ise, sanki kaçınılmaz bir
şekilde, Mısır'a varıyor oradan da Ortadoğu, Arap Yarımadası,
Anadolu yolu ile Batı'ya varıyor.
Gizemciliğin kesin yolunu ve kesin coğrafyasını çizmek, çizebilmek
bugün bile pek kolay değildir, fakat hangi «güzergâhı»
izlerseniz izleyin er veya geç Anadolu'ya oradan da İstanbul'a
varmış olursunuz. Bu bir zorlama veya bir abartı değildir, «güzerg
â h ı n getirdiği bir kaçınılmazlıktır.
Sibirya'dan, Turan'dan, Şamanlar'dan yola çıkıp gizem
Moğolistan yolu ile Çin'e ve Japonya'ya varıyor; Tibet'ten Hindistan'a
geçiyor. Aynı kökenden hareket ederek İskandinavya'ya
ulaşıyor, Eskimolarla Amerika kıtasına gelip yerleşiyor; Babil'e
vardığında da üç kola ayrılıp Mısır, Arabistan ve Roma-Yunanistan'a
doğru yol alıyor.
Tüm kıtalara yayılan gizemcilik ve kollarını oluşturan sihir
(magic) ve büyücülük (sorcery) böylece evrensel bir inançsaltoplumsal-
ruhbilimsel olaya dönüşürler.
İlk ve ilkel inanış ve inançlara, ilk büyük uygarlıkların dinlerine
bağlı kalan, temellerini oluşturup kendi temel ve geleneklerini
kuran gizemcilik Doğu'dan Batı'ya geçtiğinde karşısına Hıristiyanlığı
buluyor, Ortadoğu'da ise İslam'la karşı karşıya kalıyor. Nedir
ki, heY büyük tek tanrılı din sihiri ve özellikle büyüyü yasaklıyorsa
da gizemciliğin özüne ve düşünsel-inançsal yapısına pek bir
zarar getiremiyor, gizemse her dönemde uzlaşmacı olmayı iyi
biliyor.
Getirmesine de neden kalmıyor çünkü, sihirin ve büyünün,
falcılığın ve bakıcılığın dışında kalan, gerçek gizemsel arayış
«mistik» (tasavvufi) bir arayıştır insanla Tanrının, mikrokı mos
(küçük dünyanın) ile makrokozmos'un (büyük dünyanın) bıraraya
gelişinin, içice kaynayışının arayışıdır, dünyasal küçük hesaplarının,
duygusal çatışmalarının ve parasal endişelerin, siyasal
tedirginliklerinin çok ötesinde.
Ancak bunu da gözardı etmemek gerekiyor: Magus ya da
sihirbaz doğanın ve doğaüstünün güçlerine sahip olmak, gizlerini
çözüp, belirli teknikler ve ayinsel modeller, ritüeller yoluyla kullanmak
isteyen kişidir. Amacı bir Tanrı ya da bir yarı-tanrı olmak
değildir, Tanrıya yaklaşmaktır, evrensel gücün bir parçası olmak-
- 137-
tır. Böyle bir amaca varabilmenin yolları değişiktir, zordur, kıtadan
kıtaya, inançtan inanca çeşitlemeler içerir. Nedir ki, özüne
baktığımızda amaç aynıdır: maddesel dünyanın zincirlerinden,
yükümlülüklerinden kurtulup tek evrensel öze ulaşmak ve bu
özün içinde erimektir.
İstanbul'un her çeşidinden gizemlerini araştırdığımızda olumlu
olanla olumsuz olanı, gerçek olanı ile yapay olanı, doğru olanla
olmayanı ayırt etmeye çalıştığımızda karşımıza sandığımızdan
daha da geniş, karmaşık bir malzeme çıkar. Ve bu malzeme salt
izlerden, kalıntılardan, işaretler ve inanışlardan giderek uygulamalardan
oluşmuyor; yüzyıllar boyunca İstanbul'un ilk ve sonraki
mekânlarında aynı potanın içinde eriyen, üst üste gelen, «strat
u s l a r , yüzeyler meydana getiren bir magma haline gelen bir
özden meydana geliyor.
İstanbul'un bir «göç» odağı olması çağdaş bir sorun değildir;
göç, çünkü potayı belirleyen en açık ve görünebilir olaydır,
kentin tarih öncesine uzanan ve bu kentin mozaikini şekillendiren
bir sorundur.
Bizans kapılarını Latinlere açıyor, Fetihten sonra Fatih Sultan
Mehmet kentin nüfusunu artırmak için, Belgrat'tan, Kırım'
dan, Kafkasya'dan göçmenler getirtiyor.
Ve İspanya'dan sığınan Yahudilerle (1492) İstanbul Kabalacıl
a r a kollarını açıyor, Bizanslı simyacılarının kaçışından sonra.
Etkenler, karışımlar ve değişimler! Hal böyleyken simyacı
Nicolas Flamel'in yaşamını değiştiren destansal bir elyazmasının,
geleneksel olarak İstanbul çıkışlı olmasına, öyle gösterilmesine
hiç şaşmamak gerekiyor.
«Kentsel Gizem», yani bir kentin, İstanbul gibi bir mega kentin
(başka bir yorumla, bir kent-kasaba-köy birikiminin) içerdiği
ve doğurduğu gizemler ile kendi iç gizemi, anlamındaki deyimi
kullandığımızda muhakkak ki bunun, bu «olay»ın, ayrıntılarına ve
ayırımlarına varmamız gerekiyor, potayı oluşturan değişik ve farklı
unsurları saptayıp bunları bir tüme bağlamak açısından.
Aksaray'ın ya da Ayasofya'nın içerdiği gizemlerle Anadolu
kökenli gecekondu ortamlarının taşıdığı gizemler arasında, inanış
ve uygulama, köken ve işlev açısından farklar vardır ve örneğin,
yüzyıllık tarihini gözönünde tuttuğumuzda bugün kimilerinin «nostaljik
» saydığı dünse «kozmopolit» bir kimlik taşıyan bir Beyoğlu'nda
ne tür gizemlerin gizlendiğini kim araştırmıştır ki?
Oysa ki Batı'dan gelenlerin uğrağı ve mekânı paşa konakları
ile birlikte, hiç kuşkusuz Galata-Pera hattındadır, eski Pera'nın
sonraki Beyoğlu'nun özel «malikânelerinde ve gizemcileri kabul
eden elçiliklerinde.
Modası geçmek bilmeyen, özentiler yaratıp bunları besleyen
nostaljiye hiç bulaşmaksızın gerilere dönüp bazı daha genel kavramlara
dikkatimizi verelim.
Tekrardan yarar çıkar: bir kentin gizemli, esrarlar taşıyan ve
sihirlerden oluşan bir «şarj», bir «iç güç» taşıdığını kabul edeceksek
- e n azından bunu bir «araştırma varsayımı» olarak göreceks
e k - inandırıcı olan, olabilen örnekler dizip varsayımı somutlaştırma
yoluna gitmeliyiz.
Bir kentin her bölgesi ayrı bir kimlik ve nitelik, ayrı bir «hava»
taşır, ister geçmişinden kalan izler, ister sonradan gelen ve öncekilere
katılan (ya da öncekileri örten, silen) katkılarla. Sorunu salt
bir «yedi tepe» perspektifi içinde değerlendirmek hiç yeterli değildir,
çünkü «tepe» deyip «tepecikler»i unutmamak gerekiyor. Bu,
genel hatları ile, salt gizem araştırmacısını değil de, insanbilimciyi
ve folklorcuyu, halkbilimcisini ilgilendirir inanışlara dayandığı
için.
Önceki iki bölümde tanıtmaya ve izlemeye çalıştığımız o
Batı'dan gelenlerin taradıkları bölgeleri bilmiyoruz.- Bilmiş olsaydık
bu varsayımsal arayışımız önemli ipuçları kazanmış olurdu.
Yine de bir genellemenin boyutları içinde, İstanbul'da aradıkları,
ola ki arayıp buldukları «şey» gitgide belirleniyor.
Denecek ki, bu sayfalarda Batı'dan gelenlere fazlasıyla
önem verdik ancak, kanımızca bunlar da İstanbul'un bazı gizemlerini
araştırıyordu ve bu açıdan onlara baktığımızda, birer «anahtar
» kimlik ve işlevini de kazanabilirler, taşıyabilirler.
Bazı bağlantılara girerek özetlemeye çalışalım:
- Nicolas Flamel, Bursa'daki derviş olabilir ya da olmayabilir
fakat simyacı Flamel'in, sanatının kökenlerini aramak için,
istanbul'a, Bursa'ya gelmiş olması (resmi ölüm tarihinden sonra
bile) son derece doğal sayılmalı. Flamel simyanın amaçlarından
biri olan «Felsefeciler Taşı»nın sayesinde hem altın yapmayı,
hem de ölümsüzlüğe (değilse de çok uzun bir yaşama) ulaşmayı
başarmıştır ancak bu çok araştıran, çok öğrenen ve sonradan
çok gezen kişi simyanın kökenlerinin İslam bilimcilerine bağlı
olduğunu kuşkusuz bilmekteydi. Hatta ve hatta simyadaki tinsel
ve mistik (tasavvufi) çizgisinin Al Gazali'nin, tümden tinsel olan,
«mutluluk simyası»na yakın olduğu bilincindeydi belki.
Flamel'in yaşam çizgisini değiştiren, İstanbul'da bulunduğu
söylenen Yahudi Abraham - Avram'ın elyazmasından birçok kez
söz ettiysek de içeriğine hiç değinmedik. Değinmemiz belki de
bizlere bazı ipucu verebilecektir.
Yazılış olarak tarihi 1458 diye verilen metinde önerilen teknik,
İngiliz araştırmacısı Francis King'e göre, Hintlilerin yoğa
(Bhakta-Yoga, Tapınma Yogası) uygulamasına yakındır. Şöyle
ki:
- Altı ay süren bir inzivaya çekilen «magus» (sihirbaz) bu
zaman içinde bir «yeniden doğuş»tan geçer ve metindeki tanımlama
ile, «Kutsal ve Koruyucu Meleğinin bilincine ve sohbetine»
ulaşır. Harfi harfine alındığında «magus»un Koruyucu Meleği ile
olan tanışması ve ilişkisi bir dostluk çerçevesi içinde oluşur. Simgesel
olarak değerlendirildiğinde bu tanışma mistik (tasavvufi)
bir süreçtir, «Alt ve üst kimliğin birleşmesi»dir veya «Nesnelle
öznelin birleşmesi» ya da «Evrensel bilinç»e ulaşmaktır.
İnzivadan ve Koruyucu Melekle buluşmadan sonra kişi (magus)
Abra Melin'in dörtgenlerini kullanmaya başlayabilir. Örneğin,
aşağıda çıkarılan, ilki «büyük bir defineyi bulmak», ikincisi
ise «dolu yağdırtmak» için, dörtgenler üzerinde çalışabilir.
1) SEGİLAH
ERALİPA
G Keldanlılarda
İLENLİ Segilah = Hazine
L
A
H
2) CANAMAL
AMADAMA
NADADAM İbranicede
ADANADA ChNML = Dolu
MADADAN
AMADAMA
LAMANAC
«Altın Şafak» (Golden Dawn) örgütünden MacGregor Mathers'e
göre metindeki bazı dörtgenler tehlikeli bir doğaya sahiptirler
ve ortada bıraktıklarında duyarlı kişileri, çocukları ve hatta
hayvanları etkileyip obsesiyonlara (saplantılara) yol açabilirler.
Evrensel Bilinç'ten yola çıkıp defineciliğe ya da doluya varmak
pek yakışık görünmezse bile Abra Melin'in kitabı, pratik formülleri
bir yana, başka boyutlara da açılan bir metin olarak bilinmektedir,
özellikle Flamei'e tahmin edilemeyen bir servetle birlikte
ölümsüzlüğü (değilse,, çok uzun bir yaşamı) kazandırdığına
bakılırsa.
Kitabın ilk sayfasındaki yazıya göre yazarı Yahudi Abraham
- Avram'dır ya da İbrahim. Bir prens, bir haham, bir yıldızbilimci
ve bir felsefeci. Başından beri kitabın rahip ya da yazar (yazıcı)
olmayanlara yasak olduğu belirtildiği gibi buna aldırış etmeyenlere
yönelik lanetler de sıralanmaktadır. Ancak Flamel'in ve ondan
sonra metni kullananların - k i bunların arasında «Altın Şafak»çılardan
Aleister Crovvley'i de katabiliriz- üzerinde durdukları, çözdükleri
veya çözmeye çalıştıkları diyagramlarda, simgelerde
yaşam ve ölümün gizleri, doğanın ve bilgeliğin gizleri açıklandığı
kabul edilen bir noktadır, bir gerçektir.
Bu tür gerçeklerin sahibi Hamel'in, elyazmasının ortaya çıktı-
— 141 -
ğı söylenen, İstanbul ve Türkiye ile ilgilenmesi hatta «kaynaklara»
bir dönüş yapması kadar olağan bir şey düşünülemez.
Bursa'daki dervişin Paul Lucas'a söylediklerini anımsayalım:
kusursuzluğa erişebilmek amacı ile dünyayı dolaşan yedi dost,
her yirmi yılda bir seçtikleri bir kentte biraraya gelen yedi dost ve
bunlardan, kimya, simya ve Kabala konularında uzman, Flamel'in
sahte bir cenazeyi nasıl hazırladığını ayrıntılı şekilde anlatan
bir bilge...
Kabala derken de aklımıza bir başka İstanbul yolcusu geliyor:
Truva araştırmacısı İspanyol din adamı ve uzman Kabalacı
Raymondo Lulle!
Kabala en kısa bir tanımlamayla, Kutsal Kitabı, Eski Ahit'i
açıklayan, bir paralellik kuran Yahudi inancının en önemli «mistik
» (tasavvufi) metnidir, Tanrı, insan ve evreni ele alan, Kutsal
Kitabın gizli yorumunu veren. Kabala'sız bir Yahudi topluluğu
düşünülemeyeceğine göre, Kabala'yı oluşturan iki kitabın yani
«Sepher Jetzira» (Yaradılış Kitabı) ile «Zohar» (Parlaklık, lşık)ın,
ister 1492'deki göçle, ister çok daha önceden, istanbul'a gelmesi
doğaldır. Kaldı ki Fatih'in korumacılığından yararlanan, İspanya'da
1391, 1481 ve 1492 yıllarında Engizisyon'un kanlı gazabına
uğrayan, Yahudi toplulukları İstanbul'dan başka Roma, Cremona,
Mantova, Padova ve Firenze gibi İtalyan kentlerine sığındıklarında
Kabala ile ilgili çalışmalarına yeni bir hız vermeye başlıyorlar.
Ve unutmayalım ki, Yahudi toplumları ve gizemcileri bir
yana, Kabala'ya başvurmayan, danışmayan, gizem öğretilerine
katmayan Batılı uzman ya da örgüt yoktur, dinsel inancı ne olursa
olsun.
Kabala'dan başka bir konuya geçelim, her şey her şeye bağlıdır
diyen çizgimizi izleyerek, her şeyi her şeyle bile bile karıştırarak.
İstanbul yolcularından «ölümsüz» Saint-Germain'in, Cagliostro'nun
ve Casanova'nın, bilindiği kadarıyla, Doğu gizemciliğiyle
pek bir bağlantıları yoktu, Cagliostro'nun Mısır'dan etkilenerek
kurduğu loca için oluşturduğu ritüel, geleneksel ayin şekli bir
— 142 —
yana. Ancak üçünü, gizemci olmalarından başka, bağlayan bir
nokta vardır: örgüt adamı olmaları Gül-Haç olmaları.
Gül-Haç (Rose-Croix; Rosicrucian; Rosa-Croce) örgütü
ülkemizin gizem araştırmacıları ve uzmanlarınca sanki yeni ya da
kısa denilebilecek bir süre önce keşfedilmiş bir örgüttür (saptayabildiğimiz
kadarıyla Gül-Haç'tan söz eden üç kaynak «Bilinmeyen
» ansiklopedisi, Sarıkaya'nin «Türkiye Gizemleri» ve hazırladığımız
«Uzaydan Geldiler»dir). Oysa ki, yukarda sıralanan (en
azından) üç kişinin, üç gizemcinin istanbul'a gösterdikleri ilgi
örgütün, yaklaşık olarak, iki belki de üç yüzyıl önce kentimizde
«operatif» (faal) olduğunu gösteren bir kanıt olarak sayılmalıdır.
Türkiye'de, gizemcilikle ilgilenen ve uğraşan çevrelerde
Gül-Haç denildiğinde akla gelen ilk (ve, bildiğimiz kadarıyla, tek)
kişi Metin Kiraz'dır. Kiraz, çünkü, basında ve yayınlarda bu örgütün
bir üyesi olduğunu belirtmiştir.
Gül-Haç, bugünkü uygulamasıyla, gizli bir örgüt değildir,
çeşitli ülkelerde kuruluşları olan herkese açık ve açık bir öğretide
bulunan, belirli bir ücret karşılığında üye kabul eden, tanıtmaya
önem veren bir çeşit cemiyettir.
Başka nedir bu Gül-Haç örgütü veya cemiyeti, üyelerine ne
gibi yararlar sağlıyor ve en önemlisi, amacı nedir?
«Rose Croix (Güi-Haç)ın öğretisi mistik olması nedeniyle
doğal olarak Uzakdoğu mistisizmi, sufizm gibi Doğulu mistik
örgütlerle aynı paralelde.» diye açıklıyor Metin Kiraz. «Örgüt olarak
bunlarla bir ilgisinin olduğunu sanmıyorum. Ama öğretileri
çok farklı değil, Batı'da Rose Croix (Gül-Haç) kaynaklı bir başka
gizemli kuruluş da, Golden Dawn (Altın Şafak).
... (Gül-Haç) mistik, okült, parapsikolojik, bilimsel, ahlaki, felsefi
ve benzeri öğretilere yer veriyor. Bunları açıklamam mümkün
değil. Ayrıca, açıklamaya yetkim de yok. Zaten açıklamalar,
öğretinin içinde bulunmayan biri için anlamsız olabilir.»
1970'lerde Gül-Haç örgütüne giren Metin Kiraz'ın yukarki
açıklamalarına bazı, daha ayrıntılı, biigiler ekleyelim ve ilk elden,
örgütün Fransa'daki merkezi tarafından başvuranlara gönderdiği
tanıtma broşürüne bir göz atalım.
Fransa'daki merkezi Le Neubourg'daki Omonville şatosunda
bulunan, kendini «dinsel ve tarikatsal olmayan, uluslararası
geleneksel ve felsefi bir eylem» olarak sunan AMORC yani «Antik
ve Mistik Gül-Haç Tarikatı» (Ancien et Mystique Ordre des
Rose-Croix)nin 1986 baskı tarihini taşıyan ve bize 1990 yılında
ulaştırılan 36 sayfalık, «Yaşamın Hakimiyeti» başlıklı kitapçıkta ilk
önce örgütün bazı çok ünlü üyeleri tanıtılmaktadır. Örneğin,
Alman felsefeci ve matematikçisi Gottfried Leibniz (1646-1716),
İngiliz felsefecisi Francis Bacon (1561-1626), çağdaş felsefenin
başlatıcısı Fransız Rene Descartes (1596-1650), Amerikalı devlet
adamı, yazar ve bilim adamı Benjamin Franklin (1706-1790),
Fransız bestecisi Claude Debussy (1862-1918) ve ünlü şarkıcı
«minik serçe» Edith Piaf (1915-1963) gibi.
Broşürün birinci bölümünde, özetle, «varolmanın gizemi»
ele alınıyor, «yaşam yolu», «neden bu dünyadayız?», «yazgı t ü m
hareketlerimizi yönetiyor mu?», «bir yaşam planı», «içimizdeki
yaratıcı güçler» gibi arabaşlıklarla.
İkinci bölümün başlığı «Buluşlardır ve «bilgelik okulları»,
«odunluğun altındaki ışık», «deneyler», «sezgi» gibi konuları içermektedir.
Gül-Haç örgütünün geleneği ise, M.Ö. 1350 yılından ve Firavun
5. Amenhotep'ten başlamak üzere, üçüncü bölümde özetlenmektedir.
Ardından 1610 tarihli «Gül-Haç Kardeşliği'nin Ünü» (Fama
Fraternitatis Rosea Crucis) ve 1615 tarihli «Gül-Haç Kardeşliğinin
İtirafnamesi» (Confessio R.C. Fraternitatis) adlı «klasik» bildirilerden
söz edip AMORC'un bir din ya da bir tarikat olmadığı,
kâr gütmediği, siyaset yapmadığı vurgulanmaktadır.
Dördüncü bölüm Gül-Haçlar'ın kazandırdığı yararları belirtmektedir:
yaşamı yeniden şekillendirmek, içimizdeki güçleri harekete
geçirmek v.b. gibi.
Ve öğreti konuları arasında:
- Titreşimler ve etkileri,
- Evrensel birleşim yoluyla önsezi,
- Zamanın ve uzayın gizleri,
- «Ben»liğin gelişimi,
- Mistik (tasavvufi) yasaların ilkeleri,
- Antik simgelerin gerçek anlamı,
- Evrensel bilinç ve evrensel bilinçle iletişim,
- Doğu üstatlarının öğretileri,
- Yeniden oluşum, sağlık, yaşamın uzatılması,
- Renkler, düşünce radyasyonları, ses ve ışık üzerinde
deneyler v.b.
Broşürü aldığımız tarihte AMORC'un Fransız örgütüne üye
olma ücreti toplam 920 Fransız frankıydı ve ilginçtir ki, üye namzetlerinden
ne lise, ne de yüksek öğrenim sahibi olmaları gibi bir
koşul aranmıyordu çünkü, tanıtma broşüründe yazıldığı gibi, «bir
gazeteyi okuyup anlayabilen kişi derslerimizin içeriğini ve basit
şekilde sunulan temel gerçekleri anlayabilir ve yararlanabilir.»
Bu da üye namzetlerinin kültür düzeyi konusunda bir ölçü
olsa gerek!
Çağdaş Gül-Haç örgütü AMORC'un San Jose (California)
merkezi tarafından yayınlanan, örgütün ilk imparatoru(!) H.Spencer
Levvis tarafından hazırlanıp 1918-1972 yılları arasında 22 baskı
yapan (Maçka Camisinin önünde tezgâh kuran bir eski kitap
satıcısından edindiğimiz) «Gül-Haç Elkitabı» (Rosicrucian Manual)
kuruluş hakkında geniş bilgi veren bir kaynaktır.
Aile ve iş yaşamıyla ilgili Gül-Haç yöntemleri; İsa'nın gizli
öğretileri; örgütün tam tarihi; kullanılan eski işaretler; Pasifik
Okyanusunun kayıp kıtası Lemuria; Keops Ehramı'nın simgesel
kehanetleri; başarılan evrensel görev; eski Mısır'dan kalma veraset
ve benzer konularda yayın yapmış olan ABD'deki AMORC'un
Yüce Büyük Locası'nın elkitabında aşağıdaki bilgiler verilmektedir,
özet olarak:
- AMORC ve teşkilâtı,
- Çağdaş bir simyacı ve laboratuvan,
- Örgütün Büyük Locası'nın yönetmenliğinden bölümler,
- Üyeler için genel bilgiler,
- Mistik simgeler ve anlamları,
—- 145 — istanbul Gizemleri / F: 10
- Öğreti yöntemleri,
- Haç işaretinin evrimi,
- Yüce Beyaz Loca,
- Gül-Haçlar'ın yaşam yasası v.b.
Bol resimli olan yayında aşağıdaki çizimler de ilginç bir malzeme
içermekteler:
- Tapınağın ve locanın planı,
- AMORC'un mühürleri,
- Mısır simgeleri,
- Gizeh'teki büyük ehram,
- Kabala öğretisinin planı,
- Faust'un beş köşeli yıldızı,
- Hz. Süleyman'ın mühürü,
- Pratik Gül-Haç simgeleri,
- AMORC'un abc'si,
- Simgesel sayılar v.b.
Konumuz ve konumuza dahil ettiğimiz kişilerle bağlantılı olarak
bizi, doğrudan doğruya, ilgilendiren Gül-Haç'ın çağdaş kuruluşu
ve her başvurana açık öğretisi değilse de yukarda, özet olarak,
gözden geçirdiğimiz iki kaynağın genellemede yararlı olabileceklerini
düşündük. Ancak, eskiye döndüğümüzde, gözönünde
tutmamız gereken bir nokta vardır: Fransız araştırmacısı Jean
Louis Bernard'ın belirttiği gibi gerçek Gül-Haç'lar örgütten olan
oysa bağımsızlıklarını koruyan, gerçek kimliklerini gizleyenler
veya kendilerine (Saint-Germain gibi) değişik kimlikler uygulayanlardı.
Oldukça karanlık ve geçmişe dönük bir ortamda hareket ettiğimizden
bir aydınlığa kavuşabilmemiz olanak dışı da kalabilir.
Yine de, Gül-Haçlar'ın Türkiye'de ve İstanbul'da neler aradıklarını
tahmin etmeye kalkışmadan önce örgütün «geleneksel» tarihine
bir göz atalım.
Örgütün geleneksel -oysa bilinen, açıklanan herhangi eski
kaynak ve belgeden yeri olmayan- tarihine göre ilk çıkış Mısır
gösteriliyorsa da Gül-Haç'ın ilk izlerine 1597'de rastlıyoruz. O yıl
adı belli olmayan bir simyacı, Avrupa'nın bazı ülkelerini gezip,
amacı simya üzerinde çalışmalar olan bir cemiyeti kurmaya çalışıyor.
1614'te, Almanya'nın Cassel kentinde, «Dünyanın genel
reformu» adlı çalışma ve eki olan «Kardeşliğin Ünü» yayınlanıyor
ve örgütün tarihi ilk kez açıklanıyor, kurucusu olduğu söylenilen
14. yüzyıl Alman soylusu Christian (Hıristiyan) Rosenkreuz
(Gül-Haç)ten söz ediliyor.
1378'de bu destansal Rosenkreuz, Yunancayı ve Latinceyi
öğrenmek üzere, bir keşişle birlikte, Kıbrıs'a ve Kudüs'e geçiyor.
Keşiş Kudüs'te vefat edince 16 yaşındaki Rosenkreuz, Arabistan'a
gidiyor ve adı «Damcar» olan bir kentte oranın bilgeleri ile
temas kuruyor, aydınlanıyor ve aldığı bilgilere dayanarak öğretisinin
temellerini atıyor.
İspanya'da da bulunan Alman soylusu 150 yaşındayken, gizli
örgütünü kurduktan ve etrafına birçok öğrenciyi topladıktan
sonra, ülkesinde ölüyor. 1604'te mezarını açan bir Gül-Haç içinde
gizemli yazıtlar ve altın harflerle yazılmış bir kitabı buluyor.
Öyle der örgütün geleneksel tarihi.
16. yüzyıldan bugüne kadar Gül-Haç örgütü çeşitli safhalardan
geçiyor, zaman zaman Protestanların zaman zaman Katoliklerin
etkisi altında kalıyor, 1785'te ise Avusturya'da yasaklanıyor.
Bazı Batılı araştırmacılarına göre, Gül-Haç örgütü Seyyid
Abdülkadir Geylani'nin «Kadirilik» tarikatı ile bazı benzerlikler göstermektedir.
Yine Batılı olan başkaca gizem tarihçilerinin yorumuna
bakılırsa Gül-Haç'ın temelinde tasavvuf yatmaktadır.
«Simyacılara göre haçın anlamı ışıktır» der Arkon Daraul
dolayısıyla Gül-Haç'ın anlamı Gül'ün Işığı da olabilir. Şayet bu
böyleyse Abdülkadir Geylani'yi izleyen aydınlatılmışların Arap
öğretisiyle ilginç bir paralellikleri ortaya çıkabilir. Geylani'nin 12.
yüzyılda Bağdat'ta kurmuş olduğu pratik tasavvuf yolunun adı
«Gül'ün Yolu» (Sebil-el-Ward) idi... Fakat Gül-Haçlar'ın 'inisiyasyon'
törenleri ve başkaca noktalar (tinsel simyanın dışında)
Gül'ün Yolu'nu izleyenlerin öğretisi ile pek uymuyor.»
Orta Çağ'ın Gül-Haçlar'ı Arşimed'in aynaları ile uğraşır,
Bacon'un robotları ile ilgilenir, sönmeyen ateş ve sonsuz devingenlikle,
aritmetikle, doğanın müziği ve uyumu ile geometri ve
kehanetlerle meşgul olurlardı.
1622 yılında Paris'in duvarlarına asılan ve Gül-Haç kardeşlerinin
Büyük Koleji'nin imzasını taşıyan «manifestosuna, kısaca
baktığımızda ne gibi vaatlerle karşılaşıyoruz?
- Kardeşlerin, yanlışlıklardan ve ölümden insanları kurtarmak
amacıyla bulundukları ülkelerin dillerini konuşabilmek, aç ve
susuz kalmamak, yaşlanmamak, doğanın tüm gizlerini açıklayan
kitabın bilgilerinden yararlanmak.
Ancak, salt merak yüzünden Gül-Haçlar'la temas etmek isteyenler
onları hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Buna karşın kardeşliğe
üye olanlar verilen sözlerin nasıl yerine getirildiğini göreceklerdir.
Gizemin araştırmacıları ve tarihçileri, özellikle Batı'da, Haçlı
Seferlerinden ve Tapınak Şövalyeleri ile Batini Hasan Sabbah arasındaki
ilişkilerden başlamak üzere, İslami öğretilerinin, İslam
gizemciliğinin Batı'daki örgütleri, kuramları ne denli etkilediklerini
araştırdılar ve araştırıyorlar. Siyasal platformda ve inançsal uygulamada
sanki karşı karşıya gelip çatışan Müslüman Doğu ile Hıristiyan
Batı ortak noktalarını her iki tarafın «mistik» (tasavvufçu) çizgisinde
buluyor. Fransız Rene Alleau'nun vurguladığı gibi, işin
özü tarihsel olaylarda veya yazılı kaynaklarda değil de «mistik»
gizemciliğinin, örgütsel ve gizli gizemciliğinin, tinsel yaşamını kutsal
bir geleneğe bağlarken, kullandığı simgelerde, strüktürlerde
ve ayin şekillerindedir.
Bu bağlamda, ilk Gül-Haç örgütünü Kadirilik etkilemiş olabilir,
Gurdjieff tasavvufun ağırlığını hissetmiş olabilir ve paralellikler
aradığımızda, «mistik» ya da evrenbilimsel gizemci düşüncesinde,
İhvanu's-Safa okulunun Risaleler'ine kadar varabiliriz en azından
konusal olarak.
Fa'kat, sorumuza dönerek, İstanbul'a gelen, İstanbul'dan
geçen her Batılı gizemci (ister «üstat», ister araştırmacı), G ü l -
Haç olsun ya da Theosophe olsun, eksikliğini duyduğu, bilgisine
- 148 —
eklemek istediği İslami bir düşüncenin peşinde midir?
Doktor Faust'un, bir «astral», bedensiz yolculuğunda İstanbul'dan
geçtiğini daha önce gördük. Benzer bir yolculuğun bir
başka örneği ise 18. yüzyıl şeyhlerinden Mehmet Karagöz'ün
yaşam öyküsünde karşımıza çıkıyor, bir çeşit Doğulu Batılı «magus
», gizemci karşılaştırması olarak.
Mehmet Karagöz'den söz eden bir kaynak Arkon Daraul'un
«Cadılar ve Büyücüler» (VVitches and Sorcerers, 1965) adlı kitabıdır
ve bu kaynağa göre:
- Mehmet Karagöz 17. yüzyılda Tataristan'da dünyaya geliyor,
babası bir samandır. Türkçe konuşan genç Mehmet, Buhara'da,
Semerkant'ta, Kaşgar'da bulunuyor, bir bilginin benimseyebileceği,
bağlanabileceği bir öğretinin arayışı içindedir. Yıllarca
Doğu'yu gezer Karagöz, sayısız bilginler, bilgeler ve gizemciler
ile tanışır, Hindistan'a kadar uzanır fakat aradığını bulmaz, özellikle
Hindistan'da sergilenen oyunlara kanmaz.
1760'lardan sonra Karagöz mekân olarak Arnavutluk'u
seçer, oraya yerleşir ve orada bir hekim, bir bilge olarak ünlenir,
etrafına öğrenciler toplar.
Mehmet Karagöz'ün İstanbul'a bedenen gelip gelmediğini
açıklamıyor yazar-araştırmacı Daraul fakat ilginç bir olayı naklediyor:
Karagöz'le görüşmek isteyen Sultan (Sultan'ın adı verilmiyor
oysa, büyük bir olasılıkla, 3. Mustafa olabilir) ona bir elçi gönderiyor.
Karagöz ise, konuyu elçi ile konuşmaktansa, üç saat
boyunca odasına çekiliyor ve çıktığında elçiye «Sorun halledildi,
sultanla şahsen görüştüm» der.
Şaşkınlığa kapılan İstanbul'a döndüğünde ve sultana Mehmet
Karagöz'ün bir sahtekâr olduğunu söylemeye hazırlandığında
padişah kendisine Karagöz'le yüz yüze konuştuğunu bildirir.
Kesin bir yanıt vermek olanaksız ise de gözden geçirdiğimiz
örneklerin bazıları (Gurdjieff, Sebottendorf) ve dış davranışları,
«dünyasal» faaliyetleri ne olursa olsun, Gül-Haç üçlüsü (Saint-
Germain, Cagliostro, Casanova) ile simyacılardan Flamel için
öyle olması gerekiyor.
— 149 —
Ya diğerleri, ya «Theosophie»nin kurucusu Madame Blavatsky?
İlginçtir ki, Doğu ve Uzakdoğu gizemleri ile çok yakından
ilgilenen, Hint ve Budist öğretilerinin etkisi altında kalmış olan
Helena Petrovna bir «İslam Bilinci» ne varmış gibi görünmüyor.
Tanrıbilgelik öğretisinin açıklandığı «Tanrıbilgeliğin Anahtarı» (La
Clef de la Theosophie, Paris baskısı 1895) adlı çalışmasında Blavatsky,
köken ve kaynaklarından söz ettiğinden, Neo-Eflatuncu
Ammonius Saccas'ı, Budizm'i, Hintlilerin Vedantalarını, Babil'deki
Hahamları, Fitagoras ve Konfiçyüs'ü, Plotinus ve İsa'yı, Kutsal
Kitabı ve Kabala'yı sayıyorsa da İslama ait hiçbir kaynağı dahil
etmiyor. Blavatsky'nin kurduğu felsefi-inançsal akımının başucu
kitaplarından sayılan Fransız Edouard Schure'nin «Büyük İnisiyeler
» (Les Grands İnities, 1926) ise Krişna, Rama, Musa, Eflatun,
Phytagoras, Orpheus, Hermes ve İsa'yı içermekle yetiniyor (o
kadar ki Türkçeye çevrildiğinde Hazreti Muhammed sonradan
etkilenmiştir).
Gizemci, gizem kurucusu ve gizem araştırmacısı malzemesini
dilediği ve kendi düşüncesine en yakın gördüğü kaynaktan
alır. Bu özgür bir yöntemdir, kendi gizini içinde taşıyan bir yöntem.
Kimi belirli bir geleneğe bağlı kalır (Mısır, Eski Ahit, Buda'
nin yazıtları, Yeni Ahit v.b.) kimi de, daha doğru bir yolu seçerek,
Yahudi-Hıristiyan çizgisi ile yetinmeyerek İslamı da inceler,
yorumlar, etkisini hisseder. Tıpkı cetvelini tutmaya çalıştığımız
çoğu istanbul ziyaretçilerinin yaptıkları gibi.
SEKIZINCI BÖLÜM
İSTANBUL BÜYÜLERİ
Bir kentin gizemsel, sihirli panoramasını çizmeye kalktığımızda
ve gizli diye bilinen -oysa ortada açık açık pazarlanan- bilim
ve sanatlarına değindiğimizde «büyü»den ve «büyüler»den de
söz etmemiz gerekiyor çünkü «büyü» gizemin kaçınılmaz ve ayrılmaz
bir parçasıdır. Ve sihirle uğraşan sihirbazın, «maji»yi uygulayan
«magus»un alanıdır. Niyetleri, nedenleri ve sonuçları ne olursa
olsun.
İyi de nedir bu «büyü»?
«İyi veya kötü bir sonuç almak için tabiat öğelerini, yasalarını
etkilemek ve olayların olağan düzenlerini değiştirmek için girişilen
işlemlerin topuna birden büyü diyoruz,» diye açıklıyor Pertev
Naili Boratav. «Bu anlamı ile kelimenin kavramı genişlemiş oluyor;
deyim Fransızcadaki magie kelimesinin bilim dilindeki kullanılışını
karşılıyor. Halk dilindeki büyü daha dar bir alanda kalan
işlemler için kullanılır. Bir kimseyi sevdiğinden soğutmak, düşmanını
hasta düşürmek veya öldürmek için yapılan 'kötü büyü', bir
kişide karısına karşı sevgi uyandırmak ya da evine bağlılık sağlamak
için yapılan 'olumlu' büyü (muhabbet tılsımı) gibi.»
Çağdaş gizem araştırmacılarımızdan kimisi maji ile büyü arasında
kesin bir ayırım ve değerlendirmeden yanadır. Konunun
uzmanlarından Kemal Menemencioğlu, örneğin, ayırımı bu şekilde
açıklamaktadır:
«Büyü ile maji aynı şey değildir. Tek ortak noktaları, ikisinin
— 151 —
de geleneksel kaynaktan gelmesi. Majide esas, bilinçli davranmaktır.
Bu bilinç, çevredeki kanunları iyi bilmeye ve ruhsal tekâmülü
öne almaya dayanır. Büyücüklükte ise alt seviyede varlıkları
kullanarak, menfaate yönelik işler yapmaktır. Fizikötesi aracılığıyla
yapılan gayrimeşru işlemlerin çoğu ağır bir bedel karşılığı
ile yapıldığı ve büyücünün korunmasız olduğu bir anda egemen
olmaya çalıştığı varlıkların geri tepeceği söylenir. Bu tip uğraşta
olanların feci sonlarını zaman zaman duyuyoruz.»
Böyle bir yoruma göre «maji» üstün bir uğraşıdır (ki, kuşkusuz,
öyledir), «büyü» ise ilkel, halk tipi ve tehlikelidir. Temelde bir
yorum ve kavram karışıklığı oluşuyorsa da bu, kanımızca, Türkçede
kullandığımız bazı karşılıklardan kaynaklanıyor. Örneğin: «Kara
Büyü» veya «Ak Büyü» dediğimizde bunun İngilizce ve Fransızca
karşılığı «Black Magic - Magie Noire» ile «VVhite Magic -
Magie Blanche» oluyor ki, burada, «maji»yi - b u bağlam i ç i n d e -
«büyü» diye çeviriyoruz. Yine İngilizce ve Fransızca dillerinde kullanılan,
«magus» ile basit ya da «kötü niyetli» büyücüyü ayırt
etmeye yarayan, sözcükler varolmaktadır «Sorcery - Sorcellerie
», «Sorcerer - Sorcier (veya VVarlock)», «Witch - Sorciere»
gibi. Ayırım, böylece, ilk baştan kullanılan sözcükten ve ona bağlanılan
anlamdan çıkıyor. Bir «kademe» sözkonusu olduğundan
da üst kademede «magus»u, «maji» sihir ile uğraşan sihirbazı, bir
sonraki kademede ise «Sorcerer»ı, büyücüyü bulmuş oluruz.
Sihirle uğraşan sihirbaz hiç kuşkusuz ki, büyüsel işlemlerle
de uğraşacaktır, kuramların, öğretilerin uygulamasına geçecektir
ve basit ve ilkel olandan en karmaşık ve tinsel olana dek. Ve bunda,
genelde, ahlaksal ayırım ve değerlendirmeler gözetmeksizin
çünkü, bilindiği gibi, suç araçta aranılmaz kullananda aranılır.
Sihirde büyü de öyledir, tarafsız bir sanat ve bir tekniktir, öyle
olması gerekiyor ve kullanım alanına göre olumlu veya olumsuz
olur, sayılır.
«Çoktanrıcı dinlerde olduğu gibi, tektanrıcı dinlerde de büyünün
varlığına, etkisine inanılır.» der ismet Zeki Eyuboğlu. «İslam
dini, büyücü, büyücülüğü suç sayar, yasaklar. İslam anlayışına
göre, büyü yapmak, tanrının işine karışmak, onun buyruklarının
yolunu değiştirmeye çalışmak demektir. Bundan dolayı büyü yapmak,
din bakımından suç işlemektir. Bundandır İslam dinini çok
iyi bilenlerin büyüden kaçışı, büyü yapıp yaptırmayışı.»
Eski Ahit'te, Peygamberler Tarihi'nde Musa da büyüyü
yasaklamakta, büyücülere karşı savaş açmaktadır ancak aynı
Musa, Mısır'dayken, sihirbaz ve büyücü Firavun'la karşı karşıya
geldiğinde mücadelesinde «mucizeler» yaratıyor. Birinin yaptığı
«büyü» diğerinin yaptığı ise «mucize»dir, öyle sayılıp değerlendirilmektedir,
«nüans» farkları ile.
İnsanoğlu yasak olana karşı eğilimlidir, en azından bir karşı
koyma eylemi olarak. Cahil insan, kendi dininin buyruklarını bilmeyen
insan ise büyüsel işlemlere başvurmaya ve bunlara umut
bağlamaya daha da eğilimlidir, özellikle buhranlı, olaylı, sıkışık
dönemlerinde ve aklına herhangi başka bir çare gelmediğinde.
Burada «İstanbul büyüleri» dediğimizde ve bu «büyü» konusunu
daha kapsamlı «gizemler» konusuna dahil ettiğimizde amacımız
nedir, ne olabilir? İstanbul'a tümden özgü büyüsel işlemlerden,
büyüde bir İstanbul geleneğinden söz edebilmemiz olası
mı?
Baştan belirtelim ki, geniş anlamda, bir İstanbul geleneğinden
söz edebilmemiz pek olası değildir çünkü, bir genellemeye
gittiğimizde, büyüsel inanışın, büyüsel işlemin katıksızca bölgesel
olabiliyorsa da salt kentsel olabilmesi zordur. Kentsel olabilmesinin,
öyle sayılabilmesinin tek olasılığı belirli bir kentin hudutları
içinde yer alması, o kentte bu tür işlem ve uygulamalarda
bulunanlar tarafından yine aynı kentte olan başkalarına veya başkalarının
isteği üzere yapılmasıdır. Kaldı ki, bir insan, töre, inanış
ve inanç mozaikinden oluşan İstanbul gibi bir kocaman kentte
kesin ayırımlar her zaman yanıltıcı ve sakıncalı olabilir.
Bu yüzdendir ki, amacımız İstanbul gibi bir kentin içinde halka
dönük, halkın «tüketimi» ne sunulan büyüsel inanış ve uygulamalara
değinmektir, bunların kaynak ve örneklerini, benzerlerini
araştırdığımızda yeniden kent dışı yollara düşmek pahasına.
— 153 —
Hem halka dönük büyüsel işlemler dediğimizde hiç unutmamalıyız
ki, bunların meraklı tüketicisi ve izleyicisi salt halk değildir,
bilinçli sayılan bir «mutlu azınlık» da, ister «eğlenmek,» ister «aydınlanmak
» için bu tür sanat ve bilimlere başvurmaktadır.
Gizemli ve kimine göre büyüleyici kent İstanbul'da, yasal
olarak suç, dinsel olarak günah olsa da olmasa da, büyüsel
işlemlerin yapılması -dünyanın herhangi başka uygar kentlerinde
olduğu g i b i - olağan, doğal ve hatta hatta gelenekseldir.
İstanbul basınında «büyücü» ilanlarına rastlanılmaz, suça
kanıt teşkil edeceğinden. Ama yabancı basının gizem konularına
yönelik yayınlarında neler neler çıkmaz karşımızda!
Örneğin, istanbul (evet) Sihirbazı Zanetti, manyetizmacı, gizli
bilimler uzmanı, kötü telkinlere karşı tılsım ustası (Milano); t üm
çağların en eski ve güçlü tılsımı olan Adamotuna (mandragore)
sahip Maıtha tüm duygusal, ekonomik ve sağlık sorunlarınıza
çare bulur (Milano); cadılar atölyesi (Folkestone, İngiltere); pratik
ve dışrek büyüler (Durham, İngiltere); büyücülükle başarıya
erişmek (Nijerya); Kelt büyücülüğü (Hampshire, İngiltere); kara
büyü, tılsım, ak büyü uzmanı Gabrielle van Zyl (Leeds, İngiltere)
v.b.
İstanbul'un büyücülük tarihine, büyüsel geçmişine bir göz
attığımızda bir dizi uzmanlarla karşılaşırız: cin ve perilere söz
geçirebilen Karagümrüklü Ejder Baba, evde kalmış kızlara kısmet
bulan Kasımpaşalı Sülüklü Ali, şifacı Eyüplü Yamalı Nuri ya
da çocukluğunda periler tarafından kaçırıldığı söylenilen Beykozlu
Köse Hoca gibi. Artı Osmanlı tarihinde kendine bir sayfa ayıran
ünlü Cinci Hoca.
Profesyonel büyücü, niyeti ne olursa olsun, hangi yöntemleri
kullanırsa kullansın, ne gibi bir etiketi yapıştırırsa yapıştırsın
kendine «afişe» olmaktan çekinir, başını her tür beladan kurtulmak
ve takibata uğramamak için. Ancak büyünün, gizli bilim ve
sanatların olumlusu (ak) nerede başlar, olumsuzu (kara) nerede
biter?
«Bilinmeyen» ansiklopedisine göre 80'li yılların başında İstanbul'da:
- Fatih
- Eyüp
- Gaziosmanpaşa
- Küçükköy
- Zeytinburnu
- Haznedar
- Bakırköy
- Okmeydanı
- Şişli
- Mecidiyeköy
- Feriköy
- Küçükçekmece
- Sarıyer
- Çengelköy
- Kanlıca
- Kartal
- Yakacık
- Tuzla
gibi semtlerde, yaklaşık olarak, 300-400 kadar «üfürükçü» barınırdı,
Fatma Bacı'dan Ünzile Bacı'ya, Abdurrahman Hoca'dan
Fatih Hoca'ya v.b., kimi şifacı olarak bilinen, kimi muskalar
yazan.
Büyü, üfürükçülük, muska, tılsım değişik gibi görünen uygulamalar
ise de temelleri aynıdır, gizli bilimlerin ve sanatların - n i yetleri
değişik de o l s a - kapsamına girerler, çareler gibi sunulur
ve çareler gibi benimsenir.
«Bir inancın dışa vuruşu, uygulanışıdır büyü,» der İsmet Zeki
Eyuboğlu. «Bu yüzden, okumakla, eğitimle bağlantılıdır. Bilgi
bakımından aydınlanma düzeyi ne denli yüksek olursa, o ölçüde
başkalaşma, uygulama değişikliği görülür büyülerde.» Ve Eyuboğlu'ya
göre: «İstanbul'un varlıklı yörelerinde, Şişli, Nişantaşı,
Maçka kesimlerinde büyü pek görülmez.»
Ancak 70'li yılların ortalarında ifade edilen bu son g'örüşün
pek geçerli olduğu söylenemez. Kaldı ki, o dönem için de geçerli
— 155 —
değildi çünkü, saydığı kesimlerde, «büyücü» sayısı azınlıkta idiyse
de «büyü» meraklısı, gizem meraklısı, «metafizik» meraklısı
kişilerin -ister varlıklı, ister orta sınıf- sayısının az olduğu pek
düşünülemez. Bu işler, ilkin, fal merakı ile başlar sonra dallanır,
budaklanır ve gerektiğinde, başka «yasak» yönlere kayar.
Çağdaş insanın iç çatışmaları, inançsal eksiklikleri kişiyi eninde
sonunda bilinmeyene, gizli ve giderek yasak olana iter, ister
inansın, ister inanmasın. Üstelik kültür düzeyine pek bakmaksızın.
Kişiyi «üstün» veya «ilkel» metafiziğe, doğa ötesine iten salt
bilgisizlik, yaşam koşulları, çaresizlik, güvensizlik ya da töreler,
tabular ve inanışlar, batıl inanışlar değildir: hırsları, ihtirasları, duyguları,
duygusuzlukları ve tatminsizlikleri de katmamız gerekiyor.
Böylece her çeşit gizemin, ister soylu, ister soysuz her zaman
bir alıcısı varoluyor, ama meraklı ama deneyimci ama ne olur ne
olmazcı.
Tümden çağdaşlaşmak, teknolojik, us'sal bir uygarlığı
benimsemek, nimetlerinden yararlanmak bile, bir noktadan sonra
yeterli olmuyor ve bilinmeyenlerin kapısına vurmaya başlıyoruz.
«Evet, mistik insanlarız, bilim yönetmiyor bizi ya da yönetmeye
yetmiyor, gizemli güçlere sığınmak zorunda kalıyoruz. Bununla
övünenler büyük bir çoğunluk oluştururlar.» der Melih Cevdet
Anday.
Büyücülüğün ve büyünün ne ülkesi vardır, ne de kıtası;
uygulamaları, amaçları, formülleri, reçeteleri ve «renkli» malzemesi
ile tümden evrenseldir. Tarihi insanoğlunun tarihi kadar eskidir,
belki de daha da eski. Dünya tarihinde, uygarlık tarihinde her
zaman bir yerdedir, ister arka planda, ister ön planda. Bir «bilinmeyen
kaçınılmaz»dır adeta ve zaman olur ki - metafiziksel bir
furya halinde- yeniden dirilip gündemde kendine bir yer edinir.
Orta Çağ'da öyle oldu, 18. yüzyılda, 19. yüzyılın ikinci yarısında,
60'lı ve 70'li yılların Batılı ülkelerinde ve 80'li, 90'lı yılların Türkiye'sinde.
«Büyü Patlamasını, «Kadınca» dergisi için araştıran Oya
Özdilek-Candan Aslanbay ikilisinin ifadesi ile:
«Kaşıklar birbirine ters bağlanıyor, mumdan insan suretleri
çıkarılıyor, sabunlara iğneler batırılıyor, çeşitli otlar kaynatılıyor,
muskalar yazdırılıyor, mezarlıklar dolaşılıyor... Büyücüler ruhlarla,
cinlerle irtibatta olduklarını söylüyorlar.»
Ya bu patlamanın nedeni?
«... ekonomik sorunlar, değer yargılarının değişmesi, sevgisizlik,
güvensizlik ve sonuçta insanların kendilerini çaresiz hissederek
doğaüstü ya da bilinmeyen güçlere sığınmaları.»
Ve bu durumda her şey «büyü» oluyor, her uygulama ve «icraat
» büyüsel, gizemlerle uğraşan her kişi bir «büyücü.»
Batı'daki, hatta Uzakdoğu'daki gelmiş geçmiş örneklere baktığımızda
hiç şaşmamak gerekiyor, aksine durumu olağan ve
doğal ve de ilginç kabul ederek. .
Gizem evrensel ise ve belirli dönemlerde, toplumsal-ekonomik
buhranlarda patlıyorsa ülkemizdeki, kentimizdeki belirtileri,
yansımaları bu ışığın altında değerlendirilmeli.
Anadolu insanı, kültürden kültüre, büyü meraklısıdır, büyüsüz
bir yaşamı nerdeyse düşünemez. İslam ve İslam öncesi Anadolu
bir başka büyüler ortamıdır, her kaynaktan gelip yerleşen,
değişen, kaynaşan inanışlarla. Sonra bir geçiş yolu olan Anadolu'dan
-ve de Trakya'dan- büyü gelir istanbul'a yerleşir,
Bizans'a yerleştiği gibi. Yerleştiğinde de dağılır, kırsal alandan
geleni aşar kent soylulara giderek «seçkin» diye bilinen kesite
varır.
Bunda belki de, ilk başta, en çok şaşıran kentin kenar mahallesinde
«icraatını» sürdüren büyücü ya da falcıdır, yeni, alışık
olmadığı «düzeyli» bir müşteri ile karşılaştığında. Şaşkınlık -varsa
böyle bir o l a y - geçicidir çünkü profesyonel ve deneyimli bakıcı
önemli olanın karşısına geçip medet bekleyenin görünüşü
değil de içi olduğunu bilir. Başı örtülü olsun ya da en son moda
markalı bir «jeans» giymiş olsun temelde pek bir fark yoktur ve
bu yüzdendir ki, bakıcı büyücü tekniğinde, malzemesinde hatta
— 157 —
bilgisinde bir değişiklik yapmak zorunda olmuyor. Bir kaçınılmaz
noktada düzeyler birleşiyor ve tanımlandığında «ilkel» olan «otantik
» oluyor, «otantik» olunca da sanki bir başka görünüm kazanıyor.
Dönem böylece bakıcıyı, büyücüyü yüceltilmiş oluyor, sanki
onsuz olamıyormuş gibi, en son çare veya tek çare oymuş gibi,
sanki bir büyüden hayır gelecekse bunun hayırı salt bir kişiden
(çok konuşulan, çok müşterisi olan, medyalarda kendine bir yer
edinmiş, zamanla yazarlığa bile soyunan) gelecekmiş gibi.
Düşünce şekli ve uygulama büyüsel inanışları çağdaşlaşmaktan
ve yüceltmekten çok başvuranları -ama farkına varsınlar,
ama varmasınlar- Orta Çağ'lara yanaşır bir karanlığa itiyor.
Sorun, sonuçta, bir ilim-bilim-sanat değildir; bu ilim-bilim-sanatın,
bu «bilinmeyen» oysa kullanılanın tuttuğu yol ve gördüğü
«ilkel» ilgidir.
Ak Büyü, olumlu büyü, amacı «iyi» olan büyü ne için yapılır?
Çeşitleri adeta sayısızdır; ailesinden kopan erkekleri ya da
kadınları doğru yola getirmek için; sevgi kazanmak için; uzakta
olan birinin dönüşünü hızlandırmak için; murad için; kötü, kara
bir büyüyü bozmak için v.b.
Bunlardaki niyet «iyi»dir, öyle görünür, öyle gösterilir ancak,
sonuçta, uygulanan işlem daima bir zorlamadır, bir kişinin başka
bir kişiye yönelik duygularını baskı altında tutmak, zor kullanarak
yönlendirmektir. Ve biri için olumlu görünen durum, büyünün
hedefi olan, başka birinin açısından olumsuz hale gelebilir, getirilebilir
büyü «tuttuğunda.»
Kara Büyünün, olumsuz ve «kötü» büyünün çeşitleri de bir o
kadar -hatta daha çok çeşitlidir- çünkü Kara Büyünün amacı
duygusal değil de maddidir, tümden dünyasaldır, hırslara, arzulara,
içimizdeki kara güçlere, isteklere bağlıdır. Kara Büyü, örneğin,
bir kimseyi konuşamaz hale getirmek, dilini bağlamak için
yapılır; birinin erkekliğini bağlamak, bir düşmanı zararsız hale sormak,
ortadan kaldırmak, birinden intikam almak, itibarını sarsmak,
zedelemek için yapılır. Haksız kazançlar edinmek, yasak
— 158 —
aşklar yaşayabilmek için de Kara Büyüye başvurulur ya da kırsal
bölgelerde, komşunun haşatını bozmak, hayvanlarını öldürtmek,
yangın çıkarmak için.
Büyüsel işlemlerin bir yanı yarar-zarar ikilemi üzerinde kurulduğu
gibi bir başka yanıysa, muska, tılsım, boncuk gibi araçları
kullanarak, korumaya, bir çeşit metafizik garantiye yöneliktir.
İstanbul'da kullanılan, kullanılmış olan, çeşitli kaynaklardan
edinilen, kimi Anadolu kökenli, kimi Trakya çıkışlı kimi de -Anadolu
yoluyla- Ortadoğu'dan veya Uzakdoğu'dan gelme bazı
büyü formül ve tekniklerine bir göz atmak, bunları Batı kaynaklı
olarak gösterilen (ancak ortak bir geleneksel bilgiden çıkan) benzerleri
ile karşılaştırmak çizmeyi amaçladığımız bu kentsel gizem
panoramasına, kanımızca ilginç bir malzeme katacaktır. Ve malzeme
derken ilk önce büyülerde kullanılan, kullanıldığı söylenen
enva-i çeşit malzemelere bakalım.
Büyü yapmak için neler kullanılmıyor ki? Ekmek kullanılır,
biber kullanılır, üzüm kullanılır; saç, tırnak, giysi, özel eşyalar;
kan, tükürük, idrar, dışkı, meni; otlar, bitkiler, ağaç kabukları ve
her renkten (kara, kızıl, sarı) toprak; kurşun, mum, kil; çöpler,
süprüntüler; pamuk, bez parçaları, iplik; üflenmiş, okunmuş su;
heykelcikler, bebekler, resimler; kesici aletler; kuşlar, kediler,
köpekler, horozlar, tavuklar, kurbağalar, böcekler ve yılanlar;
kafatasları ve kemikler, mezar ve mezarlıklardan alınan toprak;
değerli taşlar; adamotu (mandragore); kilitler ve anahtarlar ve
çiviler; tavşan derisi; yumurtalar ve mumlar; şişeler, boncuklar,
musluklar, kapılar ve kapaklar; makaslar ve maşalar, tabancalar
ve tüfekler; nallar; pirinç, helva ve muşmula; salyangoz kabuğu
ve domuz derisi ve domuz kılı ve daha neler neler.
Londra, Paris, New York ve Los Angeles gibi kentlerde
olmuş olsaydık yukarda saydığımız (ve saymadığımız) büyüsel
malzemeleri edinebilmek için yapacağımız tek şey bu tür «malları
» satan uzman bir dükkâna başvurmak ya da -kredi kartımızı
da kullanarak- posta servisinden yararlanmak olurdu. Üstelik
geniş, çok daha geniş bir çeşitten dilediğimizi seçerek.
— 159 —
Örneğin, otlar ve bitkiler (akasyadan kaktüse ve biberden
maydanoza), reçineler, kokular (amber, yasemin, manolya, gül
v.b.), boyalar, sular (gül suyu, portakal çiçeği suyu), yağlar (havuz,
sarmısak, lavanta, limon, zeytin, kara biber, çam yağları),
tütsüler (cücelerin, peri kızlarının, semenderelerin, deniz kızlarının,
ruhların tütsüleri), mumlar, heykelcikler ve benzerleri.
Büyü örnekleri konusunda nereden başlanır ve nereye
kadar gidilir? Kaldı ki, bu konulara meraklı olanlar ve bu konuları
izleyenler bilir, büyü örneklerini veren kitaplar, derlemeler, folklorik
araştırmalar piyasada sanıldığı kadar az değiller.
Sorun burada, okura bir büyü yapma olanağını tanımak
değildir, hiç kuşkusuz. Sorun ve amaç «büyücülük ve büyü»
konusuna örnekler getirmek, sonradan bazı temel karşılaştırmalara
gitmek derken bir yoruma varmaktır, uzmanların görüşlerine
de gerekli yeri ayırarak.
En iyisi örneklere ve tekniklere geçelim, çeşitli kaynaklara
başvurarak (Eyuboğlu, Boratav, Yesari ve başkaları).
Çalışmamıza bir muhabbet büyüsü ile başlayalım:
«Üç arnavut biberi alınır. Her biberin içindeki tohumların her
birine Tebbet Suresi okunup üflenir sonra tohumlar biberin içine
doldurulur. Kıvılcımlı küle gömülür. Bunu yapan, ocağın duvarına
sağ elini vurarak, 'Elimi vurdum duvara / Duvar oldu üç para /
Birinden in çıktı / Birinden cin çıktı / Birinden İsmail Peri çıktı /
İni yolladım ine / Cini yolladım Çine / İsmail Peri'yi yolladım filana
(burada etkilenmek istenen kişinin adı söylenecek) / Durmadan,
dinlenmeden bana gele / dedikten sonra arkasına bakmadan
yatağına gire» (Boratav).
Oldukça «naif», saf olan, bir tekerleme havası içinde gelişen,
büyünün bozulmaması için «arkaya bakmamak» yasağını getiren
ve malzeme olarak, üç biberle bir ocaktaki kıvılcımlı külleri kullanan
bu büyüden sonra «bağlamak» ve «soğutmak» amacında
olan üç kara büyü örneğini sıralayalım.
160 —
Dil bağlamak için
Hiç kullanılmamış bir asma kilit üzerine, yedi kere üç ihlâs,
bir fatihadan sonra, 'Ey Yüce Tanrı... Görgül, ya Subhân yalıgagil,
ya Rahman Elhamdülillah ile bağladım, Külhüvallâhi ile kilitledim...
Binbir adlı Allah, medet ya ilâhi, bin derde kilit vurdum,
perkittim; Muhammedül Mustafa'nın mührin üzerine urdum' diye
okuya. Bir ağır taş altına koyup bastıra... (Yesarı).
Güveyi bağlamak için
Bir irice çiviye güveyin adı yedi defa okunarak üflenecek,
çivi tahtaya, ağaca veyahut da bir kuru kütüğe mıhlanacak, mıhlanırken
Ya Settar (üç kere), Ya Cebbar (üç kere) ismi şerifleri
tekrarlandıktan sonra şu dua okunacak: Ya Hafız, bu çivi mıhlandığı
yerde oldukça ben falancayı bağlamış oluyorum, dizindeki
dermanı, gönlündeki muradı kabzediyorum. Ya Kahhar, himmet
eyle, kerem eyle, yardım eyle.
Çiviyi mıhlarken kullanılan alet, güveyin bağlı olduğu müddetçe
hiçbir şekilde kullanılmayacak (A. Yesarı).
Soğutmak için
Elli dirhem tereyağı alınır, bir gece mezarlıkta bırakılır. Bu
yağ, sabahın erken saatinde mezarlıktan alınır, birbirinden ayrılması
istenen kimselere yedirilir. O kimseler birbirinden soğur (A.
Yesarı).
Ve yukardaki güvey bağlama büyüsüne eşit olarak bir kız
bağlama büyüsü:
Tavuk Kanadı
Lekesiz beyaz tavuktan, biri sağdan biri soldan olmak üzere,
iki küçük telek koparılır. Teleklerin üzerine, kara is mürekkebiyle,
bağlanmak istenen kızın adı yazılır. Sonra telekler üzerine
getirilip bağlanır. Kırk bir kez kızın adı söylenip güvey evine doğ-
— 161 — istanbul Gizemleri / F: 11
ru üflenir. Yetmiş «elham», kırk bir «kulhuvallah» okunduktan sonra,
telekler bir kırmızı beze sarılarak bağlanır. Üç kez üzerine
tükürülür. Kırk kez:
Hayr min Allah
Şerr min Allah
Ya habibuHah
Seyyide selam
Temmete temmet
Ya Resul himmet
Şedde ha şedde ha
Allah Allah Allah
okunup kızın evine doğru üflenir. Telekler, gerdekten bir gece
önce, kızın evinin kapısının eşiğinin altına saklanır (Eyuboğlu).
İlk verdiğimiz örnek «naif» görünse de sonraki örneklerde
hem kullanılan malzemelerin çeşidi çoğalıyor, hem de işlemler
-okunan dualarla birlikte- daha karmaşık, daha ayrıntılı ve ulaşılmak
istenen amaçla daha çok bağlantılı oluyorlar. Kaldı ki,
genelde ve temelde, büyüsel işlem gerek simgesel gerekse
somut benzerlikler üzerine kurulmuştur; dili bağlamak için,
konuşmanın akışını durdurmak için kullanılan kilit; güveyi bağlamaktaki
çivi, kız bağlamaktaki lekesiz beyaz tavuk gibi malzemelerin
doğurduğu çağrışımlar apaçıktır.
Bu tür işlemlere, bu «kendin pişir kendin ye» tarzındaki halk
tipi büyülere ve büyü anlayışına «naif», saf ya da ilkel desek bile
yine de en çok rağbet görendir, en çok tüketilendir. Öyle olması
son derece doğaldır çünkü pratiktir, somut amaçları vardır ve
işlenişindeki unsurlar, yapana ve yaptırana, istenilen, beklenilen
sonucu (simgeler ve çağrışımlarla) açık seçik imgelerle görüntülemektedirler.
Kendini profesyonel büyücü olarak tanıtan Bülent Kısa «basit
» büyü dendiğinde, örneğin, «Sabun Büyüsü»nün tarifini vermektedir.
«Bir sabunun üstüne istediğiniz kişinin ve annesinin ismini
yazar, geceyarısı bir kuyunun başına oturursunuz, 41 defa yasin
- 1 6 2 -
okur, her okuyuşun ardından üfleyerek sabunun üstüne bir iğne
batırırsınız, sonra sabunu kuyuya atarsınız. Sabun eridikçe ismini
yazdığınız kişi de erir ve iğneler sabundan kurtulunca ölür. Aynı
şeyin koyun kalbine iğne batırarak yapıp onu sıcak küle gömerseniz,
istediğiniz kişi size âşık olur.» der Kısa.
Sabun Büyüsü de uygunluklar büyücülüğünün başka bir
örneğidir, sabunun erimesiyle eriyen vücut, sıcak küllerin sıcaklığını
duyan, âşık olan kız gibi. Ve de kaçınılmaz iğneler!
Yukarda bir bağlanma (erkek bağlanma) örneğini verdiğimize
göre şimdi de onu çözecek bir karşıt büyü aktaralım:
«Aşağıda yazılı vefk, bir kâğıda aktarılacak, büyülenmiş kimsenin
içeceği suya bakılacak, sonra bu su kendisine içirilecek.
Yine bir kâğıda Ayetülkürsîve bir başka kâğıda da Bakara Suresinin
hitamındaki Amener Resulü Ayeti Kerimesinden başlayıp,
hitamına kadar, harfleri birer birer kelime şeklinde yazılacak. Ayetülkürsî
sağ kola, Amener Resulü de sol kola bağlanacak. Bunu
müteakip, bağlı olan kimse üretim organını hiç kullanılmamış
yeni bir baltanın deliğinden geçirip, idrarını yapacak. O kimse,
cümle büyüden halâs olacak.»
Birini bağlamak, cinsel gücünü kesmek kara büyüden sayılıyorsa
onu yeniden cinselliğine kavuşturacak bir başka büyü de
«ak» türden sayılması doğaldır ve «ak» olduğundan dualara başvurmaktadır.
Kaldı ki, büyünün ve büyücünün, dua yoluyla, bir
«üst» güce başvurması, Tanrıya veya şeytana yakarması, kutsal
sayılan metinler kullanması, ilkel topluluklardan başlamak üzere,
büyücülük olayının sürecindedir çünkü, Bronislavv Malinovvski'
nin de vurguladığı gibi, «...din, insanı büyü düzeyinden kaldırıyor.
»
Din insanı büyü düzeyinden kaldırsa da insan, yine de, inancını
inanışlarında kullanmaktan çekinmiyor, olguları biraraya getirerek
ve karıştırarak.
Kuramları incelemeden önce verdiğimiz büyü örneklerine,
bir karşılaştırma olarak, değişik kıta ve ülkelerde, değişik kültürlerde
kullanılan birkaç çeşitlemeyi ekleyelim.
- 163 —
Sevgilinin aşkını kazanmak için (Malezya)
Vücudunuz kadar uzun bir değnekle kendi gölgenizi dövün,
bulunduğunuz mekânda tütsü yakın ve aşağıdaki duayı yedi kez
okuyun, her defasında gölgenizi elinizdeki değnekle döverek.
Bunu güneş batımında, geceyarısında ve şafakta tekrarlayın ve
yatarken, beyaz bir çarşafla örtünün.
Ey Karanlık İrupi,
Kraliçenin bana gelmesine izin ver,
Şayet (sevgilinin adı) uyanıksa
Onu sars ve salla, uyanmasını temin et,
Soluğunu al, ruhunu al ve buraya getir,
Sol tarafıma bırak,
Kalkmak istemiyorsa
Sağ ayağının başparmağını kap
Ve kendi yataktan kalkıncaya kadar tut
Ve onu bana getirmek için t üm gücünü kullan,
Bunu yapmazsan Tanrıya karşı gelmiş olursun.
Bir sevgilinin ilgisini çekmek, onu kaybetmemek için:
(Çingene büyüsü) ~V
Ağzınıza bir t u t am ot atıp ilkin doğuya sonra da batıya dönerek
aşağıdakilerini tekrarlayın:
Güneş yükselince
sevgilim yanımda olacak!
Güneş batınca
ben onun yanında olacağım!
Basit büyü dendiğinde, bir olası, bundan daha basitini bulmak
zor olsa gerek. Nedir ki, önemli olan, bir büyünün -malzemesi
ve uygulaması i l e - basit olup olmaması değildir, önemli
olan etkinliğidir. Mısır'dan ve Firavunlar'ın döneminden kalma,
bir kadının sevgisini kazanmaya yönelik büyü yöntemi de basittir:
«Tuz, peynir ve un alın, iyice karıştırın, odasının bir köşesine
— 164 —
koyun. Sizi görünceye kadar huzur bulmayacaktır.»
Mısır'dan Hindistan'a geçtiğimizde bir kadının hamile kalmasını
sağlamak için yapılan bir büyü örneğinin de çok basit olduğunu
görürüz:
- Çiğ bir yumurtanın kabuğunu iki ucundan delin. Koca bir
uçtan üfler, yumurtanın içi eşinin ağzı içinde boşalır, kadın bunu
yutar. Bu işlemden geçen kadın da hamile kalır.
Basitliği bir yana uygulamanın tümünün cinsel birleşmeyi,
ayrıntılı olarak simgelediği ve dolayısıyla, uygunluklar yöntemi
gereğince, gücünü ve etkinliğini bu simgesel benzetmeden aldığı
ortadadır.
Şifaya yönelik büyülere baktığımızda işte ünlü gizemci Yüce
Albertus'un (Albertus Magnus, 13. yüzyıl) ateşi düşürmek için
önerdiği ve bir cuma günü, saat 8 ile 9 arasında, bir kâğıda yazılıp
hastanın boynuna takılacak büyüsel bir formül:
H B R H C H T H B R H
H B R H C H T H B R
H B R H C H T H B
H B R H C H T H
H B R H C H T
H B R H C H
H B R H C
H B R H
H B R
H B
H
Temel konumuz olan İstanbul'dan, İstanbul'un büyücülerinden,
İstanbul'da uygulanan büyüsel işlemlerden bir hayli uzaklaştık.
Ancak, «gizli bilim ve sanatlar»ın evrenselliği gözönünde tutulunca
kaynakları karıştırmak, karşılaştırmak her zaman yararlı olabilir
en azından bir «evrensellik» olayını, örnekleri ile kanıtlamak
açısından.
Daha önceki bölümlerin birinde «voodoo» tarzı bir uygulama-
— 165 —
dan söz etmiştik, bir aşk büyüsü, bir kara büyü örneği olarak.
Bundan hareket ederek büyü yöntemlerinin, kıtadan kıtaya ve
ülkeden ülkeye geçip, her kültürde nasıl yerleştiğini bu vesileyle
görmüş oluruz.
Büyünün yapıldığı yer Nişantaş-Maçka arası, büyünün yerel
öğreti yeri Taksim civarı, işlemin temel kaynağı ise Afrika'dan çıkma,
ilkin Mısır'da sonradan -adeta «ulusal» bir nitelik kazanar
a k - Haiti ve Güney Amerika'da, Brezilya'da yaygınlaşan bir kaynak.
Avrupa'daki «eski» uygulamalarını araştırdığımızda karşımıza,
«literatür» olarak, İngiliz Reginald Scott'un 1655'ten kalma,
Londra basımlı «Büyücülüğün Keşfi» (The Discoverie of VVitchcraft)
adlı kitabı çıkıyor. Scott bir rakip veya bir düşmanı ortadan
kaldırmak için aşağıdaki büyüyü öneriyor:
- Zarar vermek veya öldürmek istediğiniz kişiye benzer bir
heykelciği yeni ve el değmemiş mumdan yapın; sağ koltuk altına
bir kırlangıç kuşunun kalbini, sol koltuk altına da ciğerini yerleştirin.
El değmemiş bir iplikle heykelciği boynundan asın ve yine el
değmemiş bir iğneyi acı vermek istediğiniz yere batırın; heykelciğin
alnına zarar vermek istediğiniz kişinin adını, kaburgalarına da
bu sözleri yazın: «Allif, casyl, zaze, hit, mel, meltat» sonra da heykelciği
bir yere gömün.
«Voodoo» büyüsü ve «Sabun büyüsü», görüldüğü gibi, benzer
bir çizgide buluşuyorlar.
Mumla yapılan büyüler için Orta Çağ'ın ünlü gizemcilerinden
Paracelsus adı ile tanınan Theophrastus Bombast von
Hohenheim, «Ruhun Özü» (De Ente Spiritum) adlı kitabında şu
açıklamada bulunur:
«Şayet birine karşı kin duyuyor ve ona kötülük yapmak istiyorsam,
başarı sağlayabilmem için bir aracı, bir yardımcı kullanmam,
yani bir cisimden yararlanmam gerekir; ancak böylelikle
iradem, bedenimin hareketine ihtiyaç göstermeden bir kılıç darbesiyle
büyü yapılan kimsenin gövdesini delebilir, onu yaralayabilir...
Bunu yapabilmek için çok güçlü bir istek yeterlidir... İrade
— 166 —
gücümü bir noktada topladığım, bir kişiye yönelttiğim zaman,
onun ruhsal güçlerini, mumdan yapılmış modeline aktarabilir, iradesini
yok eder, emrim altına alırım, istersem sakatlayabilirim.
İstek ve telkinin, tıpta da ne kadar önemli bir yeri olduğunu kabul
etmek gerekir; insan kendi kendini etkileyerek, benliğinde rahatsızlık,
sıkıntı hali yaratabilir ve varsaydığı bütün rahatsızlıkları bünyesinde
de hisseder... Büyü nedeniyle meydana gelen hastalıklarda
ise, irade zayıflar, yüksek ateş, bitkinlik, şiddetli başağrısı
gibi haller başgösterir ve doktorların teşhis edemediği, tıbbın içinden
çıkarmayıp çaresiz kaldığı bu hastalıklar sırasında, büyülenen
kimse, ne olduğunu anlamadığı birtakım korkunç hayaller, kâbuslar
görür...»
Gizem uzmanı kadar 16. yüzyılın tıp uzmanı da sayılan Paracelsus
büyüsel işlemlere inanmakla birlikte «istek» ve «telkin» faktörlerini
gözardı etmiyor, büyüsel işlemin kurbanı olan ya da
büyüsel işlemlerin etkisine inananın geçirdiği, geçirebileceği ruhsal
ve psikosomatik (ruhsal-bedensel) şokları, sarsıntıları da
hesaba katmaktadır.
Bir Orta Çağ gizemcisinin, Haitili bir «voodoo» büyücüsünün
yöntemleri -dünyanın dört bir bucağından kopmuş başka ve
benzer uygulamalarla birlikte- bugün çağ atlamakla meşgul
olan, bir alanda çağdaşlama örneklerini gösteren ve bir başka
alanda yerinde saymayı sürdüren İstanbul'da yeniden karşımıza
çıkıyor, bir Doğu-Batı karmaşası içinde.
Her çağ, uygarlık, kültür ve toplumda gizemli, gizli bilim ve
sanatların karşısında iki «engel» dikiliyor, yasalarla dinsel inançlar,
daha ileri giderek dinsel tabular. Ve her çağ, uygarlık, kültür
ve toplumda gizemle uğraşanın sorunu bir «davranış» sorunudur,
bir «çizgi», «yol» ve «boyut» sorunudur. Gizem, çünkü -birçok
kez tekrarladığımız g i b i - bir ilgi alanı, bir araştırma konusu,
bir merak konusu olabildiği gibi bir saplantı ya da bir sömürü aracı
da olabiliyor. Üstelik çok rahat ve kolay bir şekilde.
«Büyü diye bir şey yok,» diyor bu konuyu Türkiye çapında
— 167 —
araştırmış ve derlemiş olan İsmet Zeki Eyuboğlu. «Yalnız insan
buna aşırı derecede inanmışsa, kendine büyü yapıldığı inancına
kapılmışsa, bu duyulmuşsa, yeterince de aydınlanmamışsa, birtakım
tinsel sarsıntılar geçirir... Büyünün yalnızca psikolojik etkisi
var. Yoksa aydın, büyüye inanmayan bir insan için büyü etkili
değil.»
Mantıksal olarak öyledir oysa ortada kalan, dolaşan, yayılan
bir «inanış» hatta bir «inanç» varken, bunun hem müşterisi, hem
de satıcısı hazırken olayı salt mantığa dayanarak veya bilimsel
deneylerden geçirerek, denetleyerek açıklayabilmek pek olası
olmuyor, özellikle kültürel bir sağlam temelden yoksun toplum,
topluluk ve kişilerde.
Bilim büyüyü, gizemin «ilim» ve sanatlarını reddediyorsa bile
son aşamada - v e deneysel olarak henüz açıklayamadığı olaylarda,
örneklerde- belki de bir uzlaşma anlamında, araya kimi çevrelerde
halen bir yan-bilim sayılan parapsikoloji giriyor. Parapsikoloji,
çünkü gizem denen şeyi daha doğal boyutlarda bir olabilirlik
perspektifi içinde değerlendirmeye ve çözmeye çalışıyor. Ve
hep «güç, güç» dendiğinde, bu gücün dıştan değil de içten gelme
olabileceği olasılığı üzerinde durabiliyor, duruyor.
Büyüyü ve gizemci bilgisini reddetmekle hiçbir şeyi sonuçlandırmış
olmuyoruz, pek az kimseyi de ikna etmiş oluyoruz. Bu
da bir başka gerçektir, acı bile olsa.
Sorular konunun uzmanlarına, uzman geçinenlere sorulduğunda
yorumlar iyiden iyiye çarpışıyor ve herkes kendi çizgisine
uygun şekilde yanıtlar veriyor.
«Doğaüstü güçler denen tanımlanamamış bazı tesirler vardır,
» diye kabul ediyor astrolog (yıldızbillimci) Haluk Akçam.
Ama, bu güçleri kullanabilen kaç kişi var acaba şu dünyada!
Basının da, halkı bu alanda yanlış yönlendirdiğini kabul etmeliyiz.
Dergilerde boy gösteren bir sürü şarlatan, kimi eline plastikten
bir kurukafa sıkıştırıp sırıtarak şeytanla işbirliği yaptığını, kimi de
geceleri cinleri başına toplayıp önüne geleni çarptığını ilan ederek
bedavadan reklam sağlıyor. Bunlar, cahil bir toplumun sırtından
para kazanarak yaşayan parazitlerdir. Aynı zamanda, kandırdıkları
kişilere yalan yanlış bir sürü zırvalığı telkin ederek, toplumun
ruh sağlığını bozuyorlar.»
Akçam - ki gizemin ağırlığını yıldızbilime vermektedir çalışmalarında
- tanımlanamamış bazı tesirleri, etkileri yani doğaüstü
güçleri kabul ettiğinde bunların kullanım olasılıklarını sorgulamakta
ve haklı olarak, «gizem tüccarlarına» saldırmaktadır.
Doğa diyoruz ve doğaüstü diyoruz, birini yüzyıllardan bilimsel
olarak araştırıyoruz, kurallarını, işlenişini saptıyoruz, diğerini
ise bir hayli «muğlak» ve «geniş» bir çerçevenin içine kapatıyoruz.
Ya da doğal dediğimiz, bildiğimiz, denediğimiz, kimi sürekliliği
olan, kimi deney halinde tekrarlanabilen olaylardır. Doğaüstücü
kategoriye soktuklarımız ise «açıklanamayan» ve «bilinmeyen
» türden olaylardır.
Gizem ve gizemin arkasında sürüklediği her şey işte bu
«açıklanamayan»ı, bu «bilinmeyen»i doldurmaktadır.
Orta Çağ'da yaşamadığımız için bugün büyücülere tolerans
gösterilmektedir yeter ki, yasal olarak hizmetleri karşılığında
ücret almasınlar. İyi de bugünün dünyasında ve bugünün İstanbulu'nda
karşılıksız hizmet nerede görülmüştür, piyasada kaç
tane özveri sahibi Don Kişot kalmıştır bu hızlı köşeyi dönme ortamında?
Herhalde ücret değilse de, gizemli hizmetin karşılığı başka
şekilde de karşılanabilir, hediyeler, armağanlar, hibeler ve destekleyici
yardımlarla.
«Ülkemizde, günümüzde de ve her şeye rağmen büyü,
büyücülük ve büyücüler vardır,» diye yazıyordu 1979'da Afif
Yesari. «Polisin, haklarında sık sık koğuşturma açtığı Madam
V.P., Nişantaşlı N.S., G.K., Kadıköylü A.E., Edirnekapılı F.Y.,
Aksaraylı M.Ü. yerli büyücülerden sadece birkaçıdır.
Büyüye inanç duyanların çok sayıda oluşları, büyücülerin
işlerini rahatça yürütüp, kolaylıkla ele geçmemelerinin başlıca
nedenidir.
Kentin t üm bölgelerine yayılan büyücüler, fal bakar, nefes
eder, muska, tılsım yazar, büyü yapar, büyü bozarlar. Kara Büyü
pek uygulanmaz ya da ender olarak uygulanır.
— 169 —
Bu arada, çeşitli büyü kitapları, Kudur ve Kadeh duaları,
Çevirgel Duası gibi risaleler de yayınlanmakta, çoğu el altından,
gizlice satılan bu büyü kitaplarında, arap harfleriyle yazılmış vıfk'
lar (büyü), muska örnekleri, dualar bulunmaktadır. Bu türden bir
kitap olan Seyyit Süleyman Efendi'nin 'Kenz-ül Esrâr'ı ise tamamen
eski harflerle basılmıştır.»
İki ciltlik bir «Cinsel Büyüler» derlemesini hazırlayan İsmet
Zeki Eyuboğlu da aslen Akçaabat'lı (Trabzon) olup sonradan
(70'li yıllarda) İstanbul'da Fatih'te yerleşen ve makas büyüleri ile
ünlenen Horovili Muhammed Hoca'dan, yine Fatih'te oturan Bayburtlu
H.Hoca'dan söz eder.
70'li ve 80'li yılları gerilerde bıraktık ancak büyü halen büyüdür,
her ne kadar çağdaş kentsel gizemcilerimiz büyücü adından
ürküp kendine daha «metafiziksel» adlar yakıştırıyorlarsa bile.
Büyü, gördüğümüz gibi, geleneksel şekillere ve malzemelere
dayanan, ürünü olduğu kültürün ve inançsal temellerin imgelerini
yansıtan, karmaşıktan basite giden bir olaydır. Bu olayın
boyutları içinde, İstanbul'da yüzyıllardan beri çok tutulan, üfürükçülüğün
ve şifacılığın yeri nedir? Ya da başka bir deyimle, bunlar
bizi gizeme mi yoksa parapsikolojiye mi götürürler?
Ak ve iyi niyetli, olumlu sayılan şekli ile kullanıldığında büyü
şifacı, koruyucu bir nitelik de taşıyabiliyor: hastalıklardan korur,
iyileştirir, sakatlıkları önler, tedavi eder.
Mustafa İloğlu'nun, kendi yayını olan, 8 ciltlik kapsamında
ve bir kısmını Lübnan'da edindiği İslam kaynaklarından derlediği
«Gizli İlimler Hazinesinde dualara dayalı şifacı uygulamalarının
arasında, örneğin, ruhsal hastalık ve sıkıntıları gideren formüller,
burun kanamalarını ve nezleyi geçirmek için çareler, sara, sarılık,
çarpılma ve benzerlerine karşı vefkler ve yazarın ifadesiyle, «halen
tıbben tedavisi olanaksız olan bazı ruhi ve her nevi hastalıkların
tedavisi için» derlenen ayet ve dualar yer almaktadır.
İloğlu'nun niyeti, böylece t üm bu kimi gizli, kimi inançsal
ama pek bilinmeyen bilgileri açıklayıp ihtiyaç d u y a n ı n (ve bunları
kendi başlarına uygulayanları) «profesyonellerin sömürüsünden
kurtarmak oluyor, kendi bir söyleşide açıkladığı gibi.
Salt bir araştırma kaynağı olarak ele alındığında ve salt bu
yönü ile değerlendirildiğinde «Gizli İlimler Hazinesi», gerek folklor
açısından gerekse bir İslam gizemleri ansiklopedisi açısından, az
rastlanabilen bir çalışma niteliğini korumaktadır. Ve bu yönü ile
Batı ile Doğu'nun geleneksel gizemlerini karşılaştırmalı bir şekilde
incelemek isteyenlere ilginç bilgiler vermektedir.
Çalışmasının ilk cildinde İloğlu, dua ve inanç üzerinde durduktan
sonra, ayrıntılı olarak ele aldığı konu yıldızbilimin (astrolojinin)
olması açıklayıcıdır. İloğlu, çünkü sonradan dizeceği bilgilerin
temeli olarak burçları ve yıldızbilimsel uygunlukları yerleştiriyor
ve bunları, t üm gizem geleneğinde olduğu gibi, ayınsal (rituel)
şekillerden ayırmaksızın. Ruh ve cin çağırmalarındaysa bu
tarz uygulamalarda başarının sırrının medyumluk duyarlılığına
bağlı olduğunu eklemeden edemiyor.
Manevi ve ruhsal hastalıkların tedavisinden tahta kurularını
yok etme yöntemlerine kadar işlevi olan dualar ve ayetler dizen,
sihirbazların sihirlerini bozmak, kuraklık ve kıtlıktan kurtulmak,
yarım ve bütün başağrılarını tedavi etmek için büyüler öneren bu
«Gizli İlimler Hazinesi» sonuçta, aracıları ortadan kaldırıp, meraklı
kişiyi gizemsel-inançsal işlemle karşı karşıya ve tek başına bırakmaktadır.
Yeni bir yöntem değildir bu: yüzyıllar boyunca batt aynaklarının
önerdikleri metinlere baktığımızda, ister Orta Çağ'dan kalma
ister son derece çağdaş ve kimi radyo, kimi de televizyon
programlarında açıklanmış uygulamaları gözden geçirdiğimizde
tıpatıp benzer çalışmalarla karşılaşırız.
Paul Huson'un, David Convvay'ın, Dolores Ashcroft Nowfo
ki'nin yakın tarihli «elkitapları»nda ve «pratik» kurs ya da rehbeı
niteliğindeki çalışmalarında temelde buluşan bilgi ve uygulamalar
buluruz. Ve bunların arasında:
- Hazırlık dönemi; falcılık; âşıklar için iksir ve büyüler; karşıt
sihir ve korunma; öç alma ve saldırı; örgüt kurma yöntemleri;
gezegenlerin saatleri; sihir ve büyüde kullanılan terimler sözlüğü;
sihirsel işlemlerde kullanılacak tapınağın hazırlanması; büyüde
— 171 —
gerekli nesneler; pentagram ayinleri; niyetler ve uyumsallıkları;
bedendışı yolculuk; Kabala'dan, Mısır'dan muska ve tılsımlar;
lanetler; cinler ve şeytanlar v.b.
Her toplum ve çağda büyüsel işlemler, renkleri ne olursa
olsun, ya bir «uzman»a başvurarak uygulanır ya da kişinin becerikliliğine
bırakılır. Ve her toplum ve çağda «kendin hazırla, kendin
yap» yöntemi, zaman zaman kişiyi zorlarsa bile, kendine
güvenen meraklılar tarafından çok daha ilginç ve hiç kuşkusuz,
heyecanlı sayılır.
Dualar her zaman kullanılır, şu farkla ki batı gizemciliğinde
bu dualar kutsal kitaplara dayanılarak okunmaz. Kullanılan dualar
ya bir «eski geleneğin» ürünü olarak bilinir ya da belirli veriler
içermek koşuluyla uygun kaynaklardan derlenip uyarlanır.
Bir ruh ya da cin çağırmak için «Gizli İlimler Hazinesine
göre üç ihlâs ve bir fatiha okuduktan sonra uygulamaya başlanır
(İloğlu'nun uygulaması ise kahve fincanı ya da bakalit kapak kullanılışı
ile oluşturulan basit bir «Ouija Board»tan başka şey değildir).
Batılı bir kaynağın önerdiği geleneksel bir ruh çağırma ise -
medyumsuz ve büyüsel bir yöntem olarak - ilkin, ölüleri uyandırarak
çok güçlü bir formül olarak bilinen, «Allay Fortission Fortissio
Allynson Roa» sözcükleri tekrarlanır, ruhun geri gitmesi için
«Omgroma Epin Savoc, Satony, Degony, Eparigon, Galiganon,
Zogogen, Ferstigon» (ilaç adlarını andıran!) gibi güçlere seslenilir.
Uygulamalara «dua» ve «dua»yı andıran çağrı şekilleri girince
de olumsuz bir anlam da taşıyan «büyü» sözcüğünün olumsuz
yanı büyük bir ölçüde arındırılmış olur.
Bu bağlamda «okuyup üflemek» anlamına gelen «üfürüğün»
kullanıldığı «üfürükçülük»te, Borotav'ın değerlendirmesi ile, «hastalığın
sağalması isteniyorsa duaların, dileklerin etkisini hastanın
vücuduna yaymak için, tabiatüstü zararlı varlıkların kötülüklerinden
korunmak sözkonusu ise, çevreye, etraftaki eşyaya, bu varlıkları
ürkütecek sözleri eriştirmek için yapılan işlemdir.»
«Üfürükçü deyimi, günümüzde bu türlü akıl ve bilim-dışı
eylemlerle cahil insanları aldatan ve sömüren kişiler için kullanılır,
kötüleyici bir anlam kazanmıştır.»
Nefesi güçlü olan üfürükçü - ki uygulamalarından ve hedeflerinden
«şifacı» kimliğini de kazanmış oluyor - salt bizim toplumumuza
özgü bir kişi değildir. Benzer uygulamaları, benzer inanışları,
dualara dayanan işlemleri, eski uygarlıklarda ve ilkel topluluklarda
olduğu gibi, Batı'nin birçok ülkelerinde (Fransa, İngiltere,
İtalya, Almanya) ve bu ülkelerin kırsal alanlarında, az gelişmiş
bölgelerinde rahatlıkla bulabiliriz.
Nedir ki, şifacı ile üfürükçü arasında kesin bir ayırımın olması
gerekiyor, çünkü birincisi manyetik ya da «tellürik» bir güç kullanarak
salt elleri ile acıyı dindirir ya da geçirir, ikincisiyse, hastanın,
şikâyet eden kişinin, fiziği, fizyolojisi üzerinde etkili olabilmesi
için, dualarla birlikte, somut, gerektiğinde nesnelere dayanan
çarelere başvurur.
Dolayısıyla şifacıyı parapsikolojik olayların kapsamına aldığımızda
üfürükçüyü bu kapsamın dışında tutmak zorunda oluruz.
Şifacılık konusunu ilginç bir araştırmada inceleyen Fransız
tıp adamı Dr. Albert Leprince şifacıları, her toplum ve örneklere
uyan, aşağıdaki beş kategoriye ayırıyor:
1 - Halkın saflığını sömüren ve sık sık mahkemelik olan sahte
şifacılar;
2 - Şifacılığa yönelen, ilkin bir teşhisle yetinen sonra da
çareler, ilaçlar öneren durugörü sahipleri;
3 - Yan bilimsel bir nitelik taşıyan, gerçek bir ruhsal güce
sahip olan manyetizmacılar;
4 - Kendilerini dinsel bir inanca bağlayan, dualara başvuran
ve «mucizeler» yarattıklarını iddia edenler;
5 - Vardıkları sonuçları ne fiziğin, ne de metafiziğin açıklayamadığı
gerçek şifacılar.
Kime yönelik olursa olsun duanın her çeşidi gizemsel işlemlerin
ayrılmaz bir parçasıdır ve her ne kadar tek tanrılı büyük din-
— 1 7 3 -
ler büyünün her çeşidini - olumlu diye bilinen dahil olmak üzere -
yasak ediyorlarsa da işlemde Tanrıya yönelik bir dua dahil edildiğinde
mesele kendiliğinden değişir.
Yasal olarak büyü yasaktır ancak, anlatıyor profesyonel
büyücü Bülent Kısa. «Büyü karşılığında para almak yasaktır.
Dolandırıcılığa giriyor. Ben para alıyorum diye itiraf etsem de
önemli değil. Beni para alırken tesbit edip yakalamaları lazım.
Ben sansasyon olsun diye büyü yaptığımı söylüyor da olabilirim.
'Ben sadece yıldızfalı çıkaran, astrolojiyle ilgilenen bir adamım'
da diyebilirim.»
Bilindiği gibi önemli olan yasa değildir, yasayı atlatma yollarıdır.
Veya, bir İtalyan atasözünün ifadesiyle, «Yasa çıktı, çaresini
bulalım.»
Aynı durum dinsel yasaklar için de geçerlidir ve dinsel yasakları
atlatmanın çarelerinden biri de dinsel formları, duaları (ister
gerçek, ister uydurma) büyüsel işlemin içine katmak, bunları işlemin
özü olarak göstermektir. Belirlenemeyen ya da belirtilmek
istenmeyen bir güce yönelik yakarmayı Tanrıya, Allaha yöneltmektir.
Batı'nın genelde ve dinsel yasaklamalarının etkisi altında
kendi inancının dışına itmeye çalıştığı (oysa Kutsal Kitaplarda
örneklerini çokça bulduğu) gizemciliği İslam bilgin ve bilgeleri
tarafından belirgin bir güç olarak kabul edilip İbn-i Haldun'da,
örneğin, büyü «katıksız sihir» ve «tılsımlar» olarak ikiye ayrılarak
karşımıza çıkmaktadır. Ve İbn-i Haldun'daki katıksız sihir sihirbazın,
hiçbir yardımcıya başvurmaksızın, kendisinden çıkan bir güçtür;
bugünkü tanımlarımızla bir «duyumötesi olay»dır, bir psi faktörü.
Yukarki ayırıma göre de «tılsım», t üm diğer büyüsel işlemlerin
içinde, başlı başına bir sihirli alanı oluşmaktadır.
1974'ten kalma bir araştırmasında (Nazar, Nazarlık ve ilgili
büyüsel işlemler) İsmail Çelik, İstanbul'un Hisarüstü'nde, o dönemin
parası ile, 600-700 liralık kırmızı mürekkep kullanarak nazar
ve başka çeşit muskalar yazan ve Giresun'un bir köyünden gelme
olan Veli Baldede'den söz etmektedir. Veli Baldede ya da
Veli Şeyh eskilerden sayılabilecek bir İstanbul muskacısı ise de
bugün de muskalara, nazar boncuklarına ve tılsımlara rağbet
sürüyor.
Batı gizemciliği tılsımları «talismans» olarak biliyor ve kullanıyor.
«Talisman» sözcüğü ise Yunancadan gelmedir ve «telesma»
(dinsel ayın)'dan türetilmiştir. Ancak tılsım, muska ya da nazarlık
insan tarihi kadar eski inanış ve uygulamaların örnekleridir, her
kültür ve kıtada karşımıza çıkmaktalar.
«Muska, Arapçada 'yazılı şey' anlamına gelen nüsha kelimesinin
halk ağzında bozulmuş biçimidir» diye açıklar Boratav.
«Hastalıkları sağaltma ya da düşmandan gelebilecek kötülükler,
görünmez kazalar vb. gibi herhangi bir zararı önleme ile üstte
taşınan yazılı kâğıda denir... Nazarlık, bir yönüyle, yani kötü gözlerin
ve kıskançlık duygularının sebep olabileceği hastalıklardan,
sakatlıklardan koruyucu niteliğiyle, muskanın işini görür. Ama,
adından da anlaşılacağı üzere, onun asıl görevi kötü gözlerden
korumadır... Tılsım, anlamı bulanıkça bir kelimedir... tılsım define
gibi gizli şeyler bulmayı, kapalı yerleri, örneğin saray, mağara
kapılarını açmayı sağlayan ve ancak ehlinin bildiği sözleri ya da
kullandığı araçları gösterir.»
Tılsım, muska, nazarlık... büyüsel işlemlerde koruyucu bir
nitelik ve işlev taşıyan kimi yazılı, kimi çizimli, kimi kumaş, kâğıt
ya da deriden yapılmış, kimi kazılmış. Taşıdıkları simgesel şekiller
güçlü bir etkendir, dörtköşeli bir tılsım uyumsuzluk yaratır,
yuvarlak bir tılsım ise olumlu ruhların yardımını sağlar.
Bu koruma nesnelerinde, özellikle antik uygarlık ve inanışlardan
kalma olanlarda, yıldızbilimsel (astorolojik) değer, anlam ve
simgeler ön plandadır; koruyucu veya aktif güç bunlarla sağlanır.
Buna karşın büyük dinlerin, tek tanrılı dinlerin ürünü olanlarda
Kur'an-ı Kerim'de, Tevrat'tan ya da başkaca dinsel metinlerden
alınan sözcükler, işaretler, adlar (kutsal adlar) ve özellikle
dualar kullanılır.
Ancak... bu tür uygulamalarda kutsal metinler kullanmak din
tarafından yasak değil midir? Öyledir ve İslamda bu yasaklar birçok
hadiste açıkça ifade edilmiştir (Ebû Hüreyre, İbn-i Mes'ud);
belirli surelerde (113, 114) ise büyücülüğün, cinciliğin kaçınılması
gereken kötülükler olduğu söylenmiştir.
Yine de tüm bunlar ne yanlış uygulamayı, ne sömürüyü, ne
de yönlendirilmiş bilgiyi engellemiyor çünkü, her alanda olduğu
gibi, bir «arz-talep» yasası işliyor, sürekli olarak.
Ya yatırlardan, türbelerden beklenen medet, onlara bağlanan
umutlar ve etraflarında oluşan efsaneler?
Büyüsel uygulamalara pek benzemiyorsa da bunlar da bir
«başka» büyüselliğin halk tarafından benimsenen belirtileridir.
İnanç, hiç kuşkusuz bir güçtür; inanç derler, dağları bile yerlerinden
kımıldatır. Ve inanç, batıl inanışlara karışınca, onlarla
karıştırılınca, kendi dinsel buyruklarını bile gözardı eder.
Sarıyer'e Telli Baba'ya, Eyüp'teki Dilek Baba'ya, Şehzadebaşı'ndaki
Helvacı Baba'ya v.b. gidenler hep iyi niyet ve inançla
giderler oysa İstanbul Müftülüğünün, eskiden kalma uyarısına
dikkat ettikleri olmuyor mu?
«Türbelerde mum yakmak, bez bağlamak, dilek taşları yapıştırmak,
para atmak, kurban kesmek ve doğrudan doğruya ölüden
dilekte bulunmak dinimizce yasaktır ve günahtır» der bu,
hatırlatma şeklindeki uyarı, ancak inanışın inançtan baskın çıktığı
da oluyor.
* * *
istanbul büyüleri dendiğinde, genelde İstanbul kökenli ya da
gerek Trakya'dan gerekse Anadolu'dan gelen ve kentsel büyü
yöntem ve şekilleriyle kaynaşan büyüler anlaşılır. Ancak büyü
gibi geleneksel kaynaklara dayalı uygulamalarda unutulmaması
gereken bir nokta vardır: İstanbul'da, kentin tarihi boyunca,
işlem konusu olan büyülerde değişik kökenler ve inanışlar yatmaktadır.
Bunların en büyük kısmı İslam gizemciliğine ait ise de
(İloğlu, örneğin, derlemesinde Arap kaynaklarına ağırlık vermektedir)
bir kısmı İstanbul'un İslam öncesi, Fetih öncesi döneminden
kalma olduğu gibi bir başka kısmı da, diğerlerine eklenerek,
değişik göçlerden ve İstanbul'un din, dil, ırk, inanış mozaikini
oluşturmuş olan etkenlerden gelmedir.
Bu bağlamda, yerel ve kentsel olan azınlıktan bir büyücü
(Yahudi, Rum, Ermeni v.b.) uygulamalarında zaman zaman kendi
gelenek ve kültüründen kalma bilgi ve malzemeyi de katmaktadır.
Belirli dönemlerde yer alan içten veya dıştan gelme göçleri
de hesaba katarak (bu ara fallara, gizemlere ve ruhçuluğa son
derece meraklı olan 20'li yılların Beyaz Rusları da unutmaksızın)
ortaya son derece bileşimli, neredeyse «kozmopolit» bir olay çıkmaktadır.
* * *
Deniz Cinleri Padişahının halen Kız Kulesi'nin açıklarında
konaklayıp konaklamadığını bilmiyoruz, (ancak cinlerin, son
dönemde, üniversite kantinlerinde bile gündeme geldiklerini biliyoruz!)
ancak cinlerin, denizlerin, karaların ve göklerin, adları ne
olursa olsun (Albastı, Koncolos, Karakoncolos, Albız, Çarşamba
Karısı, Kara-Kura, Kancalar, İbrik Kalfa, Al-Karısı, Rüküş Hanım
v.b.) İstanbul'u bugün mekân tuttuklarını bilmeyen yoktur. Üstelik
bu cinler de, çağdaşlaşıp, cismen değilse bile ismen basın
organlarının başlıklarında, magazin araştırmalarında ve özel televizyonlarının
«talk-showlar»ında boy göstermektedirler.
Birçok ünlü Cinci Hoca'yı tarihine katmış olan İstanbul'umuzda
cinlerin «pop» ya da «in» olmalarına, sık sık gündeme gelmelerine,
geç kuşak arasında «ilgi» konusu olmalarına hiç şaşmamak
gerekiyor çünkü, ister dinsel inançtan kaynaklansın, ister
folklorik inanış gibi kabul edilsin, nereye bakarsanız bakın cinsiz
gizemcilik yoktur ve de düşünülemez, ne Doğu'da, yakın
Doğu'da, Uzakdoğu'da ya da Batı'da.
Cin her kaynakta, esrarlı bir varlıktır, kimilerine göre görünen,
kimilerine görünmeyen. Cinler ile temasta olanlar (oldukları-
— 177 — istanbul Gizemleri / F: 12
nı söyleyenler), cinleri davet edebilenler (edebildiklerini iddia
edenler), çağırabilenler (çağırdıklarını ileri sürenler) bu varlıkların
huylarını ve onlardan nasıl yararlanacaklarını çok iyi bilirler (bildiklerini
ifade ederler).
«Cin» sözcüğünün Latince «genius»tan Arapçaya oradan da
Türkçeye geçtiği söylenir. Sözcüğün dilbilimsel kökeni bir yana
Romalılar, Yunanlılar, Araplar ve Türkler de cinlere inandılar ve
her çağ, kültür ve uygarlığın sihirbaz ve büyücüleri cinlerle her
zaman iyi anlaştılar.
Cinler, cinler tarafından çarpılanlar, cinleri iyi bilenler, erkek
cinler, kadın cinler, çocuk cinler, kıskanç cinler, öç alan cinler,
yardımsever cinler, şakacı cinler, tecavüz eden cinler, cinlere
bilerek veya bilmeyerek zarar verenler (ve cezalarını çekenler) ve
diğerleri. Uzayıp giden, sonu gelmeyen bir olay ve inanış dizisi.
Kur'an-ı Kerim'de «dumansız ateş»ten yaratılan bu varlıklar,
dinsel inançlardan ve onlardan kaynaklanan, onlardan önce bile
varolan halk inanışlarının etkisi ile, masal ve efsanelerin dışına
taşıp nerdeyse İstanbul'un günlük ve çağdaş yaşamına iyiden iyiye
yerleştiler bir çeşit «dönüş» kaydedercesine ve gizemin gündeminde
eski yerlerini kapamasına.
Yerleşmekle de yetinmediler, varoluşlarını kanıtlayabilmek
ya da anımsattırmak için onlara inanan veya inanmayanlara,
eski, orta ve yeni kuşaktan olanlara, geleneklere bağlı olan ve
olmayanlara, cahillere ve kültür sahibi kişilere, memurlara, ev
hanımlarına ve mevki sahibi kadınlara «musallat» oldular, görünmeden
ancak kendilerini hissettirerek.
Kırsal alanlardan, folklorun sayfalarından, masallardan,
Dede Korkut ve 1001 gecelerden çıkıp İstanbul'a göç ettiler başkaca
göç edenlerle birlikte. Ya da yüzyıllardan beri konakladıkları
bu büyük kente yeniden bir «çıkış» yaptılar, büyük kentin artan
sorunları ve bu kentin sorunlu sakinleri ile orantılı olarak artarak.
Cinleri herkes göremez, görenler oluyorsa da bu görmeler
toplu halde olmuyor, tek bir kişi görse bile birkaç kişi birarada
görmez. Cinler daha çok hissedilir, algılanır, duyumsanır.
— 178 —
«Cinler maddeye kayıtlı olmadığından kendilerini insandan
çok üstün görüyor.» der araştırmacı yazar ve konunun uzmanı
Ahmet Ulusi. «İnsanlarla oynayıp eğlenmek, onları istedikleri gibi
gütmek en büyük zevkleri.»
Cinlerin istedikleri zaman bedensel olarak göründükleri, hatta
cinsel ilişkide bile bulundukları söyleniliyor. Ancak, Hulusi, bu
gerçek bir birleşme değildir bir beyinsel tatmin, bir boşalmadır,
diye açıklıyor.
İyi de bedensiz varlıkla, ister kadın ister erkek, cinsel birleşme
nasıl olur, nasıl gerçekleşebilir? Kötü niyetli bir cin kadınlara
nasıl bir «cinsel taciz»e bulunabilir?
Soruların, inanışlara bağlı, «geleneksel» bir yanıtı vardır, bir
de - antitez olarak - mantıksal-bilimsel yaklaşımlar. Aslında inanışla
mantığı bağdaştırma deneylerini Orta Çağ'da da bulabilmemiz
olası ise, batı kaynaklarını karıştırdığımızda, biz şimdilik Orta
Çağı ve batıyı bir yana bırakıp İstanbul'umuzun cinlerine dönelim.
İslamda ve diğer tek tanrılı dinlerde (Yahudilik ve Hıristiyanlık)
meleklere, şeytanlara ve cinlere inanılır. Melekler iyi varlıklar,
tanrısal ve kutsal varlıklar, şeytanlar kötü varlıklar, cinler ise
değişken varlıklardır.
Tüm geleneksel inanışlarda, ilk inanışlardan başlamak üzere
ve mitologyalarda cinler «ilkel» varlıklar olarak tanımlanırlar. Bunlar
sihirbazın, büyücünün ve de «magus»un en yakın yardımcıları
olabiliyorlar, oluyorlar. Kökeni ve kültür düzeyi ne olursa olsun
gizemcilik, bu açıdan, cinler olmadan yapamıyor ve yapamadığı
için onları, yüzyıldan yüzyıla açıklamaya gayret ediyor.
Bizim «cin» dediğimize antik çağ bilgisi, Yunanca bir sözcükten
hareket ederek, «daimon-daemon» (tanrı, cin) ya da basit ve
olumsuz bir anlamla, «demon» der.
Mısırlılar için cin kişinin ikiziydi, Yunanlılar için paralel bir
«ben» (İstanbul'lu Hasan Poyraz Hoca'ya göre cinler âlemi tümden
paralel bir evrendir). Sokrates'in cininden söz edilir, onu
yöneten, ikinci kişiliğini oluşturan ve onunla konuşan. Önceki
bölümlerden bildiğimiz «ölümsüz» Saint-Germain Kontunun cininden
de söz edilir, ona unutulan, yitirilen bilimleri öğreten, simya
ve kimya formüllerini açıklayan. Hatta ve hatta Napolyon'un bile
bir cine sahip olduğu söyleniyor onu başarıdan başarıya götüren.
Ya Napolyon'un son dönemindeki başarısızlıkları ve çöküşü?
Onlar da cin onu terkettikten sonra oluvermişler!
Sokrates, Saint-Germain ve Napolyon «tarihsel» örneklerdir
ve de (biri hariç) kentimizden bir hayli uzaklarda kalmış, istanbul'un
gizemsel gündeminde olan cin uzmanlarına, cinlerle
temas kurabilenlere (kendi ifadelerine göre) geçmek, basında
yayınlanan bazı açıklamalarından yararlanmak ise bizi konunun
tam merkezine yerleştirecektir.
Sekiz tane cini olduğu söylenen «medyum» Mehmet Memiş
cinleri için şöyle diyor:
«O kadar güzeller ki, o kadar yakışıklılar ki... Saat on iki olunca
gelirler... Gece hep onlarla birlikteyim. Sabah ezanına
kadar... Onlarla dua yaparız, bilgi alırım, yazarım, çizerim, teşbih
çekeriz... Siz onları göremezsiniz. İnsanların gözünde perde vardır,
ama cinler insanları görür... Cin bugün insanlarla evlenebilir...
Benim dişi cinim benimle evlenmek istiyor... normal bir
kadınla ne yaşanıyorsa, onunla da onu yaşayabilirim...»
Cinlerle evlilik konusunda deneyimli olan, Keto adı ile bilinen,
Hacı Aydoğan ise durumunu şu şekilde açıklıyor:
«Üç çeşit cin var. Birisi Rahmaniler, bunlar iyi cinler. Şeytaniler
var, bunlar da kötü olanlar. Bir de Cindarlar var ki, hem iyilik
hem kötülük yapıyorlar. Benimkiler Rahmani, iyi oldukları için
insanlara yardımcı olmaya zorluyorlar beni. Benim karım da Rahmani...
iki de oğlum var, cin karımdan. Biri altı yaşında, diğeri üç
aylık...»
Bedensiz varlıklarla evlilik, cinsel ilişki ve bunun sonucu olan
çocuklar...
Ahmet Hulusi duruma nesnel olarak yaklaştığında böylesine
bir teşhise varıyor:
— 180 —
«Cinsel ilişki bizim anladığımız manada birleşme değildir.
Beyinde bir noktayı etkileyerek kişide bir tatmin meydana getiriyorlar.
Bu şekilde kişi gerçekten onlarla temas kurduğu hissine
kapılıyor, bu varlıkların etkileriyle boşalmaya uğruyor. Fizik
anlamda bir şey yok yani. Bir tür halüsinasyon.»
Aslında bu durumda «halüsinasyon», sanrı bile aşırı geliyor
çünkü, sonuçta, cinsel bir düşün dürtüleri ile gerçekleşen bir
boşalmadan başka bir şey değildir anlatılan olay ve bunda,
bunun açıklamasında veya motivasyonunda cinden başka neden
düşünmemek bir hayli zorlamalıdır.
Ahmet Hulusi'ye kulak vereceksek bir kadın cinle yapıldığı
söylenen evlilikten çocuklar nasıl doğar?
Tek bir kişinin anlattığı bir «olay» örnek teşkil edemiyorsa
bile bu kişinin öne sürdükleri, çok gerilere gittiğimizde, bizleri bu
tür durumlara ve bu durumların ortaya attığı «sorunların yanıtını
- inanışlara bağlı kalmak koşulu ile - vermiş oluyor.
İslamın cin inanışından Orta Çağ Hıristiyanlığına, paralellik
gösteren, melek-şeytan-cin inanışına bir geçiş yapmamız gerekiyor,
1486 yılından kalma bir kitaba dayanarak.
Engizisyon boyunca bir elkitabı olarak kullanılan, 550 sayfada
soru-yanıt şeklinde Heinrich Kramer ve James Sprenger adlı
iki Alman din adamı tarafından hazırlanan «Büyücülerin Çekici»
(Malleus Maleficarum), kötü niyetli cinlerle büyücü kadınların,
cadıların cinsel ilişkilerine eğildiğinde, Orta Çağlar'a özgü bir
inanç ve mantık çerçevesi içinde, bu türden yanıt ve sonuçları
sıralamaktadır:
- Kötü ve şeytana hizmet eden cinler cinsel ilişkide bulunduklarında
birer aracı olarak hareket etmekteler, çünkü yaptıkları
bir insanın (erkeğin) menisini çekip bir başka insana (kadına)
aktarmaktır. Nedir ki, bu tür cinlerin bir kadını hamile bırakmaları
olanaksızdır, çünkü bunlar (Hıristiyan inançlarına göre) ruh taşımazlar.
Dolayısıyla ruh ve bedenden oluşan bir canlıya hayat
veremezler. Ancak unutulmamalı ki, Tanrının yarattığı bu varlıklar
ister cin, ister şeytan olsunlar, onların altında olan her şeyi denet-
— 181 —
leyebilirler ve bu yüzden, şeytanlıklar peşinde olan cinler bir erkeğin
menisini çekip, kendilerine aitmiş gibi, bir kadına aktarabilirler.
Üstelik, ermiş Avgustinus'un da belirttiği gibi, bu tür kötü cinler
bir erkeğe kadın, bir kadına da erkek olarak görünebilirler.
Bu örneği vermekteki amacımız cinlerin, her büyük dinde ve
her kültürde, bir sorun teşkil ettiklerini ve bu sorunun, çağdan
çağa, ne tür bir «literatür»e yol açtığını özetle göstermektir.
Ancak, Doğu'dan Batı'ya, cin sorunu salt cinselliğe yönelen bir
sorun olmaktan çok uzaktır. Çünkü cin, huyu ne olursa olsun,
her çeşit gizemciliğinin vazgeçemediği bir unsurdur, ister adı cin
olsun, daemon olsun ya da sac3ce «varlık».
Folklor açısından kendi cinlerimizi incelediğimizde bunların
da şekilden sekile geçtiklerini görürüz. Cinler kara kedi veya
kara köpek şeklinde görünürler, oğlak, eşek, tavşan, tavuk,
horoz, kuzu, yılan v.b. şekillere de bürünebilirler. Ufacık olurlar
ya da kocaman, ince ya da şişman, güzel, çirkin, sevimli, korkutucu,
hoş kokulu veya tiksindirici. Hatta ve hatta birer cansız nesneye
de dönüşebilirler!
En çok sorun çıkaran kötü ruhlu, kötü niyetli cinler oluyor,
olaylar yaratan, insanlara sataşan, insanları çarpan, sevgilileri ayıran,
kocaların başlarını çelen, kadınları aldatan, eşyaların yerini
değiştiren, nesneleri gizleyen. Bir cinin marifetleri ile bir «vurucu
ruh»un, bir «poltergeist»in marifetlerini birbirinden ayırabilmek,
bu yüzden, bazen çok zor oluyor.
Cinlerden oluşan ve cinleri barındıran paralel bir evren ilginç
bir kavramsa cinleri «enerjiye benzetmek, bir «enerji insanı»
kuramına oturtmak bir o kadar ilginçtir. Nedir ki, bilimsel açıdan
t üm bunlar (ki t üm bunlar, aslında, kentimizde öne sürülen görüşler
olduğundan kentsel gizemlerimizin ayrı bir alanını meydana
getirmekteler) olanaksız ve olasılıkların dışında kalıyor. Bu konularda
tartışmalar uzayıp gider ve varılan veya önerilen sonuç her
zaman «inançsal» bir sonuç oluyor, ister «gizli» bilimlere bağlansın,
ister dinsel inanışlara.
Gizem dünyası, eski inanışlara, insan kadar eski geleneklere,
mitolojik ve folklorik malzemeye dayanarak, her zaman cinlere
başvurur. Kimi bu bağlılığını inandığı ve uyguladığı, izlediği
dine bağlar, kimi dinsel inanışları kendine göre yorumlar ve kullanır
(büyüde olduğu gibi) çizgiyi aşmak pahasına. Biri t üm bunları
kendi sorunlarını çözebilmek amacı ile, kanıt ve yanıt olarak öne
sürerken diğerleri ise pazarlar, bir «hizmet» olarak. Kaldı ki, gizemin
her alanı arz ve talep kurallarına uymak zorunluğuna sokar
kendini.
Bugünün İstanbul'unda dirilen ve yeniden, oysa daha «değişik
» çevrelere ve daha «değişik» tanıtımlarla uzanan, «popüler»
hale gelen cinlerin her çeşidi gizemciliğin kaçınılmaz varlıklarıdır.
Hem cinler olmazsa, onlardan yardım görmezse büyücünün ve
bakıcının durumu ne olur?
Bu sayfalar boyunca, elimizden geldiği kadarıyla, kentimizin
barındırdığı hatta yarattığı birçok gizem ve inanışları gözden
geçirmeye çalıştığımızda er veya geç «cin» konusuna da değinmemiz
kaçınılmazdı.
Ahmet Rasim'in deyimi ile «Sultan İbrahim zamanının en
nâmdar aktörü Cinci Hoca denen herif»i ve benzerlerini görmüş,
tanımış, bu İstanbul'da sorun büyücülerin cinleri değil de en
marifetli cincinin bile bastıramadığı başkaca cinlerdir, ister birer
«varlık» gibi, ister birer «insan» gibi görünsünler.
Yine de inanışlar ve gelenekler - ama dinsel inançlara dayansınlar
ama hurafelere - son derece dayanıklı olduklarından, bilgisizlik
ve çaresizlikle beslendiklerinden ve gizemli ya da gizemle
karışan durum ve olaylar her zaman merak uyandırdıklarından,
İstanbul'un cinleri de, geçmişleri ve çağdaş görünümleriyle, bu
kentin folklorik manzarasının bir parçası olarak anımsanacaklar.
İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya'nın dediği gibi: «Bazı insanlar
cinlerle doğrudan ilişkiye girebilirler. Bunun ne kendilerine, ne
de başkalarına yararı vardır. Bunların en büyük başarıları kendileri
hakkında yaptıkları propagandalar, abartmalı sözler ve telkinlerle
muhataplarını etki altına almaları.»
BİR SON DEYİŞ GİBİ
İçinde yaşadığımız bugünün İstanbul'unda gizliliklerini yitirmiş
gibi görünen her tür gizem, sihir, büyü ve fal açık bir piyasada
sunuluyor. Gizli gibi bilinen bilimler, ilimler, sanatlar, bilgiler
ve gelenekler şaşırtıcı ve düşündürücü bir değişime uğradıkları
gibi icraatçıları cam ekranlardan hizmet veriyorlar, uzmanları
gazete sütunlarında veya telefon hatlarında medetler, öneriler ve
umutlar dağıtıyorlar. «Kitch» dekorlarda, rengârenk dumanlar ve
yanıp sönen ışıklarla donatılmış platolarda «ilginç» konular tartışılıyor,
tartışılınca da alan dedikodusuna ve ücret örneklemesine
kayılıyor. Bu ara konuşmacının ilgi ve uzmancılık konusu ne ise
(yıldızbilim, falcılık) o yüceltiliyor, bilimsellik kazanıyor ister bir
yanbilim ise (yıldızbilim), ister bir inanış yöntemi (fal).
Dışardan örnekler alınarak (ancak dışardan gelen her şeyi
olumlu diye bakmak huyumuzdan ne zaman vazgeçeceğiz?) her
konunun bir çağdaşlaşma, açılma, şeffaflaşma etiketi altında
çeşitli etken, taklit ve özentili özlemlere kapılarak soysuzlaştırıldığı
bir ortam ve dönemde gizemlerin «serbest piyasa»sı da ancak
bu kadar olabiliyor. Ve gizem diye bilinenler yaygınlaşa yaygınlaşa
kimliklerini ve özelliklerini yitirdikleri gibi gruplaşa gruplaşa
özlerinde hiç varolmayan (özleri çünkü zamansız ve evrenseldir)
«çağdaş» ve «moda» sayılan bir uçukluk kazanmaktadırlar.
Ancak bu şehr-i İstanbul ne denli sarsılmaz ve gerçek kimliğini,
gerçek değerlerini (her şeye ve herkese rağmen) korumasını
bilen, gerektiğinde bunları tevazu içinde gizleyen bir «merkez»
— 184 —
kent ise gizem de, bu «merkez»in dahilinde, kendi gerçeklerini
aramayı ve düşünmeyi sürdürüyor.
Bu arayışların safhaları görkemli değiller, çok sıfırlı sayılara
dayanmazlar; bu arayışların yöntemleri ve uygulamaları dünyasal
sayılmazlar, insanın toplumdaki konumunu, mal varlığını ve karşı
cins ile ilişkilerini hedeflemezler ancak, bir temel olarak, kişinin iç
dünyasına seslenirler, bu iç dünyayı şekillendirmeye çalışırlar.
İstanbul'un gerçek gizleri ve gizemleri falcılar, büyücüler,
bakıcılar ve cinciler mi?
Hiç değil. Bu sayfalarda onlara da bir pay tanıdıksak bunların
da, geniş anlamda, gizemsel olduklarındandır, kentimizin çağdaş
toplumunda ve bu çağdaşlamaya katkıları olan medyalarda
güncelik kazandıklarından hatta, nerdeyse, batılı olmanın örnekleri
gibi sunulduklarından.
İstanbul'un görülen ve görülmeyen gizemlerini salt gizemsel
inanış ve geleneklerinde aramamak gerekiyor: İstanbul gibi bir
kentin olaylar, çatışmalar, çalkalanmalar, aşamalarla dolu yaşamı
- geçmişinden ve geleceğinden kaynaklanan yankılar ve çağrışımlarla
- ve bu tür bir yaşam çizgisinin, mitosları ve efsaneleri
ile birlikte, içerdiği her tür sihir ve gizem zaten etrafımızı sarıyor,
gözlerimizin önünde ve ellerimizin altında duruyor. Görmesini,
bakmasını bilen görür ve bakar, aramasını bilen arar ve bulur.
İstanbul'un, geçmiş dönemlerde, bir arayışın, bir bilgi ve gelenek
sentezinin odak noktası olduğunu - belirli örnekleri ile - önceki
bölümlerde ve o bölümlerdeki kavram ve kuramlarla sergilemeye,
bazı ipuçlarını vermeye çalıştık. Ancak her şey olası olduğundan
ve her şey birbirine, inandığımız gibi, bağlı ve bağlantılı olduğundan
belki de İstanbul gizemleri geçmişleri, bugünü ve yarını
ile saydıklarımızın, saymaya çalıştıklarımızın çok ötesindedîrler
ve o ötelerde kaldılar. Ola ki, bir süre daha o ötelerde kalacaklardır.
Her insan yüzünde, yüzünün çizgilerinde, kırışıklıklarında,
gözlerinde parlayan ışıklarda kendi iç gizemini ifade ettiği gibi,'
her kent geçmişinden kalan açık veya kapalı izlerinde, mekânlarında,
yarattığı düşünsel-inançsal-toplumsal «güç»te, «şarj»da
— 185 —
oluşmuş, oluşmakta ve oluşacak olan sır ve sihirini taşımakta ve
açıklamaktadır. Bu bir tümdür, en ince ayrıntısına dek tümü kapsayan,
tümün doğurduğu bir süreçtir, bir oluşumdur.
Mitoslar, efsaneler, inanışlar, izler, mekânlar, binalar, surlar,
kuleler, sütunlar ve insanlar. Gelenler, gidenler ve kalanlar. Bunlardır
İstanbul'un gizemleri, bunlardan kaynaklanır ve şekillenir
İstanbul'un gizli yüzü ve İstanbul'a da başka şekilde bakamayız,
ister kabul edelim, ister baş sallayıp gelip geçelim...
SON
KAYNAKÇA
Hans von AİBERG Arz'dan Arş'a Sonsuzluk Kulesi cilt 1, Kitsan, İstanbul
1987
Rene ALLIEAU Les Societes Secretes (Gizli Cemiyetler) Le Livre de
Poche, Paris 1969
Georges BARBARİN Les destins occultes de l'humanitee Cycles historiques
(İnsanlığın Gizemli Yazgıları - Tarihsel Dönemler) Librairie
Astra, Paris 1946
Jacques BERGİER Les Livres Maudits J'Ai Lu, Paris 1971, Türkçesi:
Lanetli Kitaplar, çev. Vedat Gülsen Üretürk, Ruh ve Madde
Yayınları, İstanbul 1981
Jean-Louis BERNARD Les archives de l'insolite (Alışılmamışlığın Arşivleri)
Ed.du Dauphin, Paris 1971
Helena P.BLAVATSKY La def de la Theosophie (Tanrıbilgeliğin Anahtarı),
Pbl.de la Societe Theosophique, Paris 1895
Pertev Naili BORATAV 100 Soruda Türk Folkloru, Gerçek Yayınevi,
İstanbul 1973
Pertev Naili BORATAV Zaman Zaman İçinde, Remzi Kitabevi, İstanbul
1958
Jean-Louis BRAU Les inities d'Occident (Batılı İnisyeler), MA Editions,
Paris 1986
Louis CHARPENTİER Les mysteres Templiers (Tapınakçıların Sırları),
Lafont, Paris 1967
Robert CHARROUX Le livre du Mysterieux İnconnu (Esrarlı Bilinmeyenin
Kitabı), Lafont, Paris 1969
Arkon DARAUL Secret Societies (Gizli Cemiyetler), Frederik Muller,
Londra 1966
Arkon DARAUL VVİtches and Sorcerers (Cadılar ve Büyücüler), Tandem
Press, Londra 1969
Edmondo DE AMICIS Costantinopoli (İstanbul) Fratelli Treves, Milano
1931 (2 cilt)
— 187 —



Unlü kehanetlerinde İstanbul'dan da birkaç kez söz eden Nostradamus
(16. yüzyıldan kalma bir Fransız gravürü)
«Gerçeği basit şekilde, abartmadan ilan ederim ve
doğru kehanetim beni hiç yanıltmaz.»
198
Gül-Haç örgütünün en ünlü
ölümsüzü Saint Germain Kontu
Cagliostro adı ile ünlenen gizemci,
simyacı ve skandal adamı
Giuseppe Balsamo HH
Ölümsüz simyacı ve Bursa yolcusu
Nicolas Flamel
199
1920'lerden kalma bir «Kara Ayin»
— 201 —
Öğretisi ile geniş ilgi uyandıran, «Altın Şafak» Örgütünün
temsilcisi kara büyücü Alesteir Crovvley
Boğaziçi
— 202 — — 203 —

1 yorum:

  1. 12 yıllık evlilikten sonra kocam beni başka bir kadınla birlikte olmak için terk etti, bir iş gezisine gitti ve ailesiyle birlikte olmak için tekrar eve dönmek istemedi, Güçlü bir büyü olan Dr Ajayi'ye rastladığımda yardım aradım teker. Ona durumumu anlattım ve kocamın diğer kadın tarafından büyülendiği ortaya çıktı bu yüzden evi unuttu, Dr Ajayi bir büyü yaptı ve kocam esaretten kurtuldu ve eve döndüğü için mutluyum 3 yıllık ayrılıktan sonra, herhangi bir yardıma ihtiyacınız olursa, whatsapp / Viber: +2347084887094 veya E-posta: drajayi1990@gmail.com üzerinden Dr Ajayi ile iletişime geçmekten çekinmeyin.

    YanıtlaSil